31.
Çok düşündüm. Zaman çıplaktır! Zaman boştur. Hele şiirsiz zaman. Peki ne olacak öyleyse?..
Zamanı şiir giydirecek diyorum ben. Boşluğu imgeler süsleyecek. Yaşanan her an, şiirin ayak sesiyle kendine gelecek. Saçmalığa bir çentik vurulması olacak şiir.
Çünkü zaman çıplaktır ve oradan ötesi hiçbir canlıyı bağlamaz. Giyotine boyun uzatmış bir haklılıktır şiir... Giyotin düşmeye cesaret bulamaz hiç... Şiir giyotine 'nanik' yapan bir edebi türdür de ondan. Şiirini önünde tüm nesneler kördür ve güçsüzdür çünkü.
Şiir nesnelerin ve nesnelliğin tanrısı değil mi? Bu konuya dönüleceğini, sık sık dönüleceğini seziyorum.
32.
Şiirin oluşumunda üzüncün (bazen de buruk sevincin) etki oranı nedir? Sorun şiir yazıldıktan sonrasını kapsamıyor elbette. Şiirin yaratım süreci, yani kağıda kaleme bulanmadan önceki aşamasıyla ilgili yanıtlanmalı soru. Öyle ya, herkes kendince duygu, düşünce ayrıntıları, yoksunluk ve zenginlikleri keşfedebilir yayımlanmış üründe. Okura verdiği hüzün, veya haz, erinç veya düşün dozajı şiirin başarı grafiğini göstermez kesinlikle. Çünkü şiiri okuyacak kişinin metni algılama frekansı (hadi donanımı demeyeyim) önemli bir öğe. Şiirin oluşumunda olgunlaşma, zamanında üzüncün etkisi (katkısı demeye kimin dili varır?) yüzde doksan dokuz, sevincin payı ise yüzde birdir ... Sevinç, şiirin doğumundan, dahası yayımlanışından sonra tadımlık bir anıdır ancak. Şiir sevincinden ölmüş var mi ki ?
33.
Hiç rakı kadehine göz yaşı damlattınız mı?
Şiir odur işte, yeri geldiğinde.
34.
Ne güzel kitaplar, ne güzel şiirler gelip yerleşiyor yaşamıma. Zamanımı durduruyor sanki şiirler...
Gerçekten de, şiir zamanı durdurabilir mi diye düşünüyorum bazen. Durup dururken şiirin gücünü sınamak değil derdim, ama şiirle doldurulmuş saatler gün olsa geçmemiş gibime geliyor. Bu belki benim kuruntum... Paylaşmakta sakınca görmüyorum; Öylesi durmuş zamanlar ardından, kayda geçmiş, hafıza göğümde yuvalanmış birçok imge kıvılcımları, şiir ucu yakamozları ve rengârenk uçurtma kümecikleri biriktiğini de itiraf edeyim hadi.
35.
İlk ve son dizenin arasında kalan kısım anonimmiş gibime geliyor. Bir şiirin en zor yeri ilk ve son dizeleridir. Ortası, yani gövdesi, kendi kendine değil ama sıkı işçilikle biçimlenebiliyor. Kolay mı? Hayır hiç de kolay değil, ancak ilk dizedeki deprem sıkıntısı, son dizedeki enkaz kaldırma bitkinliği vermiyor gövde.
Başlangıç: yüreğimdeki oyukta kalıyorum, herkes yüreğinde bir oyukla mı yaşar, kanın biriktiği, acının pıhtılaştığı bir oyukla... Günlerce ağır bir yük gibi taşınmış bu başlangıç nasıl akacak, acıdan ve meraktan çatlayasi gelmez mi insanın?
Yalın bir dize aslında. Keşke biraz daha düzyazıya akraba olsaydı da ortalara bir yere oturtulabilseydi; yani kolaj ile yapıya yamanabilseydi. Tabi bu bir iç sorun... Uğraşırken umut çekirdeğini tutan giz, yeni zamanda (kalan dağarcığında) varsıllaşacak. Bilinç atlası imgelerle donanmış olacak sonuçta. Neden olmasın? O atlas ki dilin büyüsünü çözmekle, şiirin kozmik sınırsızlığını anımsatır üretene.
İlk ve son dize kaygısının ettirdiği laflara bakın hele...
36.
Şiirle uğraşmak, tüm benliğinle sözcüklere kul köle olmaktır. Bu bir bakıma, 'çiçeklerin uykuda da açtığını bilmektir', demiş miydim? O büyülü açışı dinlemek...
Şiir, uykuda bile açan çiçeklerin tomurcuktan goncaya geçişini sezip okurcasına yoğunlaşmayı gerektirir. Öyleyse, şiir öncelikle sezgidir denebilir mi?. Çiçeklerin doğumunu okumayı öğrenecek denli 'kendinde uçmaktır'... Yoksa şiir ayrıcılık olmaz, olamaz yazan kişi için.
Şiir uğraşı gizli bir amber yolunu keşfetmekle amaca yönlendirir adananı. Her adanmışın, yani her şairin öyle bir yol tutturduğunu düşünürüm nedense. Acaba abartıyor muyum? Acaba abartıyor muyum Hem sonra; yazma yönteminin gücü daha çok abartıda değil miydi?
