23 Ağustos 2010 Pazartesi

Zeki Karaaslan : Sözdüşüm Kitabı



Zeki Karaaslan’ın yıllardır değişik dergilerde yayınlanan deneme ve eleştiri yazılarını Sözdüşüm adlı kitapta bir araya getirdi. 240 sayfa olan kitapta Zeki beyin çok sayıda yazısı bulunmaktadır. Örnek olması için Hilmi Haşal’la yaptığı söyleşinin bir kısmını kitaptan buraya aktardık. 


Mühendislik mesleğinden başka yıllardır şiir ve edebiyatla uğraşan Zeki Karaaslan bundan 10 yıl önce Hilmi Haşal’la aynı işyerinde çalışma imkanı buldu. Zeki bey bu söyleşiyi Hilmi beyle birlikte çalıştığı günlerde yapmıştı. Söyleşi oldukça uzun olduğu için ancak bir kısmını kitaptan buraya aktarabildik.


HİLMİ HAŞAL İLE SÖYLEŞİ

Zeki Karaaslan: "Hilmi Haşal kimdir? Nereden gelip nereye gitmektedir?" diye sorulsa, en kolay yanıtınız nasıl olurdu?


Hilmi Haşal: 1954'te, Bulgaristan'ın Kırcali iline bağlı Haşallar, (Aşağı Tosçalı) köyünde başlamış yeryüzü yolculuğum. Ailemin, Balkanlar'dan Marmara'nın güneyine, Bursa'ya, "Serbest Göçmen" olarak gelişi 1973 yazında gerçekleşti. 1981 'den sonra iki yıla yakın, Denizli, Ağrı, Erzincan, Van, Muş, Elazığ seyahatleri... Yaklaşık dört yıldır da Bursa-Adana arasında zamanla şakalaşıyorum. (Belki de zaman benimle dalgasını geçiyor, kim bilir?) Yer ve zaman kavramlarıyla başı hoş birisi değilim. Gitmek ve gelmek kavramlarıyla da... Ama bundan sonra ömrüm hangi yöne yol alır, varır hangi noktada sabitleşir, bilemiyorum. Gerçek şu ki bildiğim sadece Bursa. Yeniden Bursa elbette... Yerleşik olduğum, halen nüfusuna kayıtlı bulunduğum kente ulaşan yön. Ama yaşam rüzgarı daha nereleri ziyaret ettirir? Doğrusu ben de merak ediyorum. Bir kenti sevmek bütün ömrünü orada geçirmeye yetmiyor demek ki... Yine de aynı adresi kullanıyorum yirmi beş yılı aşkın süredir:


HİLMİHAŞAL PK. 316
16372 BURSA


Zeki Karaaslan: ilk şiiriniz ne zaman, nerede yayınlandı? Ya da şöyle sorayım:Gerilere, anı sayfalarına dönüp bakıldığında göz önüne gelen ilkler vardır... Sizin gördükleriniz nelerdir acaba?


Hilmi Haşal: 1971 miydi, yoksa 1972 mi tam olarak anımsayarnam şimdi, ama Kırcali'nin Yeni Hayat adlı yerel gazetesinde şiirlerim ve röportajlarım yayımlandı. Önce hangisi yayımlandıydı, onu' da anımsayarnam... 1973'ten sonra, Bursa'da çıkmakta olan yerel gazetelerde ve dergilerde (bazısı takma adlarla) şiirlerim ve deneme-inceleme yazılarımla çevirilerim yayımlandı. Ne var ki ben, Oluşum, Dönemeç, Hakimiyet Sanat, Edebiyat Cephesi, Kuzey, Sesimiz, Anadolu Ekini vb. Dergilerde görülen şiir ve yazılarla edebiyat dünyasına girdiğimi düşünüyorum.


Zeki Karaaslan: Sekiz şiir kitabı, şiir üzerine pek çok deneme-inceleme yazısı, poetik duruşunuz, bakışınız hakkında ipuçlarıyla dolu. İçsel olanın, düşsel olanın dışa vurumu ise şiir, içselin ne kadarının dışa yansıması başarıyı artırır? Şiirde kendinizi, ötekini, yani insanı aradığınıza, anlattığınıza göre...


Hilmi Haşal: Yapılan, edilen zamanda sınanır. Nicelik etki kötüdür, tehlikelidir.Yayımlanmamış ürünler, kitaplaşmamış, kitaplaştırılamamış şiir, öykü ve deneme metinleri önemli daha çok. Şiir özü gereği sözcükler evreninin büyümeyen, bir türlü büyüyemeyen haşarı çocuğudur.


