7 Mayıs 2010 Cuma

Naim Kandemir

Naim Beyi ve eşi Sema hanımı yaklaşık 10 yıl önce Adana’da tanıdım; kitapkurdu diye küçük bir cafeleri vardı. Bir hafta sonu evde olmaktan sıkılınca elime birkaç Negatif dergisi(Duygu Asena'nın bir zamanlar çıkardığı dergi) alıp dışarı çıkmış ve dergileri okumak üzere Kitapkurdu’na oturmuştum. Zamanla Naim Bey ve hakiki Adanalı olan eşi Sema hanımla sık görüşmeye başladık. Bir süre sonra Naim Beyler aniden Adana’yı terk edip Cafelerini Ankara’ya Selanik caddesine taşıdılar. Aşağıda verdiğim şiiri adanasanat.com aktif iken gerçekte Samsunlu olan Naim beyi Adanalı Şairler kategorisine alıp yayınlamıştık.

Karşılaşırsak Yıllar Sonra

Karşılaşırsak yıllar sonra
(Bilirim bu karşılaşma
umulmadık şehirde ve
zamanda olacaktır)
Tek isteğim bulabilmektir yüzünde
O yürek yeşerten gülüşünü
Unuttum sanma
Bir de gözlerini isterim
Eskisi gibi derin

Günlerin mirası
Alnımdaki çizgiler
Çoğalmış olacaktır karşılaştığımızda
Bacaklarım bildiğin gibi
Eski çevikliğinde
Bıyık bırakmış olursam şaşırma
Hiç bıyıklı görmedin beni

Varsa yeni şiirlerim
Çıkarıp koynumdan veririm sana
İleride "nerdedir şimdi" diye merak edersen
Nerde olduğumu
Söyler şiirlerim sessizce

Gelince ayrılma zamanı
Birbirimizi gözlerimizde bırakıp
Kavuşturmasa da karşılaştıran
Yeni şehirlere yürürüz

Yürürüm ayrılıklara yalnızlığımla
Yürürüm dudağımda yanağının tadı
Ve yüzün gözlerime çakılı

Naim Kandemir şu sıralar eşi Sema hanımla birlikte Çanakkale'de yaşıyor. Bir süre önce bir forumda Naim beyle ilgili olarak aşağıda verilen değerlendirmeye rastladım. Foruma bu değerlendirmeyi yazan arkadaşın adını bilmiyorum. Çünkü gerçek adı yerine nick kullanmıştı.

Kavram Karmaşa’nın Şubat 2001 Sayısında bir şiirin yanına çek işareti atmışım. Bu işarete “üstünde durulmaya değer şiir” anlamı yüklediğimi anımsıyorum. Şiirin altında Ali Rıza KARS imzası var. Derginin bir sonraki sayısında bahsettiğim şiirin Ali Rıza KARS’a ait olmadığı, yanlışlıkla-dizgi hatası sonucu şiirin altına onun isminin yazıldığı, sahibinin bilinmediği belirtilerek okurdan özür dilenmiş. Müthiş etkilemiş bu şiir beni. Ne yapıp edip şiirin kime ait olduğunu öğrenmem konusunda içimde müthiş bir bir istek büyütmüşüm!... Çalmadık kapı bırakmıyorum bu uğurda. Evet, hani derler ya; “arayan Mevla’sını da bulur, belasını da”, hayır, bulduğum ne Mevla, ne de bela. Şiirin kime ait olduğu: Naim KANDEMİR. Araştırmalarım sonunda onun emekli bir memleket emekçisi olduğunu ve Çanakkale’de yaşadığını öğreniyorum. Sonra, şiirlerini hep takip etmek istediğim şairler olarak ajandama kaydediyorum adını. Fakat ne çare. Uzun yıllardır birkaç defa imzasına rastlıyorum dergilerde. Bu kadar. Düşünüyorum şimdi, neler oldu bu alemde onu şiire küstüren. Ey şair, bize yine sızdır günlerden şiirlerini. İşte o şiir:

GÜNLERDEN SIZAN (*)


Sussam çevremde akbabalar dansı
Konuşsam ses boğan barikatları köhnemiş sarayların
Dönemeyeceğim kadar benden uzak avungan çocuk yıllarım
Yanıtlanmayan sorularım hâlâ yanıtsız
Ömürlerden taşar gençliğimde zaptedilemeyen hüznüm
yine aynı hüzün
Ağlarsam yağmurda ağlarım kimse anlamamalı


