27 Ocak 2012 Cuma

Oktay Akbal İle Söyleşi - Öner Kemal(*)



Oktay Akbal İle Söyleşi
Cumhuriyetle yaşıt bir öykücü
Öner Kemal

Cumhuriyetimizle aynı yaşta olan Oktay Akbal'ı çalıştığı ve yaşıtı olduğu Cumhuriyet gazetesindeki odasında buldum. Edebiyat tutkusu hiç dinmeyen bir coşkuya dönüşüyor onun gözlerinde. Yıllardır yazıyor. Siyaset, tarih, kültür ve edebiyat... Onun şairleri var. Çoğu kendi arkadaşı... Kimisi de genç... Onların ürünlerini izledikçe çoğalıyor. Hepsini anmak, kitapları üstünde düşünmek istiyor. Bir bölümü yazı olarak gazete sayfasına taşınıyor. Bıkmadan, usanmadan... Ama kimi dostları "demir alıyor zamandan..." Onların ardından anma yazıları yazıyor. Dostluklarını okurla paylaşıyor... Hep iz sürüyor...

İşte Oktay Akbal, yeni çıkan kitabında çocukluğunun geçtiği bir sokağı arıyor: Cüce Çeşme Sokağı...

Öncelikle Cüce Çeşme Sokağı Nerde adlı yeni yapıtınızı konuşmak istiyorum. Hemen hemen tüm öykü ve romanlarınızda "tanıklık etme"ye ilişkin ipuçları var: Bu yeni kitabınız da Literatür Yayıncılığın "Tanıklıklar" dizisinden yayımlandı. Aslında yazma süreci bir anlamda tanıklık etmek değil mi?

'Cüce Çeşme Sokağı' orda duruyor. Şehzadebaşı'ndan Vefa'ya giden yolun ucunda. Güzel bir sokaktı. Ahşap evlerle dolu. Şimdi gitseniz bulabilir misiniz? Bir tabelası bile kalmamıştır. İnsanlar da yaşamıyor. Bir park yeri olmuş. Arabalar çekiliyor. Bizim evin bahçesi, sur mağarasının önü kapatılmış.

O kitap bir tanıklık mı? O yazılar neyi anlatır? Bir zamanlar var olan, şimdi olmayan bir yeri mi? Bellek bir dipsiz kuyudur. Anılar içine düşer yiter. Kiminde de, takılır bir yere. Gelir karşınıza dikilir. Cüce Çeşme Sokak da bir düş sokağı. Tanıklık etsem de etmesem de var. Gerçekte olmasa da var. Düşlerde diyeceğim. Ama düşlere güvenilir mi? Bugün biri gelir, biri gider...

Orson Welles'in ünlü filmi Yurttaş Kane'de kahramanın kişiliğini belirleyen ana etken çocukluğunda kullandığı "kızak"tır (Rosebud). Buna benzer bir olguyu siz kendi yaşamınızda da saptayabiliyor musunuz? Hangi araçlar, nesneler vardı sizi etkileyen ve unutamadığınız?

Sözcükler canlıdır. Birkaç harfin yan yana gelmesi değildir. Ev dersen belirli bir anlam belirir. Oda dersen. Dost dersen... Benim en çok ilgilendiğim, daha doğrusu kendisiyle yetmiş yıldır benimle ilgilenen, benimle dostça ilişki kuran bir nesne var: daktilo, yazı makinesi... Babamın avukatlık yazıhanesinde ilk kez karşıma çıkan bu acayip araç... Kendimle konuşmalarım, başkalarıyla iletişimim bu araçla oldu hep. On binlerce satır, belki milyonlarca. Kimi zaman Ataç gibi yatağımda, kimi zaman kucağımda, kimi zaman bir çanta gibi nereye gittiysem oraya benimle gidip gelen bir nesne. Yok, nesne değil, bir canlı. Hep konuşan bir geveze. Benim "Rosebud"um olsa olsa şimdi önümde duran, Olympia. Köydeki Hermes Baby. Yedekte bekleyen başka biri...

Edebiyat dostluklarıyla örülen bir yaşamın yıllar boyunca biriktirdiği anılar sizin için elbette çok önemli. Gazetedeki yazılarınızda da bunu görebiliyoruz. Edebiyat- günlük gazete ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

'Anılar ne istersiniz benden, gelir gelmez sonbahar' ya da 'Anılar kuşlar gibi dal ister konacak' der şairler... Daha neler demezler! Anday'ın Anı şiiri... Belleğimizde, yüreğimizde sıkışıp kalmış zaman parçacıkları mıdır anı? Yaşamın ilk yıllarından bu yana bir edebiyat havası içinde oldum. Dostlarım öykülerdi, şiirlerdi, dolayısıyla yazarlar, şairler... Kuşağımın insanlarıydılar. Gündelik yaşamda idiler. Ne kadar yazdımsa da bitmedi anılar. Bir bakarsın bir yerden biri sıkıverir. Bir başka gün, elli yıldır aklına bir kez bile gelmemiş olan... İnmek gerek, belleğin derinliklerine. Kendiliğinden gelirler, sana sormadan, sen istemeden...

Özellikle kıtlık yıllarını sergileyen Önce Ekmekler Bozuldu adlı romanınızın bu denli güncel kalmasında edebi güzelliğinin yanı sıra yaşadığımız siyasal çalkantılar ile ekonomik krizlerin de payı olabilir mi?

'Önce Ekmekler Bozuldu'nun ilk adı. 'Yıl 1940'idi. Fahir Onger öyküyü ilk okuyandı... O bu adı uygun görmüştü. Sonra öykünün ilk cümlesini yeğledim. Savaş yıllarıydı. Saraçhanebaşı'ndaki fırının önüde hep bir kalabalık olurdu. Vesika ekmeğini oradan alırdım. Annemle bana yarım ekmek. O günlerde ekmek bir kiloydu şimdiki gibi ufacık değil... İtiş kakış, yağmurda, karda bekleyiş... Sonra küçük radyomuzda dinlediğim savaş gerçekleri. Ha girdik gireceğiz savaşa. Ha askere alındık alınacağız kuşkusu, korkusu... O günlerin öyküsü işte... Altmış yıllık bir öykü. Ya da bir yaşantının edebiyata geçmiş bir parçası, bir anı, bir duyarlığı...

Bu konuya daha önce de değinmiştim. 1979 yılıydı. Şöyle diyordum: "Bir yazar kendi kitabından söz eder mi? Alışılmadık bir şey... Önce Ekmekler Bozuldu'nun yeni basımını gözden geçirirken yıllar, yıllar önceye gittim. Gitmek istedim. Ne var ki günümüzün içine demir atmışız, kıpırdamak olanaksız. Geçmiş, geçmişte kaldı. Anılar da eskidi, tükendi. Bambaşka biçimler aldı hepsi. 'Önce Ekmekler Bozuldu' öyküsünü yazdığımda tam 21 yaşında idim. Yıl 1944... Savaşın en korkunç zamanı... Öğrenim yıllarımız bir heyecan içinde geçti. Savaşa girdik giriyoruz, ha bugün ha yarın diye diye... 1941'de liseyi bitirmiştim. Okullar nisanda tatil edildi. İstanbul boşaltıldı. Trenler, kent halkını Anadolu kasabalarına indirimli taşıyordu. İstanbul'da evler, eşyalar ucuz ucuza satılıyordu. Alman orduları Balkanlar'a inmişti. Yunanistan düşmüştü, Bulgaristan Nazilerle işbirliği yapmıştı. Türkiye kuşatılmıştı. Karartma gecelerinde, vesika ekmeğiyle 'kendi' savaşımızı yaşıyorduk...

'Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey' diye başlar. 'Çünkü dünyada savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürüyorlardı,' diye sürer o öykü... Bir yabancı gibi okuyorum kendi yazdıklarımı şimdi. Nerde yirmi yaşın kişisi, nerde şimdiki kişi! Kişi olarak karşılaşsak geçmişimizin 'insan'ı ile, ne yapardık acaba? Bugün karşılaştığım genç yazarlarla, yirmisindeki yazın tutkunlarıyla konuşurken kendi yansımamı bulmak istediğim olur arada... 'Böyle miydim ben?' derim.

Bağışlayın beni, kendi yapıtımdan söz ettiğim, alıntılar yaptığım için... Ne var ki bir kuşağın, bir çağın yaşamıdır, duygulanmasıdır, yitirdiği değerli zamana acınmasıdır bu biraz da... Bu yüzden değil mi Önce Ekmekler Bozuldu'nun öykü olarak, hiç değilse bir ad, bir simge olarak bunca yıldır etkisini sürdürmesi... Yaşamdan, insan gerçeğinden koparılan bir parça, bir kesit, bir duyarlılık anı olarak...