Öyleydi! Yine de öyle.
37.
"Bugün hayat için ne yaptın?" diye düşündüğüm gecelerden birinde şu notu yazmışım : Şiiri düşündüm. Düşünmekten de öte; beynimin dörtte üçü şiirin işgali altında fokurdarken, bedenim ısırgan otlarıyla dağlandı.
İşim geregi, makilik bir yerdeydim gündüz; otlar, dikenler, ısırganlar bürümüş araziyi dolaşirken, kırların acı veren, yani tırmalayan, kanatan, dağlayan gücünü (güzelliğini de tabi) şiirle özdeşleşmiş buldum . Doğadaki şiir gerçekte oydu; taze görünüşü, kokusu, albenili dokusu ve sesiyle bakir bir kırsallık...
Şiir benimleydi.
Böğürtlene bulanmıştım... (Ahududunun yabanisi, Rodoplarda "karamuk" denirdi. Çocukluğumdan anımsıyorum; daha çok yol kenarlarında, tarlaların sınır boylarında yetişen arsız ağaç.) Dikenler içindeki meyvesi, olgunlaşınca mordan siyaha çalan renkte, mayhoş tadı olan bir yabani yemiş. Güzelliğini, güneşin yakıcı ışınları altında içselleştiriyordu, yarın öbür gün filizlenebilecek birkaç dize için belki dikenlerine bile bile katlandım.
Şiirin nabzını her yerde duymak, ılık bir esimi dinler gibi dinlemek olası, o anı yaşayacağım diyene...
38.
Şiir yaşamımızdaki anların en küçügüdür. Yani an'dan da küçük birim. Öyle ya şiir anlıktır demiştim. Şiir an işidir mi deseydim yoksa . Zira an şiir için büyük bir süredir bazı durumlarda. Örneğin, günbatımında güneşin geçkin bir portakal rengini almiş haliyle batıda, dağın üzerinden arkaya yavaş yavaş yuvarlandığını, düşüp yittiği an... Dağın at sırtına benzeyen yerine bakarken kendini unutuverir insan.
İşte o unutuş anı şiirliktir kanımca ve an' dan küçük bir birimdir. Çünkü bilinçle, bakarak, bekleyerek dolu dolu duyumsayarak aşılan anların sonrasına denk düşen imge salisesidir o: portakalın düşüşü ve artık görünümde olmayış hali, yani boşluk.... Eskilerin ifadesiyle; "Ömür bir lahzadır..."
Şunu demek mi kalıyor şimdi bana, şiir boşluk anından önceki andan küçük an' dır. Şiir için en sıcak 'dumanı üstünde' bir ekmeğe yakın olmak kadar yakın mesafeden, buğunun, kokunun tadını ayrıştırıp yazıya dökmekle tamamlanabilir, yaşanan şey, her neyse işte...
Düşünüyorum, tüm bu (okuyan için) belki saçma sapan gelecek ayrıntıları... Düşünüyorum ve çarptığım buzdağları, yani çelişki kütlelerinin ne bereketli öğrenme-üretme pınarı (adresi) olduğunu keşfediyorum. Çelişkiyi baş tacı sayıyorum şiir için, öyle öyle barışıyorum bereketiyle, içime dert salsa da bazen.
39.
Şiir sorunlarını kendim için düşünüyorum, kabul. Ama okuru, ve üzerine yansıyacak şiir serpintisinin etkisini de düşünüyorum.
Örneğin, ilk dize çok önemli demişim. Yazan herkes için bu böyle. Kendi payıma, sonrasını daha çok iç kanama şiddetinde görmüşüm, ki sonraki dizeyi çağırandır ilk dize diye not almışım. İlk dizeyi, hatta sonrasında gelen her yeni dizeyi kendi yazmış gibi kolayca benimsemeli. Yani, daha ilk dizeden itibaren şiirde kendini değilse de yabancısı olmadığı öğeleri bulmalı okur.
Yazan mı ?
Yazan için, şiir bitip de yayımlandıysa, üzerinde, okumadan, yani kullanımdan doğacak hakkı kalmamıştır. Burada 'hak değirmende aranır' sözünü, anımsamakta yarar var. Çünkü şair için un elenmiş elek asılmış, buğdayın ömrü bitmiştir artık. Hammaddenin, yani buğdayın öğütülme süreci, şiirin oluşum sürecine benzetilebilir: Pişirimlik un, okunmalık şiirdir... Dileyene ekmek, dileyene börek, dileyene baklava, pasta...
Demiştim ya abartmanın (ve saçmalamanın kimine göre) endazesi yok. Buyurun işte: düşünce düşüncedir.
40.
Bu hengâmede... Şiir bir bilinmezliktir.
Bir dedim özellikle! Bir' ci yanımı inkâr etmiyorum. Bir' in kutsallığına az kafa yormamış insanlık. Yadsımıyorum... Bir ben' dir. Ben, sonsuz bilinmezliğin peşindeki zerre.