Günlerin vahşetinde ezilirken güller içimde
Kanırtan bir dildi ki ağzımdaki öncelikle çuvaldız
Bir melodiyken kulaklara şafaktaki boynun çıtırtısı
Dağıtamaz çenesuyu ustaları içime çöken avlu sessizliğini


Kılavuzdu ağdaya muhtaç yüreklere yağı bitmiş kandiller
Yürüsem her yön uçurum dönsem her yanım inkârdı
Ve birkaç kopuk yılda yaşadım hayatın tüm yaşlarını


Ey bana kuyular kazan dizginlenemez sözcüklerim
Savrulan beş çaylarına kırık aynalar şenlensin
Ey şair!
Savur kendini sözcüklerine yaraların neşterlensin.

Naim KANDEMİR
(*) Kavram Karmaşa / Şubat 2001 / Sayı:17

Bu şiirin yanlışlıkla başka bir imza ile yayınlandığı günlerde Naim beyle sık görüşüyordum. Sonra Naim Bey bu şiirini ve son yıllarda yazıklarını Camın Buğusuna Yazılanlar adlı kitapta topladı. Günlerden Sızan ve aşağıda verilen Bir Gün Çıkıp Geleceğim şiirini sevdiyseniz Naim Kandemir'in şiirlerini bulmayı deneyin. "Camın Buğusuna Yazılanlar" kitabını Ankara'da bazı kitapçılarda bulabilirsiniz.


BİR GÜN ÇIKIP GELECEĞİM

Bir gün çıkıp geleceğim
Yağmurlar altında şemsiyesiz
Nemden çürümüşse de ciğerlerim
Damlalar gözlerimde buharlaşır.

Kapı çalınışları da unutulur
Aykırı konuklardan, uzak yaşayışlardan
Biraz çekinik
Eskisi gibi vururum kapını
Birden karşımdasındır
Gözlerin bildiğim gözlerin değilse
Bakma bakamam
Anlarım yanlış kapıdır çaldığım

Bir gün çıkıp geleceğim
Görünce pencerende 'yeşil panjurları'
Yüreğim daha bir bende
Çekip gideceğim.

6 Mayıs 2010 Perşembe

İnisiyatif Sanat Cafe

Bu sayfalarda zaman zaman Adana’da gidip oturduğum yerlerden söz edeceğim. Bunu yaparken değerlendirmelerim ister istemez kişisel olacak. İnisiyatif, notebook bilgisayarımla gidip çalıştığım birkaç yerden birisidir.
İnisiyatif cafede yalnızca bir çay içip çıkabileceğiniz gibi yemek yiyebilir, bira içebilir veya kitabınızı, derginizi, gazetenizi alıp orada okuyabilirsiniz. Burada size sunduğum fotoğrafları ben çekmedim: Bu fotoğrafları İnisiyatif Cafenin sitesinden aldım. Denesem bile bu fotoğraflardan daha güzelini çekemezdim. 


Bu resimden fark etmiş olabileceğiniz gibi yalnızca bir çay içerek İnisiyatif'te oturmak mümkün için yemek yiyip içki içmek mümkün. Fiyatlar mı? Bence fiyatlar normal.

Sigara yasağından sonra bütün Cafelerde olduğu gibi İnisiyatif Cafe'de bahçeye ağırlık verdi. Bana sorarsanız bahçenin dizaynı oldukça hoş. İnisiyatif Cafe'nin personeli özenli ve servis kalitesinin iyi olduğunu söyleyebilirim.


Facebook hesabımız: http://www.facebook.com/adana.sanat

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Nakıp Ali ve Ülkü Tamer(*)

Gaziantep'te 70'li yıllarda orta okul ve lisede okurken her fırsatta sinemaya giderdim. O yıllarda Gaziantep'te 5-6 sinema(Nakıp, Saray, Büyük, Kent..)  vardı. Nakıp Sineması bu sinemalardan birisiydi. Nakıp Ali ise sözünü ettiğim sinemanın sahibiydi. Gittiğim sinemalarda film bir kaç dakika geç başladığında veya film koptuğunda her antepli gibi "İ.. Makinist Nakıp Aliyi geçtin" diye bağırdım. 