İlk öykülerimle son yazdıklarım arasında bir ayrım varsa yılların kazandırdığı belirli bir ustalığın ağır basmasıdır. Yoksa ben o gençlik öykülerimin insanıyım yine. Ama bugün bu denli içten olamam, bu denli yalın, bu denli açık, bu denli arı..."

Öykü ve romanlarınızda birey-mekan ilişkisini nasıl ele alıyorsunuz? Değişim süreci içindeki kentlilerin ve İstanbul'un bu bağlamda konumu nedir? Size bir kent yazarı diyebilir miyiz?

Kent yazarı, köy yazarı diye bir ayrım nasıl yapılır? Ben İstanbul insanıyım. Yoksul semtlerde de yaşadım, varlıklı yerlerde de... İç dünyama değişik dış etkenler girdi, karıştı, bütünleşti. Yazar, denilen kişi yaşamın hangi çizgisindeyse, hangi aşamasındaysa, onu yazar, çaresiz. Serüvenler aramaz. İstese de yapamaz, yaptırmazlar. Benim için en güzel yazıyı Atillâ İlhan yazmıştır. 'Eksik Firari' demiştir... Öz olarak, anlam olarak bir yazarı iki sözcükle tanımlamaktır bu. Bu, bensem de, bir başkasıysa da...

Kimi anlatılarınızda yeni bir edebi tür adı gibi bir niteleme var: "öykücük" diyorsunuz. Öyküden biraz farklı, değiniden epeyce uzak, biraz da anıya yakın olmaları nedeniyle mi?..

Bir heykel nasıl yapılır? Önce bir kalıp alınır, mermer, taş, tahta. Oyarsınız, kesersiniz, biçersiniz, fazlalıkları atarsınız. Bir biçim çıkarırsınız. Yine atarsınız orasını burasını. Şiir de, öykü de, romanıda öyledir. Ne kadar gereksiz yanı varsa çıkarmak gereklidir. İki sözcükten en kısasını seçin der Flanbert. Yetmez, yazdığı cümleleri yüksek sesle okuyun der, her cümlenin seslenişlerini duyun, der... Ne kadar kısa, ne kadar öz, ne kadar yalınlaştırmak olasılığı varsa, o kadar iyidir, o kadar gerçektir. Birçok kez düşünmüşümdür, o beş altı yüz sayfalık kitapları bana verin yarıya indireyim, çok daha güzel olurlar. Örnekse Orhan Kemal'in 'Murtaza'sı. Yazar onun sayfalarını çoğalttı, öykü önemini yitirdi. Daha nice örnek var.

"Öykücük" konusuna yıllar önce değinmiştim. Yeryüzü Korkusu adlı kitabımda da vardır. Bakın o günlerde ne söylemişim:

"Sabahtan tepelere çıktım. Bir esin çekti sanki. Papatyalar açmış. Boğaz ayaklarımın altında. Bütün bu evler sabahtan akşama kadar denizle karşı karşıya...

Penceremin önünde deniz olmalı. Özlemim bu. Büyük bir özlem mi, bilmem. 1930 yazını İstinye'de geçirmiştik, koyda bir Ermeni evinin üst katındaki iki odada...

Sonra annem çok anlattı, hatırladıklarım belki de ondan, onun sözlerinden. Ben bir kayıkhane hatırlıyorum, iki kez de denize düşüşümü. Bir de sandaldan balık avlayışımızı. Boşu boşuna! Yok, başka anılar da var. Altınordu Kulübü futalarının birbiri ardına geçişi, sabah uyanırken duyduğum motor patpatları, bir de Necip Celâl'in İstinye iskelesine bakan yalısında çaldığı piyano parçaları. Maziler, Sunalar... Bir yokuşlardan indim caddeye. İstinye, şu aşağısı... Yeni kitabıma bu adı koydum: İstinye Suları. 'Öykücükler' dedim bu kitapta yer alan yazılara. Ben türlerin ayrımına inanmıyorum, öykü, roman, deneme, öykücük. Ne ad verirseniz verin. Elimde olsa 'yazılar' derdim hepsine, siz öykü sayın, anı sayın! Bunlar da öykücük işte, ne yapalım. Severseniz okursunuz, benimsersiniz. İlle de okuduğumuz şeyi 'bu hangi türde acaba' diye tanımlamak mı gerek? Yazı işte, yazı!

Bir gün tüm kitaplarımı bir dizide toplarlarsa şöyle yazsınlar başına: Yazılar."

Kitabınızın albüm bölümünde iki şiiriniz yer alıyor. Neden bıraktınız şiiri, diye sormak istiyorum. Ancak şiirsel tadın tüm öykü ve romanlarınıza, hatta gazete yazılarınıza taşınmış olduğu görülüyor. Anlatıda kendi sesinizi bulmak diye tanımlayabilir miyiz bunu?

Şiir en güç sanat. Bir yüzyıldan kaç şair kalmıştır. Yirminci yüzyıldan kaç şiir kaldı, kalacak? Herkes yazsın varsın. En kolay yazılandır, en zor yazılandır şiir... Kolaylığı aldatır. Kişi kendisinin en acımasız eleştiricisi olabilse... Olamıyor, bir kez şiire başlayan ille de elli altmış yıl sürdürüyor. Ama bir iki parçadan başka ne kalıyor ileriye, hiç. Bir şiir havası duymakla yetinsek. Ama yasağı yok bu işin. Ben lise sıralarında anladım bunu. Herkes şairdir. Bu, herkes şiiri sever anlamında...

*Öner Kemal tarafından yapılan bu söyleşi Cumhuriyet gazetesinin 10 Ocak 2002 tarihli Kitap ekinden alındı.

21 Ocak 2012 Cumartesi

Sherlock Jr. Filmi


Yönetmen: Buster Keaton
Oyuncular: Buster Keaton, Joe Keaton, Ward Crane


Filmin başrolünde oynayan kahramanımız(Buster Keaton) bir sinemada makinist olarak çalışmakta, seans sonrası yerleri temizlemektedir. Sevdiği kıza ucuzundan çikolata ve nişan yüzüğü alıp evine gider. Ne var ki kızla ilgilenen başka birisi de vardır. Hem de kötü birisi. Bu kötü adam kızın babasının saatini çalıp suçu makinistin üzerine atar. Topu topu 45 dakika olan bu sessiz filmin 1924 yılında çekildiğine inanamazsınız. Sinema meraklıları bu filmi bulup mutlaka izlemelidir diyoruz.

http://www.imdb.com/title/tt0015324/

18 Ocak 2012 Çarşamba

Özgür Edebiyat Dergisinin Ocak-Şubat 2012 Sayısı

Şimdiye kadar 31 sayı çıkan ve 2 ayda bir çıkan dergiyi izleme konusunda istikrarlı değilim. Bunun önemli nedeni derginin 2 ayda bir yayınlanmasıdır. Bu sayıda Tuncer Erdem, Fulya Özorhan, Burcu Erdoğan, Engin İnceoğlu, Burcu Güldemet, Sofya Kurban, Özgür İremhür ve Kazmo İşiguro’dan birer öykü var. Yani bu sayıda toplam 8 öykü bulunmaktadır. Derginin yayın kurulunda, dergicilikte tecrübeli Adnan Özer, Metin Celâl ve Atilla Birkiye bulunmakta  ve dergi Özgür Yayın Dağıtım tarafından çıkarılmaktadır.

Dergide ayrıca toplam 8 şairin şiirine yer verilmiş. Özgür Edebiyat Dergisinin şiir, öykü ve eleştiri deneme yazılarının yerleşimi Memet Fuat’ın Yeni Dergi ve Yazko Edebiyat’ta yaptığı gibi. Yani yaş sırasında göre önce şiir ve öyküler sıralanıyor. Şiir ve öyküler karışık olarak yayınlandıktan sonra sıra diğer yazılara geliyor.

Dergide ilgimi özellikle çeken yazı Kemal Bek’in Sabit Kemal Bayıldıran’a verdiği cevaplar oldu. Sabit hoca Zaman Kitap’ta Kemal Bek’in "Bir Günün Sonunda Arzu" adlı kitabından söz etmiş. Bunun üzerine Kemal Bey de Sabit hocaya cevap vermiş(*).