Buna kim itiraz edebilir? Öyleyse, şiire bakışın, on yaklaşımın mercek ayarı bakana göre değişir, Elbette bakma mesafesi ve süresi de yabana atılamaz... Zamana karşı direnci, sözün gücünü belirler. Yoğrıılmuş, yoğunlaşılmış izlek ne denli içsele ait? Okurda yarattığı etkiye bağlıdır. Bu bir yönüyle okuyanın bilinciyle, donanımıyla ilintili. Diğer yandan, bakan-bakma mesafesi- bakma süresi öğeleri de yabana atılamaz tabi. Şiir, sözcüğün imgeye, metafora büründürülmüş halidir. Çok boyutlu, çok katmanlı içeriği ve albenili biçimiyle etkinleşir. Söz artık sadece "söz" değildir. Ham olandan işlenmiş olana giden ince nakış işçiliği sureci, şiiri dert edinmiş herkesin "söz çilesi"dir.

Şiir yolculuğunuzda serüven sayılabilecek evreler. Olaylar var mı?

Şiir yolculuğu başlı başına bir serüvendir zaten. Olaylar da serüvenin parçası. Her yolcu kendi güzergahında mesafe kat eder ve kendine varır, varmak ister öncelikle. Kuşkusuz, yolculuğun içinde özel olan her şey bulunur. İnsanlar ve hayatları ... Harfler ve hayatları... Dizeler, tümceler, metinler, yazı yolculuğunun vazgeçilmez araçlarıdır. Bütün kapılar şiire açılır söz konusu labirent içinde ama dışarı çıkılamaz. Bir kez o labirente düşmüşse kişi, iflah olmaz harf ve kağıt manyağıdır. Son umar, mumdan kanatlardır belki ama o da yere çakılmayla anlam veya anlamsızlık olur.

"Şiir nedir? "in en kısa ve en kestirme yanıtı nasılolmalı? Şiirin kendiyle ilgili baş belası bu soruyla karşılaştığınız olmuştur. Nasıl yanıtlarsınız?

Şiir, diller üstü diye düşündüm hep. Yazdım da ... Hala AYNI KANIDA YIM Evrenseldir, insancıldır ve gelecekçidir. öylesine yüce bir dil : Şiirce. Başka dillere çevrilmeyişi de ondandır. Ne kadar çabalasak, başka tanımlar arasak aynı yere geleceğiz büyük olasılıkla. Şiirin tözüne, simyanın en başına, yani ham söz'e, şiir dile...

Nasıl bir şiiri arıyorsunuz o kapsamda? Şiirdeki amacınız sorulsa? Ya da şiirsiz bir gün geçirmeniz istense (istenemez ya) tepkiniz ne olurdu?


Yazan insan için okumak/yazmak eylemi her şeyden önce gelir. Yaşamındaki öteki gereksinmeler, sıradanlıktan öteye geçmez. Herkes gibi yer, içer, uyur, uyanır ve işe gider. Günlük yaşantısı diğer insanlardan farklı değildir. Beyninde, yüreğinde, bedeninin diğer hücrelerini etkin kılan yazma tutkusu gizlidir. Yalnızlığı kutsar. Yaratım için tenhalığı, geceyi bekler. Bilinçle tüketilen zamanın tümünü tutar şiir endişesi. Şiir başattır onun için... Elbette şiirsiz bir an bile geçiremez. Uyanık olduğu sürece aklının ve dilinin ucunda nöbet tutan şiirdir. Şiir tetiktedir, eşiktedir ve her yerdedir. Arayış, kesintisiz eylemidir her gelişkin bireyin. Bilgi tutkusuyla sezgi tutkusu arasında gidip gelen kişilik hali, bir bakıma yazarın, şairin gizli kaynağıdır.

Milan Kundera'nın" Varolmanın Dayanılmaz Hafiliği" dediği iç huzursuzluğu olanca ağırlığıyla çullanmıştır genlerine; şiiri, yazıyı düşünmeden yaşayamaz. Kendince, henüz yazılmamış "büyük şiir"in peşindedir. Kısacası, her yazan hayatının kitabını yazma derdindedir. Bunu Başaracağını göreceği anın tutsağıdır. O yönüyle bütün yazma hastaları birbirine benzer. Kaç kez dünyaya gelseler, şaşmaz biçimde aynı yolu seçeceklerini iddia edebilirim gönül rahatlığıyla. Bu inanılmaz derinlikte bir konu... Her okurun, yazann etkilendiği, saplantı derecesinde odaklandığı evrensel bir dert. İnsan kendinin peşindedir gerçekte. Yazmakla, şair, yazar bunu dile getirir sadece. Aslında en önemli gerçek bu; herkes kendini arıyor: Henüz bulamadığı ve belki de hiç bulamayacağı şiiri. Öyküyü. Denemeyi. Romanı. Nasıl istenirse öyle algılansın... Ama gerçek hep acıdır.