Ayrıca lisede Nakıp Ali'nin Ali Nakıpoğlu adındaki torunu ile aynı sınıfta okuyordum, aynı sırada oturuyordum. Yakın bir zamanda Gaziantep duğumlu Şair Ülkü Tamer'in Nakıp Ali ile ilgili anılarını Alleben Anıları adlı kitabından okuyunca orta okul ve lise yıllarımı hatırladım. Bu anıların bir kısmını sizlerle paylaşmak istedim. Alleben Anıları kitabını bütün Anteplilere ve sinemaseverlere önermek isterim.



İnsan Sinemaya Niçin Gider?

Oniki yaşındaydım. İlkokulu bitirdikten sonra öğrenimimi sürdürmem için babam İstanbula'a göndermişti beni. Yaz tatillerinde gidiyordum Antep'e. 1949 Ocak'ında yarıyıl tatili için Antep'teydim yine. Kentte son günümdü. Ertesi akşam trenle İstanbul'a dönecektim. O gece annemle babam sinemaya götürdüler beni. Nakıp Ali'nin sinemasına.

"İki film birden" izledik. Sinemadan çıkarken, Nakıp Ali (Ali Nakıpoğlu) beni gördü. "Nasıl, beğendin mi filmleri?" diye sordu.

"Beğendim ama, gelecek program çok güzel. Onu kaçıracağım," dedim.

" Niye?" dedi Nakıp Ali." Önümüzdeki hafta oynatacağız."

" Ben yarın akşam İstanbul'a gidiyorum," dedim.

" Talihine küs," dedi Nakıp Ali.

Ertesi sabah dokuzda bizim kapı vuruldu. Açtım. Bir adam. "Nakıp Ali seni istiyor," dedi.

Sinemaya gittim hemen. Nakıp Ali kapıdaydı. "Gel, otur," dedi. Salonda bir koltuğa oturttu beni. Görmek istediğim filmi on iki yaşındaki o çocuk için, sadece benim için oynattı.

Türkiye'de ilk sinematek İstanbul'da kurulmadı. Antep'te kuruldu. Gerçi " Gaziantep Sinema Tiyatro Derneği" ydi adı (o zamanlar, 50' lerin sonlarında, "sinematek" sözcüğünün varlığından bile habersizdik). Sevgili Orhan Barlas'la "Anteplilere güzel filmler izlettirelim" diye bu derneği kurmuştuk. Rauf Kutlar da bizi destekleyince, Nakıp Ali'ye gittik.

Nakıp Ali. "Hayırlı bir iş yapıyorsunuz, sinemam sizin. Ne zaman isterseniz kullanın," dedi.

Adana'ya film almaya gittim. İşletmecileri dolaştım. İstediğim filmleri bulamıyordum. Sanat filmi deyince neler neler koyuyorlardı önüme. Sonunda akıllı bir işletmeci, "Haa," dedi, "sen edebi film istiyorsun."

Yanımda Carol Reed'in "Adalar Sürgünü"yle döndüm Antep'e.

Derneğimizin açılış gecesi geldi çattı. Nakıp Ali'nin sineması tıklım tıklımdı. Kültürle ilgili bir etkinlik olduğu için, Vali'nin önerisiyle, Milli Eğitim Müdürü bir konuşma yapacaktı filmden önce.

Müdür sahneye çıktı. İçkiliydi. "Sayın Vali'nin Hanımı, Sayın Savcı, Sayın Hanımı," diye söze başladı.Sonra, "Bunlar bir dernek kurmuşlar. Film gösterip halkın kültür düzeyini yükselteceklermiş. İnsan sinemaya niçin gider? İnsan sinemaya baldır bacak görmek için gider," dedi, indi.

Donakalmıştık. Birdenbire Nakıp Ali fırladı sahneye. "Ben," dedi, bu bölgenin en eski sinemacısıyım. Tahsilim yok. Ama bildiğim bişi var. İnsan sinemaya gider ve orada görmek istediğini görür. Kimileri sinemaya gider ve orada görmek istediğini görür. Kimileri sinemaya güzel şeyler görmek için giderler. Onlar güzel şeyler görürler. Kimileri de sinemaya baldır bacak görmeye giderler. Onlar da sadece baldır bacak görürler."