Derginin kapağından fark edileceği üzere Alper Akçam'ın Orhan Pamuk konulu yazısı okunmaya değer. Özgür Edebiyat Dergisinin her sayısında Özdemir İnce'nin Ne Var Ne Yok başlıklı yazılarında edebiyat dünyamızla ilgili gelişmelerden söz ettiğini hatırlatmak isterim.

* Sabit hocaya telefon edip "Hocam bu ayki Özgür Edebiyat Dergisini gördün mü?" diye sordum. Cevap evet oldu. Hoca Kemal beye cevap verip vermeme kosunda henüz karar vermemiş.

Ferit Edgü İle Söyleşi : Kendi Kendimizle Yüzleşebileceğimiz İçin Yazdı Hep

Ferit Edgü İle Söyleşi
Kendi Kendimizle Yüzleşebileceğimiz İçin Yazdı Hep
Ayfer Tunç(*)

Ferit bey, sanırım sizin kendine özel bir okur kitleniz var. Rastgele okuyan bir kitle değil bu. Seçerek, bilerek okuyor. Üstelik bir iki kitabınızla da sınırlı değil. Okurlarınızın sizin yazarlık serüveninizi tümüyle izlediğini, tamamına değilse bile bir çok kitabınıza vakıf olduğunu düşünüyorum. Yanılıyor muyum? Bu, herkesin üstünkörü okuduğu bir yazar olmak yerine, daha az kişinin didik didik okuduğu bir yazar olmak demek. Bir yazar için bu, bir seçimdir muhakkak. Ne dersiniz?
Hiçbir zaman geniş okur kitlesinin yazarı olmak gibi bir amacım olmadı. Ama bir "kült" yazar olmak da istemedim. Çok genç yaşlarımda karşılaştım böylesi bir tehlikeyle. Ama elimden geldiğince engelledim bunu.
Tüm yazarlar gibi, ben de, okunmak için yazdım. Ama benim yazdıklarımla geniş okur kitlelerinin beklentileri aynı doğrultuda değildi. Ben okurun kendini bulacağı öyküler, romanlar değil, kendi kendileriyle yüzleşecekleri metinler yazmak istedim. Andre Gide'in sözcükleriyle, okunmak için değil, yeniden okunmak için yazdığımı niçin saklayayım? Çünkü ben de, bıkmadan usanmadan, yeniden, yeniden yazıyorum. Bencileyin okurlar için yazıyorum. Bu nedenle de onlara bir şeyler öğretmek gibi bir derdim yok.
Sizi kendine özel bir yazar kılan birkaç unsur var. Bir kere benzerine pek rastlanmayan bir dille yazıyorsunuz. Sade, çok temiz, anlaşılır; ses olarak şaşırtıcı derecede uyumlu, Türkçe kelimelerden oluşan bir dil bu. Kelimelerinizi dikkatle seçtiğiniz belli. Zengin bir dil kuruyoruz. Ancak kelimelerinizin gerek günlük dildeki kullanım yaygınlığı, gerekse iddiasız, bağırmayan, cafcaflı olmaktan uzak temiz kelimeler olmaları, kullandığınız dilin ilk anda dikkatten uzak kalmasına neden oluyor diyebilir miyiz? Öylesine doğal bir dil ki bu, üzerindeki işçilik ve özen ancak dikkatli bir okumayla çözülebiliyor. "Dilin içindeki cevher"e varma çabasının bir ürünü mü bu? Sade bir dil kullanımı, yazdıklarınıza egemen olan "düşünce"nin daha kolay algılanmasını ve bir dilin okunmasından gelen lezzetin ötesine geçip, düşünmenin tadına varılmasını mı sağlıyor?
Ders Notları'nın bir yerinde şöyle diyordum: "Bir roman, bir şiir, bir öykü, bir oyun, önünde sonunda bir dil yapıtıdır. Ve yalnız bir dil yapıtıdır."
Sanırım, ikinci kitabım Bozgun'dan (1961) sonra, ne zaman elime alsam, dönüp dolaşıp geldiğim nokta dil oldu. Türkçe, öz Türkçe sorunu değil, yalnızca anlatım aracı olarak dil.
Yaza yaza gördüm ki, dil, benim için bir araç değil, yapıtın temeli, iskeleti, herşeyi. Bu noktaya vardığınızda, artık dili süslemenin, benzetmelere gitmenin, bol bol niteleme sıfatlarını kullanmanın bir anlamı olmadığını görüyorsunuz. Göz boyamadan, söz sanatlarının yaldızıyla içi boş imgeler yaratmadan, yalın, olduğunca yalın, yalansız, dolansız bir anlatım...
Doğrusu, "düşünmenin tadı" sözünüz, bir an için, bende bir ürperti yarattı. Çünkü hiçbir zaman düşünmenin bir tadı olduğunu düşünmediğimi ayrımsadım. Ama şimdi görüyorum ki başka bir sözcük yoksa eğer, bu gerçekten bir tad. Hatta olağanüstü, çok zengin bir tad. Kimi kez, yazarken, böylesi bir tadı, handiyse esrikliği yaşadığımı itiraf etmeliyim.
Dilin içindeki cevher demişken İşte Deniz, Maria'ya gelelim. Son kitabınızdaki öykü yapısını ikiye hatta üçe ayırmak mümkün. Önce, bildiğimiz ve alıştığımız Ferit Edgü kurgusuyla kotarılmış, yoğun atmosferi ve iç ilişkileriyle sarsıcı öyküler. Sonra minimalist bir anlayışla yazılmış çok kısacık öyküler ve birer ikişer sayfalık, kısa öykünün tadını duyuran metinler. Neden böyle minimalist bir anlayışa gittiniz? Sizi böyle kısa yazmaya zorlayan şey nedir?
Hiçbir fazlalık olmasın istiyorum. Ama hiçbir eksiklikde olmasın istiyorum. 1961'de, bugüne değin yeni bir baskısına, çok kişisel nedenlerle rıza göstermediğim ikinci öykü kitabım Bozgun yayımlandığında, yokluğuna hala alışamadığım sevgili dostum Onat Kutlar, bana, "Bu kitaptan sonra ne yazacaksın?" dedi. Ben de, "Sanırım hiçbir şey," dedim. Gerçekten de, uzun bir süre hiçbir şey yazmadım.
Bugün, minimalist dediğim öykülerin başlangıcı o kitabımda vardı. Ayrıntılardan arındırılmış, öyküyü oluşturan olay en küçük boyuta indirgenmiş metinler. Son yıllarda, bunu daha da geliştirmeye çalıştım. Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı'ya romansı dedim. Belki "minimal roman" demem daha yerinde olurdu. Anlatıdan, öykülemeden, benzetmelerden, metaforlardan, elimden geldiğince arındırmaya çalıştım son yıllarda yazdıklarımı.
Romanlardaki, öykülerdeki betimlemelere dayanasım yok. Proust'ta ya da Balzac'ta olduğu gibi, betimlemelerin roman içinde bir işlevi varsa, bir diyeceğim yok. Ama yazarın ustalığının belirtisi olan, güzel sözcükler, uzun, dayanılmaz cümlelerden oluşan betimlemelere gerçekten dayanasım yok.
Psikolojiden kurtardığımız gibi, betimlemelerden, benzetmelerden (hiçbir şey birbirine benzemez) de kurtarmak gerektir yazını. Ben kurtara kurtara, işte, sonunda minimal öykülere vardım. Bundan sonrası, sanırım, Beckett'in soluk alışlarını yazdığı tek heceli sözcükler.
Diyalog bir dil aracı olarak hemen tüm öykü ve romanlarınızda önemli bir yer tutuyor: Kimse, neredeyse tümüyle diyaloglardan oluşan bir roman. Hakkari'de Bir Mevsim'de zaman zaman kullandığınız diyaloglar, o etkici atmosferi yaratan temel araçlardan biri. İşte Deniz, Maria'da da tamamı diyalog olarak kaleme alınmış öyküler var. Diyalog denince de akla tiyatro geliyor. Oysa ucu tiyatroya uzanan bir eğiliminiz yok sanırım. Sizce sizin kullandığınız diyalog biçimi sahnelemeye olanak tanımayan bir diyalog biçimi midir?
Biliyor musunuz, ilk ve son oyun denememi, Paris'teyken (1961-62 yılları olmalı), yazmıştım. İki perdelik, tek kişilik bir oyundu. Bir adam, sahnenin ortasında, bir çukurun içinde kendi kendine konuşuyor, arada bir, yanı başında çalan telefona bir-iki sözcük söyleyip kapatıyordu. Monoloğunu sürdürürken de yavaş yavaş içinde bulunduğu çukura batıyor, sonlara doğru telefona da yanıt veremez oluyordu.
Rahmetli dostum Güner Sümer'le sahneleme olanakları üzerinde tartışırken, o gün Londra'dan gelmiş olan bir dostumuz, "Siz Beckett'in son oyunu üzerinde mi çalışıyorsunuz?" diye sordu. Olumsuz yanıtımız karşısında da çok şaşırdı ve Beckett'in "Oh, Mutlu Günler" oyununu anlattı. Gene de benim oyunumla, Beckett'inki arasında iki önemli fark vardı: Birincisi benim oyuncum erkekti, Beckett'inki kadın; ikincisi, benimkinde telefon çalıyordu, Beckett'inkinde çalar saat.
Tabii oyunumu yırtıp attım. (Keşke saklasaydım.) Yıllar sonra da Beckett'inkini çevirdim. 196O'ların sonlarında, uzun bir süre, Beklân Algan'la, bu oyun üzerinde çalıştım. Onun da metinlerini yitirdim. Sonra, bir daha da oyun yazmadım. Senaryosu Onat Kutlar dostumundu ama, Hakkari'nin diyaloglarını ben yazdım. Mavi Sürgün'ün diyaloglarını da.
Alfred Jarry'nin Übü Kralı'ndan başlayarak, Camus'den, Beckett'den (bu arada Godot'yu Beklerken) birçok oyun çevirdim.
Az kelimeyle çok etkileyici atmosferler kuruyorsunuz. Yazdıklarınızda belirsiz zamanlar ve yerler, sağlam kurulmuş, derinlikli kişilikler var. Bu belirsizlik tanımının ortak paydası ise evrensel bir bakış açısı, Kadınlar ve erkekler, hatta çocuklar tüm dünyanın insanları. Olay herhangi bir zamanda, herhangi biryerde geçiyor olabilir. Bu açıdan bakıldığında, yerellikten uzak, insanlığı kavrayıcı bir yaklaşım söz konusu. Tufana kadar gidiyor, sanki dünyayı kurulduğundan bu yana anlamak istiyorsunuz. Tanımları yerelleştirebilmemiz için metnin içine küçük ipuçları koymayı da ihmal etmiyorsunuz. Sanırım bu hayata ve insana bakışınızı biçimleyen bir tür üst bakış. Büyük bir kavrayış içine tümünü alıyorsunuz. Bunlar sanata çeşitli yaklaşımları akla getiriyor. Kimi yüzeysel, kimi derinlikli yaklaşımlar. Hayatı, insanı, insanlığı bütünüyle kavrama çabası göstermediği halde, insan sanatçı olabilir mi? Ya da yazan insanı nasıl tanımlamak gerek?