Alkışlar arasında film başladı.
Ertesi gün Orhan Barlas'la oturup bir bildiri kaleme aldık, Milli Eğitim Müdürü'nü kınadık. Bildirimizi de Vasıf Güllüoğlu'nun baklavacı dükkanının camekanna astık.

Boşuna zahmet etmiştik aslında. Nakıp Ali'nin söylediklerine ne ekleyebilirdik ki!

Patlıcan Kendini Marokenle mi Kaplattı?

Nakıp Ali,Güney Doğu Anadolu'da sinema açan ilk kişiymiş. Ahşap Asri Sinema (sonradan "altı beton üstü beton Nakıp Sineması" oldu") açılınca, Antepliler bu yeniliğe büyük ilgi göstermişler. Nakıp Ali, " Sinemam öğrencilere bedava. Büyükler de gece okuluna yazılıp müdüründen kağıt getirirlerse, onlara da bedava," demiş. Koca koca adamlar, sinemaya gidebilmek için gece okuluna yazılıp öğrenmişler."

Böylesine bir okuma yazma seferberliğinin komutanıydı Nakıp Ali.

İstanbul'da okuyordum.Yaş 13-14 Hafta sonları Beyoğlu'na çıkınca, sinemaların kapıları üstündeki fenerlere (özel olarak yapılmış kocaman, renkli afişlere) nasıl da hayran hayran bakardım! Antep sinemalarının kapıları üstünde de büyük afiş tahtaları vardı; ama o tahtalarda aynı afişten birkaç tane yan yana çakılırdı.

Yaz tatilinde Nakıp ALİ'YE, "Neden sen de sinemanın üstüne kocaman afiş asmıyorsun?" diye sordum.

"Kime yaptırayım," dedi.

"Ben yaparım," dedim.

Kapı üstündeki afiş tahtasının ölçülerini aldım. Evimizim avlusunda kağıtları yan yana yapıştırdım. Toprak boyayla sarı bir zemin çektim. Lacivert harflerle filmim adını yazdım: "Zeytinliklerin Altında Sükûn Yok" . Kırmızıyla "Lucia Bose". Kuruduktan sonra afişimi katlayıp sinemaya götürdüm.

Nakıp Ali , makinist, gişeci, tam anımsamıyorum ama sanırım bir de komşu kahveci, bu "başyapıt"ı ilk gören kişiler olmak onuruna erişmek üzere koşup geldiler.

Afişi açıp yere yaydım. Yaymamla birlikte her yanımı soğuk ter bastı.

Çocuğun daha, nereden bileyim... Toprak boyaya, tutsun diye, tutkal katılırmış. Benim afişteki toprak boya toz olup akmış, sarılar laciverde, lacivertler kırmızıya karışmş.

Nakıp Ali bir afişe baktı, bir bana. "Eline sağlık!" dedi. Sonra adamlarına dödü: "Asın ulan şunu!"

Benim fener, kapının üstünde bir hafta asılı kaldı.

Nakıp Ali, yine çocukluğumda, Belediye'ye başvurdu. Bilet fiyatlarını 25 kuruştan 34 kuruşa çıkarmak için.

Belediye'den yanıt geldı: "Sineman kalorifer yaptırırsan, koltukları marokenle kaplatırsan, olur."

Nakıp Ali Belediye'yi bastı o gün:

"Ulan pazarda biber kendi kendine kalorifer mi taktırdı da 8 kuruştan 10 kuruşa çıktı? Patlıcan kendini marokenle mi kaplattıda 12 kuruştan 20 kuruşa çıktı?"

Nakıp Ali'siz bir Antep yine Antep olurdu herhalde, ama bir başka Antep olurdu.

Yarım Hacı Nasıl Olunur?

Nakıp Ali bir Hac filmi getirtti Antep’e. Camii hocalarını toplayıp ziyafet çekti; sonra da özel olarak filmi oynattı onlara. Ertesi gün, artık nereden çıktıysa, bir rivayet yayıldı kente: “Bu filmi yedi kere gören tam hacı, üç kere gören yarım hacı sayılır.”

Film kapalı gişe girdi gösterime. Haftalarca oynatıldı. Arada bir yaşlı kadınlar geliyordu Nakıp Ali’nin yanına:”Evladım, ben iki kere gördüm. Üçüncüsüne param kalmadı. Sevabına... Bari yarım hacı olayım.” 

“Gir, bacım,” diyordu Nakıp Ali. “İstersen dört kere daha gel. Para mara istemez.”

Az kişiyi mi bedavadan aldı içeriye...

Dinine bağlı bir adamdı. Ama yobaz değildi. Saza gider, rakısını içer, eğlenmesini bilirdi. Çıkarcı değildi. Din sömürücüsü hiç değildi. Hınzırlığına yapmıştı bu işi.

****

“Nakıp Ali az kişiyi mi bedavadan aldı içeriye,” dedim. Yalnız Hac filmiyle sınırlı değildi bu. Kapı önünde, elleri pantolonlarının ceplerinde, hayran hayran afişlere bakan, ama paraları olmadığı için gişeye yanaşamayan çocuklara, “Ulan, ne diye kalabalık ediyorsunuz orada! Hadi, girin içeri!” derdi. Onlara meyan şerbeti ısmarladığı bile olurdu.

Sinemaya gidince meyan şerbeti içmemek olur mu zaten! Şerbetçiler, sırtlarında tulukları, taslarını çıngırdatarak dolaşırlardı salonda. Sadece filmden önce ya da iki film arasında değil. Film oynarken de dolaşırlardı. Bu yüzden kavga çıkardı bazen. Casus Kıran’nın salladığı sumsuğu (yumruğu) önlerinde dikilen şerbetçi yüzünden kaçıranlar ya da Jack Elam’ın öldüğünü görüp de şöyle bir of çekemeyenler basarlardı küfrü. Ama kısa sürerdi kavga. Nakıp Ali’nin gürlemesi duyulurdu: “Nâlet oğlu nâletler! Seyredecekseniz adam gibi seyredin! Burası sinema!” 

****

Sinema-Tiyatro Derneği olarak kutsal görevlerimiz olduğunu düşünüyorduk! Oturduk, Orhan Barlas' la yabancı elçiliklere mektuplar döşendik. Sanat belgeselleri, özellikle sinema konusunda filmler istedik. Bir süre sonra Amerikan Haberler Merkezi'nden iki çuval film geldi. 16 milimetrelik kopyalardı bunlar. Çoğu sinema tarihiyle ilgiliydi. Onları ayırıp Dayı Ahmet Ağa İlkokulu'nun bahçesinde oynardık.

Çuvallardan bir de 35 milimetrelik film çıkmıştı: ''Washington Camii''. Washington'da yeni yapılan bir camiyi anlatıyordu. 10-12 dakikalık bir belgeseldi. Türkçeydi. Üstelik renkliydi.

''En iyisi, biz bunu Nakıp Ali'ye verelim, o oynatsın,'' dedik.

Nakıp Ali filmi aldı. Afiş tahtasına da koca harflerle ''Filmlere ilaveten 'Washington Camii'. Renkli. Türkçe sözlü'' diye yazdırdı.

''Washington Camii'' inanılmaz ilgi gördü. Filmler değişiyor, o değişmiyordu. Öteki sinemacılar sıraya girdiler.''Nakıp Ali'de işi bitince verin, bizde oynatalım '' diye.

Bizim belgesel bütün yaz afişte kaldı. Caminin Washington'daki cemaati, sanırım Antep'teki kadar büyük olmamıştır hiçbir zaman. 

Nakıp Ali'yi Geçti!

Korku filmlerinin yeri ayrıydı. Boris Karloff 'un, Lon Chaney Jr, Bela Lugosi'nin yerleri ise apayrıydı. Frenkenştayn, Kurt Adam, Drakula. Büyüyünce de çok korku filmi gördüm. Ama hiçbirinden o eski tadı alamadım. 

Çoçuktuk bir kere. Kurt Adam birini mi parçalıyor, kendi kendimize, ''Rol icabı, rol icabı'' derdik. Nakıp Ali'nin sineması da o korku filmlerinin havasına pek uygun düşüyordu. Perdenin yanında odun sobası. Salonun ortasında sütunlar. Gıcırdayan tahta koltuklar. Sinema, Frenkenştayn'ın şatosunun bir uzantısıydı sanki; perdedeki dekorun bir parçasıydı. Biz de olayı uzaktan izeyen seyirciler değil, Film bittiğinde sağ kalmayı başarabilen tanıklardık. 