Sanırım bir hayli abartıyorsunuz. Sırası gelmişken, söylediklerinizi belki biraz dengeler, bir itirafta bulunayım, Ben, gençlik yıllarım hariç; her zaman yeteneğimden kuşku duydum. Bugün hala duyuyorum. Ama artık çok geç. Yazdıklarımdan hiçbirini beğenmiyorum. Ama elimden geldiğince, sözcükleri doğru, yerli yerinde kullanmaya özen gösteriyorum. Çok güzel metinler yazmak için değil, dilin yalan söylememesi için. Bu nedenle sözcüklerle bitmez tükenmez bir savaş içindeyim. Yetenek yoksunluğumu böyle doldurmaya çalışıyorum. Çok şükür, bu yolda, Çehov gibi, Kafka gibi, Beckett ve tabii Sait Faik gibi, çok erken yaşlarda tanıştığım, olağanüstü yol göstericilerim oldu.
Belki, yarım yüzyıla yaklaşan yazarlığım süresinde, bu ustalardan iyi not alacak bir-iki öykü, hiç değilse, sekiz-on cümle yazmışımdır. Lütfen bu sözlerimi sahte bir alçakgönüllülük olarak almayın. Benim küçücük yapıtımla Kafka'nın en yüce doruktaki yapıtlarını karşılaştırmak isteyen çeşitli lisan, lisansüstü çalışmalar yapanlardan özür dileyerek böyle bir çabaya girmemelerini öğütledim. Ama sanırım, pek söz geçiremedim.
Sizin sorunuzu ben değil, ancak Kafka gibi biri yanıtlayabilir. Ama ne derdi, bunu kestirmem güç değil. "Hayır, hayatı, insanı, insanlığı, tümüyle kavrama çabası göstermeden sanatçı olunmaz."
Yazan insan, bunu kavrayan, sürekli kendinden, yeteneğinden, algıladıklarından kuşku duyan ve içinde iyilikle kötülüğü bir arada barındıran, yazılarında da bunu yansıtan kişidir.
O/Hakkari'de Bir Mevsim kendi adıma benim çok içimi burkan roman. İçeriğindeki evrensel unsurlar, bir insanlık varoluşu, alabildiğine yerel kelimelerle anlatılmış. Çocukların defterlerine yazdıkları, bildikleri kelimeler buna birer örnek. Bu kadar sade ve soğukkanlı bir bakışta, bu kadar etkileyici bir romanı nasıl yazabildiniz?
Sözcüklerle. Biliyorsunuz, çok güzel duyguları olup da şiir yazamadığından yakınan ressam dostu Monet'ye böyle diyordu Mallarme: "Ama sevgili dostum, şiir güzel duygularla değil, sözcüklerle yazılır."
Hiçbir şey beni çaresizlik kadar etkilememiştir. Tabii yoksulluk var, umutsuzluk var, ölüm var. Ama yoksul olup da yoksulluğa boyun eğmeyen, çıkar yollar arayan bir insan çaresiz değildir. Umutsuzluğun, gerçek, mutlak bir umutsuzluğun bir güce, dayatma, dayanma ve umutsuzluğu aşma gücü vardır. Kendi deneyimlerimle biliyorum bunu. Çaresizlik, eli kolu bağlı olmak, hiçbir çıkar olmama durumudur ki beni kahreder.
Hakkari'de karşılaştığım, beni kahreden, oradaki yaşama koşullarıydı evet, ama özellikle, o insanların çaresizliğiydi. Daha sonraki yıllarda gelişen trajik boyutlu olayların temelinde bu çaresizliği görüyorum.
O/Hakkari'de Bir Mevsim'in bir gücü varsa eğer, sanırım yaşanmışlığın sözcüklerdeki yansımasında var. Hiç değilse ben böyle olduğuna inanmak istiyorum. Az önce sözünü ettiğim çaresizliği yaşamış ve buna başkaldırmış olmaktan geliyor. Bir ressamın, ister figuratif olsun, ister soyut, bir çizgisinde, yaşanmışlığın izlerini hemen görürsünüz. Sözcükler için de böyledir bu. Bu nedenle yazarken sürekli, en doğru sözcüğü ararsınız. Ben de, elimden geleni gerçekleştirdim. Sözcükler benim olabilir, ama anlamlarını, Hakkari'nin dağlarından, çaresiz insanlarından aldı. Öylesine ki, yazıldıktan sonra, sanki bana ait olmaktan çıktılar. Hakkari'nin daha yalın, kuru bir metni olmasını yeğlerdim. Ama Hakkari dağlarının doğası ve insanlarının çaresizliği izin vermedi buna.
Doğu, sizin romanınıza kadar toplumcu gerçekçi gevelemelerle anlatılan, coğrafi olarak sıkıca tanımlanmış, bir miktar ihtiyatlı, siyasi yaklaşımlarla bakılan bir toprak parçası olarak girmişti edebiyatımıza. Doğasının yarattığı ruh hali birtakım mistik göndermelere, efsanevi anlatımlara yol açmıştı. Ama siz geleneksel ve ilkel olandan modern bir roman çıkardınız. Gaddar, çetin bir doğayla baş başa kalmış, kültürel etkileşimlerden uzak, bir dağın tepesinde unutulmuş bir grup insanın romanı bu. Sanki Nuh'un Gemisi'ndeler ve yeni bir insanlık doğuşunun yaşanıp yaşanmayacağı meçhul. İnsanı, doğası, tarihi ve coğrafyasıyla Doğu'yu yazdıklarınızın dışında nasıl gördünüz?
Birçok kez, 1964'te, Hakkari'de ikince kez doğdum derken, orada gördüklerim, orada yaşadıklarımdan sonra, artık aynı kişi olmadığımı dile getirmek istemiştim. Onlardan biri değildim. Onlardan biriymiş gibi davranmak, onların yazgısını paylaştığımı söylemek, hatta onları anladığımı söylemek büyük bir yalan olurdu. Yolu, bir kaza sonucu, o dağlara düşmüş biriydim. Kendini bir kaza sonucu karlı bir dağ başında bulan bir denizcidir Hakkari'nin anlatıcısı. Dolayısıyla yabancının yabancısıdır. Ama ortak dil, sözcüklerin ötesinde vardır. Aynı dilden konuşmayan bu insanlar anlaşabilirler. Ben, otuz beş yıl önceki Doğu'yu böyle gördüm. Uzun yıllar sonra yazdım Doğu'nun bendeki izlerini. Yazdıklarım gördüklerimdir; gördüklerim, de yazdıklarım, yazacaklarım.
Hakkari'de Bir Mevsim'de teknoloji ürünü olarak kabul edilecek tek nesne, Halit'in satıp daha büyüğünü almayı tasarladığı bir radyo. Dağlar arasına sıkışmış dar bir coğrafyada dünyayla kurulan tek taraflı ve tekbağ bu. Doğu'ya yakın zamanlarda gittiniz mi? Bu yeni iletişim çağında, televizyonun telefonun, cep telefonunun internetin, bilgisayarlı banka şubelerinin hayatımızı neredeyse tümüyle belirler hale geldiği yeni bir yüzyılda sizce nasıl bir Doğu duruyor karşımızda?
Hakkari'ye gittiğimde (Paris'ten döneli birkaç ay olmuştu) yanımda, güçlü transistörlü bir radyo vardı. Bir karakış boyu, tüm haber kaynağım bu radyoydu. Yörenin en yüksek köyünde olduğum için, dünyanın dört bir yanındaki istasyonları rahatlıkla dinleyebiliyordum. Böylece, yalnız haber değil, müzik gereksinimimi de karşılıyordu radyom. Yalnız benim değil, bizim ve çevre köylerin haber kaynağı da oydu. Bir radyonun, İstanbul, Ankara ya da Paris'teki bir insanın yaşamı içindeki yeriyle, Hakkari'nin bir dağ köyündeki insanın yaşamı içindeki yerini, özellikle o yıllarda, gözünüzün önüne getirebilir misiniz?
Edison'u, sanırım, hiç kimse, benim kadar kutsamamıştır. Telefonu ve televizyonu değil, yolu ve elektriği bile olmayan köyüme daha sonraki yıllarda, yol, elektrik hatta telefon gitmiş. Bugün ise hiçbiri yok. Çünkü köy haritadan silinmiş. İşte, yeniyüzyılda karşımızda duran Doğu'dan bir küçük fotoğraf.
O/Hakkari'de Bir Mevsim'de vali aracılığıyla tuhaf, kafkaesk bir devlet idare erki tablosu çizdiniz. Güçlü, ama gülünç bir devlet tablosu bu. Yine de tanımlanmış yönetim biçimlerinin olmadığı bir zaman ve durum söz konusu. "Olağanüstü bir hal" değil örneğin. Bugünkü Doğu'nun hayatında, devlet nasıl duruyor sizce? Hâlâ dağlar arasına sıkışmış küçük bir toprak parçası üzerinde, Nuh'un Gemisi'nde gibi yaşayan bir grup insan var mıdır?
Hakkari'de Bir Mevsim'in filminde yer almayan iki sekansa çok yanarım. Birincisi, sözünü ettiğiniz vali, ikincisi de Süryani kitapçı. Vali sekansını, filmi sansürden kurtarmak için koymamıştık. Ama gene de sansürden paçamızı kurtaramamıştık. Vali, bu devletin memuru, kendini devletin bizzat kendisi sayıyordu. Hâlâ da öyle sayarlar. Yalnız valiler mi, kaymakamlar, komiserler, polisler, hatta bekçiler. Bu açıdan baktığınızda; biz her zaman "olağanüstü hal"i yaşadık, yaşıyoruz. Bugün, Doğu'nun hayatında Devlet tek erktir. Halk ise kul. Türk Devleti hiçbir zaman bir hukuk devleti olmamıştır. Doğu'da da Batı'da da Kuzey'de de Güney'de de. Benim Hakkari'de yaşadığım dönemde, zaten Nuh'un Gemisi'nde yaşar gibi yaşıyordu insanlar. Ellerinden geldiğince, devletle bir ilişkilerinin olmamasına çalışıyorlardı. Ne tüm evlilikler, ne tüm doğumlar, ne tüm ölümler kayıtlara geçiyordu.
Halk, birçok konuyu, aşiret düzeni içinde, kendi aralarında törelerine, geleneklerine göre çözümlüyordu. Sanırım, Nuh'un Gemisi'nde daha çok adalet, daha çok özgürlük, daha çok güven vardı.