''Frenkenştayn Kurt Adama Karşı'' yı nasıl unutabilirim! Biz tek canavarla zor başederken şimdi ikisi birden karşımıza çıkmıştı. Filmin sonunda onlar boğuşurken biz kan ter içinde kalmıştık. Halil Dayı' nın oğlu Aydın'ın baş ağrısı iki gün geçmedi; ama o, bunun nedeninin sinemada içtiği meyan şerbeti olduğnu söyledi hep. 

Her filmi görürdük. Her filmi severdik. Ama yerli filmleri biraz daha az severdik. Biraz ''Yılmaz Ali'' , biraz da ''Kahveci Güzeli'' ilgimizi çekmişti. ''Hasret'', ''Taş Parçası'', ''Şehvet Kurbanı'' gibi filmlerden sıkılırdık. ''Dertli Pınar'' ile ''Fedakar Ana'' ise bıktırmıştı bizi. İkisi de yılda üçer-dörder kere oynatılırdı. Hele ''Fedekar Ana''... Sanırım, Nakıp Ali bu filmin kopyasına el koymuştu. Ne zaman filmsiz kalsa, hemen ''Fedekar Ana'' nın afişi çakılırdı sinemanın kapısına. 

Acıklı filmlerden pek hoşlanmazdı Nakıp Ali. Bu yüzden, bazı yerli filmlerin sonlarını keserdi. Diyelim, oğlanla kız nice beladan sonra kavuştular, birbirlerine sarıldılar. Herkes tam oh çekeceği sırada kötü adam çıkıyor ortaya; oğlanı da, kızı da vuruyor... Nakıp Ali atardı makası. Oğlanla kız birbirlerine sarılınca ''Son'' yazardı perdede; film biter, seyirciler de mutluluk içinde evlerine giderlerdi.

''Tahsin Bey,'' demişti bir gün babama, ''hiç yabancı filmi kesiyor muyum! Onların acıklısı bile bir başka. Bunlar zırvalık. İyi bir bok olsa kesmem. Millet zaten sıkılıyor, bir de ben mi içlerini karartayım!''

Sadece Nakıp Ali'de değil, bütün sinemalarda sık sık cereyan kesilir film kopardı. Hadi, iki kere neyse... Üçüncü kerede, seyirci ''Nakıp Ali'yi geçti!'' diye bağırırlardı. Neredeyse her gün her sinemada olurdu bu. 

1950'lerin sonlarında İstanbul'da, Atlas Sineması'nda film seyrediyordum. Her nasılsa film koptu. Beş-on dakika sonra yine koptu. İçimden tam ''Nakıp Ali'yi geçti'' diyordum ki, salonun çeşitli yerlerinden sesler yükseldi:

''Nakıp Ali'yi geçti!''

Suburcun'dan Beyoğlu'na uzanan bir efsaneydi Nakıp Ali. 

* Bu kısa metni bundan 10 yıl kadar önce adanasanat.com için kaleme almıştım.

Bir Aşk Şiiri: Mercanlar Uzağı

Türkçe edebiyat siteleri henüz parmakla sayılacak kadar az sayıda iken 1999 yılından başlayarak yaklaşık 5 yıl boyunca edebiyat dergilerini, gazeteleri be kitapları tarayıp yayınlanan şiirlerden bütün Türkiyeyi adanasanat.com aracılığıyla haberdar ettik. Zamanında adanasanat.com'da yüzlerce şairden örnek aşk şiirleri seçip ayrıca yayınlamıştık. Aşağıda zamanında adanasanat.com'da Aşk Şiirleri başlığı altında yayınlanan şiirlerden birisi var.

Mercanlar Uzağı

Gülüşler evinden yeni çıktım
suyun patikasında gördüm seni
durgun bir fırtına gibiydin
kokuyordu saçların dağ yeli
gür elmalar içinde sarışın bir gövdeydin
hülyalı bir aralıktan aralar görürdüm gözlerini


Ah karaydı onlar
umutsuz kara ırmaklar gibi kara
ve neydi bana söylediğin
bir fısıltı anlaşılmaz sözler dolu
ufak bir ürperti sözle
ya da parmak uçlarınla bir dokunduğunda


Artık yanıyor tapınakların
gezinmiyor meleğin pembe yolda
ne olursa olsun artık gün sona mı erecek yoksa
ağlayan bir meleği mi duyacağım bu gece
beklemeyi de bilmiyor bu yürek
parçalanıp ayrılmış yakut yollara


Gülseli İnal