*Ayfer Tunç tarafından yapılan bu söyleşi Cumhuriyet Gazetesinin 6 Ocak 2000 tarihli Kitap ekinden alındı. Ayfer hanım veya Ferit beyin talep etmesi halinde bu şöyleşiyi blogdan hemen kaldırabiliriz.

17 Ocak 2012 Salı

Adanalı Bir Şair ve Bir Şiiri : Yalçın Aydınlık - Avunulan


dağların rengini yitirip
kuş
larının gittiği mevsimde

hep hüzünlü bir şarkı mırıldanır kent
tıpkı          -
bilmediğin yerlere aldığın biletin
   seni

taşra telaş otobüs garına bırakmasıyla
şaşkın bir sevinci yaşatması gibi

avunulacak bir şeyler kalmışr yine de
yenilenecek ve saklanacak

 ve bitmemişliğin mağrur duruşu değil midir
satı
lmamış simitlerin başı
ndaki çocuk
kepenklerini çekmiş
sokak
ve patlamış rların
sinema afişlerine sinmiş kokusu

sen ki
karların kentinde
kavganı ve sevdanı nadasa bırakıp
neşe rtını veren çocuksun
de gel
otur yanıma
bana çürümüşlüğün rengini korkunun yoz yüzünü anlat
yolumuz uzak aşkları
n yoluna
upu
zun bir özgürlük gibi düşsü
n
güleç bir aydınlık gibi

umarz kalsan bile üzülme
bir
yerlerde bir şi
ir bekler bizi
ve sen

bir kar yosununda seviştiğimizi bilirsin

16 Ocak 2012 Pazartesi

Dünyanın Öyküsü Dergisi

Kitap fuarı dolayısıyla Adana'da yapılan toplantıda tam toplantı biterken şartları zorlayıp 2 cümle ile görüşlerimi derginin yayın yönetmeni Adanalı Özcan Karabulut’a söyledim. Bu görüşlerimi birkaç cümle ile burada da ifade etmeye çalışacağım.

Yazko'yu önceleri matbaacı M. Kemal. Ağaoğlu yönetiyordu. Kurum her ay 5-6 kitap yayımlıyordu. Sonra yönetim yazarlara(Erol Toy ve diğerlerine) geçince aradan fazla zaman geçmeden Yazko mali yönden sıkıntıya girip battı. aşağıda verilen resim Yazko Edebiyat dergisinin arka kapağından alındı. Bu resme bakıp Yazko'nun başarılı olduğu dönemlerde ayda kaç kitap yayınladığını görebilirsiniz.



Yani her kafadan(üye yazardan) farklı ses çıkıp bu sesler dinlenmişti ve hesapsız kitap basılmıştı, işin mali yönü göz ardı edilmişti. Şimdi benzer çokseslilik yanlışlığı Dünyanın Öyküsü dergisi için de yapılıyor. Usta yazar ve şimdiye kadar çok sayıda öykü dergisinin yayınlanmasına önayak olan Özcan. Karabulut'un dediğine göre şimdilik 27 çalışma grupları varmış. Adana'daki toplantıda bu sayıyı 2'ye bölüp dergi en fazla 13 sayı çıkar dedim. Umarım yanılırım. 

Düşünsenize 27 çalışma grubu var. Her grubun 6 kişiden oluştuğunu varsayarsak yaklaşık 150 kişi eder ki bu öyküsünü hemen yayınlatmak isteyen 150 yazar eder. Benden Özcan Karabuluta’a öneri: Gel bu çalışma gruplarını ve çoksesliliği bir tarafa bırak, tecrüben dergiyi tek başına götürmeye yeter de artar da. Üstelik dergi 2 aylık peryotlarda yayınlanacağı için zamanla yarışma sorununu da olmayacaktır.

Dünyanın Öyküsü Dergisinin ilk sayısı muhtemelen beğenilecektir. Dergi elimize geçer geçmez baştan sona okuyup değerlendireceğiz. Hem de bütün yazı ve yayınlanan öyküleri tek tek değerlendireceğiz.

14 Ocak 2012 Cumartesi

Lale Müldür İle Söyleşi : Deli olduğunu kabul etmek kolay mı? (*)




Lale Müldür İle Söyleşi
Deli olduğunu kabul etmek kolay mı?
Ayşe Arman

Oldum olası tuhaf bir çocuk muydunuz?

İlkokulda normaldim galiba! Robert Kolej'de sapıttım. Aşırı bir enerjim vardı. Hem derslerde birinciydim, hem şiir yazardım. Üstelik çetelerim de vardı...

Nasıl yani?

İki çete kurmuştum! Hatunlar ve Kurukafa.

Ne tür faaliyetler yapardınız?

Kötü şeyler değil!

Kaç üyesi vardı?

Bir tek ben! Okulun bahçesindeki ağacın altına bir şey gömerdim ve "Bianca; Şu şu ağacın altına bak" diye dolabına not yapıştırırdım. 40 kişi için ayrı ayrı sürprizler. Çok vaktimi alırdı!

Normallerin aklına gelmeyen şeyleri düşünen, yapan bir çocuktunuz yani.

Evet. Çünkü hiperaktiftim. Bitmeyen bir enerji! Ama ne oldu. İlk aşkım, beni en yakın kız arkadaşımla aldattı. Her şey değişti. O hayat dolu kız gitti, melankolik biri geldi. Şiir dışındaki her şeye boş verdim. 16 yaşında, yaşama ve varoluşa karşı çıkış, ölüm arzusu, yani egzistansiyel sıkıntılar. Büyük bir travma!

O kadar mı çok sarsıldınız?

Yıllar sonra ortaya çıktı ki, her şeyi affetmişim de, bu olayı edememişim. Antalya'da Affetme Şampiyonası düzenlenecek, fikrin yaratıcısı Dr. Murat Kemaloğlu. Sayesinde geçmişimdeki bu olayla hesaplaştım. İlk aşkımı da, kız arkadaşımı da bağışladım. Ama daha yeni.

Küçükken çoğunluk sizi hangi sıfatla tanımlardı?

Ayıptır söylemesi, bana hep dahi gözüyle baktılar. Hatta Manchester Üniversitesi'ni bitirdiğimde bir arkadaşım, rektöre gidip "Niye Lale'ye birincilik verdiniz? Yıl boyu bir dolu kitap okuduk. O okumadı" diye şikayet etmiş. Rektör de, "İyi ama ondaki yaratıcılık sizde nerdeee!" demiş..

Dahi, yaratıcı... Başka hangi sıfatlar...

Eksik olmasınlar, yüzüme pek deli demezler! Sağı solu belli olmaz derler. Gırgır ve sosyal bulurlar. Ama tamamen asosyal dönemlerim de olur.

ODTÜ'de elektronik mühendisliği okumak sizin gelişiminizin doğal bir sonucu muydu, yoksa size bile çılgınca gelen bir meydan okuma mı?

Yok canım, ne alakası var, sadece komik! Liseyi bitirince şiir bursuyla İtalya'ya gittim. Gitmeden de mecburen üniversite imtihanına girdim. Babam matematik okumamı istiyordu. İyiydi matematiğim, Robert'te en iyi not 85'ti, ötesi düşünülemezdi bile, benimki 100'dü. Babamın isteği üzerine birinci tercih olarak ODTÜ Elektronik Mühendisliği yazmıştım. Nasıl olsa bu alanda okumayacağım... Diye düşünürken... Özleme dayanamayıp Türkiye'ye döndüm ve o yılın birincileriyle aynı sınıfta buldum kendimi. Ama sıkıldım! Yeniden imtihana girdim, yine kazandım. İki sene ODTÜ Ekonomi okudum. Ama politik nedenlerden bölümü kapattılar, Osman Kavala'yla birlikte eğitimimizi tamamlamak üzere İngiltere'ye gittik. Ekonomi lisansından sonra da, Essex'te edebiyat sosyolojisi yaptım.

Peki bunca hikayeden sonra birinin peşine takılıp, onun eşi olarak Belçika'ya gitmek sizin kişiliğinizle uyuşuyor mu?

Patrick, hayatımın aşkı! Ali Nesin tanıştırmıştı. Ali'ye göre Avrupa'nın en bohem tipiydi. Gerçi, ben bohemlerden hiç hoşlanmam, hep normal, sağlıklı tipler ararım ama bana da böyleleri denk geliyor! Önce yüz vermedim, sonra bir elektrik başladı. Beni Brüksel'e davet etti. Bu arada biz onu Paris'in en fakir ressamı olarak tanıyoruz. Babası Belçika'da bir fabrikada çalışıyormuş falan. Belçika'da büyük bir araziye girdik "Burası bizim bahçe" dedi, fabrikanın bahçesi herhalde diye düşündüm. Sonra bir şatonun önünden geçtik, "Bizim şato" dedi, fabrikanın şatosu demek istiyor diye düşündüm. Benim de sıkı anarşist olduğum dönemler. Sonra bir villanın önünde durduk, "Annemlerin evi" deyince, işte o zaman kıyameti kopardım: "Sen benimle dalga mı geçiyorsun? Beni buraya gösteriş yapmaya mı getirdin". Onu terk ettim! Aradan bir yıl geçti, tezimi teslim etmeye İngiltere'ye gideceğim, "Geçerken Belçika'ya uğrasana" dedi, uğradım. Evlenme teklif etti, kabul ettim. Aralıklarla tam 13 yıl sürdü ilişkimiz.

Şimdi ne yapıyor eski eş Patrick?

Buraya gelecek yeniden başlamak istiyor!

Bir şans daha verecek misiniz?

Vallaha, onun bir çocuğu var. Yeniden başlarsak hazır çocuğa konacağım! Ama bu ülkeyi terk etmek gibi bir niyetim yok. O da buralara gelmez. Olacak iş değil yani. Doksan yaşımıza geldiğimizde belki...

Ben yazdıklarınızın büyük bir kısmını anlayamıyorum. Beyinlerimizin çalışması arasında ne fark var?

Yazdıklarım manikdepresivitenin sonucu... diyemem! Zaten depresif dönemde pek bir şey yapılamıyor. Manik dönemde ise, kafama birlerce düşünce üşüşüyor, inanılmaz enerjik ve yüksekte oluyorum, ne var ki hiçbir düşüncede derinleşemiyorum. Bütün evreni çözmüşüm gibi geliyor ama manik dönem geçtiğinde "Ben neyi bulmuştum?" oluyorum, hiçbir şey gelmiyor aklıma...

Not edilemiyor mu peki?

Ciddi bir şey yok ki. Deli deli düşünceler! Kitap yapacak bir şey olmuyor yani. Ancak hipomani halinde şiir yazılabiliyor. Ama büyük eser yaratabilmek için bir miktar manik enerji gerekiyor. Zaten manikdepresivite esas olarak sanatçı, politikacı ve işadamı hastalığı. Doktorların iddiasına göre Lincoln, Roosevelt, Churchill öyle. Balzac da iyi bir örnek. İnsanlık Komedyası denilen yapıtı 85 romandan oluşuyor. Doktorlar, ancak bir manik depresif, böyle bir işin altından kalkabilir diyor. Bu hastalık, beyin kimyası ya da genetikle ilgili...

Yani kız arkadaşınızın, ilk aşkınızı elinizden almasıyla bir alakası yok...

Yok ama bir olayın da tetiklemesi gerekiyor. Ancak lityumla iyileştirilebiliyor. Bir tür tuz. Kesersem atak geçiriyorum. Bazen kesiyorum. Çünkü normal olduğumu düşünüyorum, bir şey olmayacak diyorum, kesiyorum ama oluyor!

Peki beyniniz normal insanların beyninden daha mı hızlı çalışıyor?

Maniklerin beyinlerinin de metabolizmalarının da normal insanlara göre daha hızlı çalıştığı söyleniyor, atlayarak ve inişli çıkışlı.

Hangi noktalarda kendinizi diğer insanlardan farklı görüyorsunuz?

Depresif zamanlarımda kendime çok eziyet ediyorum. Kendimi de, başkalarını da suçluyorum. İnsanlar bana "Hava güzel!" dese, "Eteğin sökük!" demişler gibi geliyor. Sürekli kuruyorum. Ama manik zamanlarımda, şu an hipomaniğim mesela, "Her şey çok güzel. Hatta mükemmel!" gibi bir ruh haline bürünüyorum. Manikler, depresif ve yıkık insanlara çok iyi gelirlermiş, belki de şiirlerimin biraz tutulmasının nedeni budur, o hayat dolu coşku, enerji, yükseklik insanlara sirayet edermiş. Kitaplarımı da ben genelde manik dönemde yazıyorum, belki de o yüzden okuyanlara iyi geliyor.

Herkes gibi olmaya çalıştığınız zamanlar var mı?

Hayatım boyunca normal olmak istedim! Yıllar önce, İngiltere ve Belçika'da doktorlar "Senin aşırı hassasiyetten başka hiçbir şeyin yok!" deyip, eklemişlerdi, "Aşırı hassasiyet de bir hastalıktır! Biz kelebek kanadından ağaç kabuğu yapamayız..." Bununla yaşamam gerekiyor. Gerçi artık manik depresif olduğumu da kabul ediyorum!

İnsan başta kabul etmiyor mu?

Kolay mı insanın deli olduğunu kabul etmesi!

Ne zaman kabul ettiniz peki?

Daha yeni. İki, üç ay önce bile "Ben normalim" deyip, ilaçları kesmiştim.

Ne oluyor kesince?

Bir ay içinde düşüyorsun! Allah'tan ben ağır vaka sayılmam. Daha ağırları var. Bir anda evlerini satıp, eşyalarını sokağa atanlar, bütün paralarını birilerine bağışlayıp, işlerini kapatanlar... Korkunç radikal kararlar alabiliyorlar. Çok para harcıyorlar. Ben bazen çöplüğe ihtiyacı olanlar alsınlar diye yedi yüz dolar koyuyorum ama benimki daha çok merhamet duygusuna giriyor!

Bu hastalığın sizin işinize yaradığı söylenebilir mi?

Sanatçılara, işadamlarına ve politikacılara faydalı olabilir. Ama tapu kadastro memurlarına değil! Bu bir hastalık. Varoluşa karşı bir öfke. Bu hayattan memnun olmama hali. Depresifken hiçbir şeyin anlamı yok, manikteyken her şeyin anlamı var! Odaya kelebek gelse, bir anlam yüklüyorsun. Her şeyin anlam kazanması da aslında bir anlamsızlık sorunsalıymış...

Sizinle aynı konumdaki bir adamla aşk yaşamak nasıl olurdu?

Manik depresif bir adamla mı? Felaket! Aynı anda maniğe girersek birbirimizi tamamen delirtebiliriz. Depresif dönemde de ise zaten birlikte intihar ederiz!

Manik depresifin ilişki kurması zor mu?

Normallerden acayip sıkılıyorum ben. Sadece çok zeki ve enteresan tiplerle anlaşabiliyorum. Manik depresiflerin gençliklerinde şizofreni, orta yaşlılarında paranoya, yaşlılarında erken bunama söz konusu oluyormuş. Allah beni korusun!

İyi şiir yazmak için çok pahalı bir bedel değil mi?

Şiir, manikdepresifliğin değil, disiplinli bir çalışmanın ürünü. Ama öğrendiğime göre, bu hastalık, kısa dönemde çok şey becermek için avantajlı. Çünkü günlerce uykusuz kalabiliyorlar...

Hiç bu hastalığın üzerine yattığınız oldu mu?

Yok. Hastalığımla övünmüyorum! Pişman mıyım? Değilim, o ayrı. Güzel yaşadım. Normallerle iyi geçinemediğimi söylememe rağmen, yine de, pazarda domates ve soğan alan kadınları bazen kıskanmıyor değilim...

* Ayşe Arman tarafından yapılan bu söyleşi 31 Mart 2002 tarihli Hürriyet gazetesinden alındı. 5. Çukurova Kitap fuarında Aydın ILGAZ sohpet sırasında Lale hanımdan söz edince aklıma zamanında adanasanat.com'a aktardığımız bu söyleşi geldi.

13 Ocak 2012 Cuma

Nazlı Eray : İnsanlara küçük mucizeler yaşatabiliyorsam ne mutlu bana(*)



Nazlı Eray İle Söyleşi"İnsanlara küçük mucizeler
yaşatabiliyorsam ne mutlu bana"

İzzet Yasar

Madem soruları benim sormamı istedin, zor bir soru sorayım da gör: Borges'le Sait Faik aynı anda denize düşse, senin de elinde bir tek can simidi olsa, hangisine atarsın?
Gerçekten zor bir soru... Bak ne yaparım, "Hişt, hişt" der can simidini Sait'e atarım. Biliyorsun Borges'in gözleri artık hiç görmüyor, yanında hep bastonu var. Onunla düşmüştür denize.. Bu sırada Sait can simidini takar, "Aman Sait, Borges'i kolla!" diye seslenirim ona. Sait Borges'in suyun üstünde yüzen bastonunu yakalar, sandalın ucuna takar, yardım eder Borges'a, o da bastonuna tutunur. Sonra ben ikisini de çekerim sandala (Bir sandalda ya da ufak teknede olduğumu varsayıyorum.)
Bütün yazarları, sinemacıları, ressamları, bestecileri denize döküyorum şimdi, ama sana da makul miktarda can simidi bırakıyorum.
Bana kalırsa bu daha zor bir soru. Ama kolayı var! Hemen bana bıraktığın "makul miktardaki" can simitlerinin bir fotokopisini çektiriveririm bizim sokağın köşesindeki kırtasiyeci İrfan'a. Şimdi
elimde senin bana verdiğinin iki misli fazla can simidi var.
Şöyle bir bakınırım denize döktüklerine; başlarım can simitlerini atmaya.
Cocteau'ya atarım bir can simidi, Octavio Paz'a bir tane, Aragon'a, Rafael Alberti'ye, sonra Lorca'ya, Lautreamont'a, Hesse'ye, Beckett'e, Vian'a birer can simidi.
Rimbaud'ya, Kawabata'ya, Cortasar'a, Dylan Thomas'a, Thomas Mann'a, Conrad'a ve de Marquis de Sade'a atarım birer can simidi.
Sade, can simidini kapınca fısıldarım kulağına, "Denizden çıkınca Justine'in bende bulunan çok eski bir baskısını imzalar mısınız, sayın Marquis?" derim.
Acaba imzalar mıydı? İşte bunu çok merak ediyorum!
Sinemacılara gelince, Francis Ford Coppola'ya bir can simidi, Wajda'ya, Fassbinder'e, Bunuel'e, Kurosawa'ya, Bertolucci'ye, Oshima'ya, Kubrick'e, Vittorio de Sica'ya, Rossellini'ye, Orson Welles'e, Sam Peckinpah'a ve Cavanni'ye birer can simidi atardım.
Ressamlara gelince tek can simidi kullanırdım. Diego Rivera'ya. (Aslında Paul Delvaux'ya da bir tane atabilirim. Yanlış anlama. O kadar çok sevdiğim ressam var ki, simitler yetişmez.)
Ama Diego Rivera benim için çok başka. Saydığım isimler arasında bir isim olarak kalsın istemiyorum. Tüm yaşamı, yapıtları, düşüncesi ve çıldırarak ölmesi ile başlı başına etkiliyor o beni.
Rivera'nın hastane odasında ölmezden az önce söylediği şu cümle ne müthiş:
"Düşlerim benim için asıl gerçeklerdir. Gerçek ise benim için yalnızca bir fantezi..."
Mexico City'e gidip bu büyük devrim ressamının, duvarları, binaların içini kaplayan resimlerini yakından görebilmek için çok şey verirdim.
Gelelim bestecilere... Ne tuhaf, gene bir tek can simidi kullanacağım. O da Paganini için.
Bu çılgın kemancı, devrinde "Şeytan" olarak tanınan bu adamın kişiliği ve müziği büyülüyor beni. İnanır mısın, Paganini'nin müziğinde bulduğum hız'ı çok az buldum başkalarında. Dinlenmesi zor olan tüm besteleri, sanki Paganini'nin ruhunun insan ruhunun çığlıkları, haykırışları...
Biliyorsun, yazarken Paganini ve opera dinleyebiliyorum ancak.
Bundan başka can simidi atacağım bazı "ses"ler var, İzzet. Onlarsız yapamıyorum. (Zaten baktım, azalmış bizim can simitleri...)
Bu sesler öyle eski, öyle modası geçmiş sesler ki, şaşacaksın. (Çoğu klasik oldu ama çoğu da bilinmiyor. Kaybolmuş...)
Bir can simidi, Hina Spani'ye... 1920'lerin sonlarında, apandisiti patlayarak, opera sahnesinde fenalaşıp ölen güzel koloratur soprano Hina Spani'ye...
Bir başka can simidi Supervia'ya (Aynı dönemin sesleri. Artık kaybolmuşlar.)
Sonra, Caruso'ya, Gigli'ye, Tebaldi'ye, İmperia Argentina'ya, Tino Rossi'ye ve şu sırada Metropolitan Operası'nı yıkıp geçiren, bence dünyanın en güzel seslerinden biri olan Joan Sutherland'a..
Kuşkusuz Piaf'a ve Amalia Rodriguez'e de birer can simidi.
Evet, can simitlerine bakıyorum. Bir tanecik kalmış!
Onu da, başka bir kıtadayken, bir süre beraber çalıştığım, uzun uzun konuştuğum, şiirini sahnede okurken adeta havalanan, uçan, kitleleri büyüleyen, Sovyet Rus şiirinin genç kuşak şairleri arasında en güçlü adlardan biri sayılan Andrey Voznesenski'ye atıyorum.
Voznesenski lacivert bir takım elbise ile çıkardı sahneye. İyi taranmış olurdu saçları. Bir başlardı Rusça şiirini okumaya, ayaklanırdı tüm salon.
Onun votka içince terlediğini, bazen sıkıntılı gözlerle ufka baktığını, dişini bir kürdanla karıştırdığını görmüşümdür. Şiirini kitap arasında bırakmıyordu. Özenle kapattığı bir kel'i, votkadan mahmurlaşan gözleri vardı.
Sıkıntılı adamdı sahne dışında... İşte can simitlerim bitti.
Artık ciddileşiyorum ve masaya yumruğumu vurarak, Nazlı arkadaş, diyorum, disiplinsiz bir dünya yaratıyorsun sen hikayelerinde. Hiç kandil çöreğinden adam çıkar mı? İnsanlar kuş olup uçar mı? Tavuklarda, horozlarda toplumsal jest bulunur mu? Bunlar gerçekçiliğe sığar mı?
İzzet, sanki yanıtlamışım gibi geldi bu sorunu, tüm yukarıdakilerle... Tuhaf, dünyam disiplinsiz, ben ise disiplinliyimdir.
Unutma, bir bozkır insanıyım ben. Ankara gibi, evde kalmış, kızkurusu bir kenti sahipleniyorum.
Her sabah uyandığımda, aynaya bakar ve insan olduğum için eseflenirim biraz. Bu çok zor bir iş çünkü.
Sonra saatlerce bozkıra, kentin bitimine baktığım olur.
İşte o zaman kandil çöreğinden adam da çıkar, insanlar kuş olup uçarda...
Tavuklarda, horozlarda "toplumsal jest"e gelince, pek tabii bulunur. Çünkü onlar "benim" tavuklarım ve horozlarım. (Çok eskiden bir Electra yazacaktım. -Bir oyun- Kümeste geçecekti, sonradan vazgeçtim.)
Bunlar gerçekçiliğe tabiî sığar. Burjuvaziyi bir kümesten daha iyi nerede görebiliriz?
Dikkat et, tavuk ve horoz tam burjuva hayvanlardır. (Hatta çok dikkat edilince kümes'te bir "harem" yaşamı bile görebiliriz.)
Üstelik gerçek kavramı her an değişiyor. Ben Paganini'nin çılgın müziği ile peşinden koşuyorum onun...
İnsanlarına küçük mucizeler yaşatıyorsun sık sık. Sonra bakıyoruz, aslında pek değişen bir şey yok ortada. Hikaye de bitmiş. Rüyadan uyanmış gibi 'film bitmiş' gibi, bir tuhaf oluyoruz. Yanlış mı?
Eğer dediğin gibi insanlara küçük mucizeler yaşatabiliyorsam sık sık, ne mutlu bana.
Doğru, bazen hikaye bile yoktur ortada. Örneğin Geceyi Tanıdım adlı kitabımda, Nehri Bana Geri Ver adlı hikayedeki gibi. Hikaye başladığında olay çoktan bitmiştir. Hikaye filan yoktur ortada... Geriye kalan çığlıktır o. Nehir de gitmiştir. Daha doğrusu, almışlardır nehrimi elimden.
Senin yazının öznesi 'yetişkin' ya da 'normal' değil kesinlikle.
İbzer'in arkadaşını düşünüyorum : Dil-öncesi bir bebek o, delinin biri ya da. O hikaye bütünüyle erotizm yüklü bence.
Anladım, Ah Bayım Ah'daki, Sonsuzun Çocuğu adlı hikayeden söz ediyorsun. Ortaokulda yazmıştım onu. Hikayeye ilk girişimdir bu benim. Ve orada sudan çıkıp da benimle oynamayan, beni atlatan, "tek hücreli" bir yaratık olan sevgilim İbzer'i taşla ezerek öldürüyorum.
Yanılmıyorsun, gerçekten erotik bir hikayedir o... Yalnızlığımı duyarım ve sahip olamadığım İbzer'i ezerim bir taşla. Sonra bir elma bahçesine gider ve çiçek açmış bir elma ağacı olan babamın, akşam yelinde çıkardığı hışırtıları dinler dururum.
Hemen bütün hikayelerinde aynı şey sözkonusu aslında. Düşüncemizi, iletişimimizi yöneten mantık açısından 'yasak' bir yazı seninki. Bir 'haz' yazısı. Şehirden kümeslere, kırlara kaçıyor, mesai saatleri içinde hayal kuruyor, resmi törenlerde gizli gizli konyak içiyor.
Pek tabii mantık açısından "yasak" bir yazı benimki.
Ankara bozkırında oturmuşum, bir Orphée yazıyorum şu sırada. Bir pansiyon odasında başlıyor Orphée. Romanda Euridice yok. Yalnız bir Orphée bu. Ama Orphée, çağın vurgununu yemiş. Cebindeki telefon defterinde Euridice'nin öbür dünyadaki telefon numarası var. Belki postaneden arıyor arada bu santrallı numarayı... Romanın ikinci kişisi, Orphée'nin her gün haşır neşir olduğu, evlenmek isteyen, kız kurusu kent Ankara.
Belki de Orphée'nin tek diyalogu kent ile.
Orphée arada bir şehirlerarası otobüse atlayıp, cehenneme, olmayan Euridice'yi bulmaya da gidiyor.
Bu arada "Ankara" çeyizini hazırlıyor, topuk atan evlatlık gibi Orphée'nin başının etini yiyor. Üniversiteleri var, hastaneleri var, göbekleri var, her şeyi var Ankara'nın, ama onu alan yok.
Kent bu bunalımı yaşayıp duruyor.
Hep özlüyormuşsun" gibi geliyor bana, seni okurken. 'Burada' değil de 'orada' olan belirsiz bir şeyleri. / Çok özel bir tespit oldu, istersen geçelim./
Doğru. Hep özlerim belirsiz birşeyleri... Arar dururum. Amatör insan'da da böyle, Orphée'de de...
"Pasifik Günleri'ni okumadım henüz. Bu söyleşiyi onunla bitirmemde bana yardımcı olur musun?"
Pasifik Günleri çok sevdiğim bir romanım.
İki kez gittim Pasifiklere. İkinci gidişimde oldukça uzun bir süre kaldım. Serseri bir yolculuktu... Öyle çok şey görüyordum ki, Uzakdoğu'nun tılsımı bir türlü bırakmıyordu beni. Orada dostlarım gerçek sihirbazlar, morfinmanlar, mimciler, altın yontu tanrılardı. Bir teneke robot da var romanda. O, Ankara'da dolaşıp duruyor...
Romandaki kişilerin hepsi gerçek. Roman bir gezi romanı değil, düşlerin, yargılayanların ve de yargılananların romanı.
Üçüncü boyut olarak bir de kamera var romanda. Werner Herzog'un kamerası.
Romanı anlatmak güç. Sen oku, sanırım seveceksin. Muson yağmurları, zonklayan liman Singapur, güzelim Tokyo, tümen tümen sarı ırkın doldurduğu sokaklar ve insan çığlıkları var Pasifik Günlerinde.
Eğer insan seslerinin, iç uğultuların, yaşanmış ve yaşanamamış olayların, bir takım zaman aşımına uğramış cinayetlerin, aşkların, çaresizliklerin, düşlerin ve gerçeklerin bir örgüsü yapılabilirse belki de "Pasifik Günleri" o...

* İzzet Yaşar tarafından yapılan bu söyleşi Gösteri Dergisinin Ocak 1982 tarihli sayısından alındı.