Bir söyleşinizde; "Şiir kırılmadır. İçsel kırılmaların yaşam prizmasındaki yansımalarıdır" saptamasında bulunuyorsunuz. Bunu biraz daha açabilir misiniz? Kendi şiir serüveniniz kapsamında veya genelolarak şiir bağlamında? Günümüzün modern şiiri üzerine metin üreten imzalardan birisi olarak, temel şiir sorunları çerçevesinde 'düşünce' alıştırmasına katkıda bulunmak adına, neler söylemek istersiniz? Şiir bireyin mi, toplumun mu olmazsa olmazı? Yoksa hiçbirinin vazgeçilmezi sayılmaz mı?

Bu sorular zincirleme başka sorulan da akla getirir, sürükler ardından... Yani bu sorular başka sorulara da gebe. Dilimin döndüğünce aralayayım saptamamı: Kırılma ve hiçbir yere sığmazlık konusunda görüşüm aynı. Evet, şiir bir kırılmadır. Sözcüklere yüklenen sancıdadır etkisi. Öyle bir kırılma ki şiddetini yaşamdan alır ve yaşama yansıtır. Şiir bir kırılmadır, hem de kozmik kırılma... Şairin, (geçmişten günümüze insanın da diyebiliriz) içsel travmalarını, sözcüklerle, imgelerle dışa vurmasıdır. Estetik haz verici biçiminden ve özünden dolayı okuyup algılayabiliriz herhangi dizeyi. Öyle açımlayabiliriz. Dünyevi (ve hatta uhrevi) kaygılar yumağı olan bilinçaltı, insanoğlunun büyük trajedisinin uyuduğu gizli evrendir. Orayı deşmek, hayal ve hezeyan katmanlannı varsayımlarla, kurgulamalarla 'dışa dökmek', etik ve estetik özenle yapıta dönüştürüp paylaşmak, edebi ürünün derdidir diye düşünürüm, naçizane. Edebiyatın 'görünmez el' ya da 'boyun eğmez, emredilemez' kuralı vardır. Abartmak istemem ama genelde sanatın, edebiyatın, özelde şiirin işlevi sorgulandığında oraya, bilinen sava varılabilir. (Burada öykünün, romanın hatta tiyatro ve sinemanın hakkını yememeli; o dalların da terkisine katılabilir aynı işlev yükü.) Modem şiir, bireyin yaşam madeninden, yani içten dışa çıkartılan cevherden beslenir, tezini savunmak yanlış mı olur? Sanmam. Ne varsa içtedir. Sözcüklerin imge ve izlek kıvamına eriştiği anlatı biçimi, yapıta evinime süreci üzerine durulacak olursa, yanıt daha da büyük sorunlar doğurur kanımca. Labirente, açmazlara-çıkmazlara dönülür ki yanıtsızlık kim bilir kaç ömre bedeldir. O nedenle burada keseyim...

Türk şiirinden. Dünya şiirinden, sizce en'ler hanesinden sayılan; benimsedikleriniz, beğenip izledikleriniz, ustalarınız var mı? Hangileri? Şiirinizin kılavuzu, kıbleniz bellenebilecek, yani ruh akrabalığı hissettiğiniz, adlarını her zaman anmaya değer bulduğunuz imzalar vardır herhalde?


Şeyh Galib'den Haşim'e, Nazım'dan Ahmet Arife, Cemal Süreya'ya Metin Altıok'a, Edip Cansever'e, Turgut Uyar'a, Ece Ayhan'a, Can Yücel'e ... Hangi birini dünyama girmemiş sayabilirim? Etkilenmekten de öte, hayat hazinesi saydığım ve şiir pınarına gönlümü dayadığım kaynak, Türk şiirinin unutulmaz ustalarıdır. Tümünü minnetle kalbimde saklıyorum. Dünya şairleri içindense; Rimbaud, Malarme, Octavio Paz, Mayakovski, Yesenin, Pasternak, Ahmatova, Aragon, Ritsos, Yavorov, Penev ilk aklıma gelen adlar. Ki bence zamana, geleceğe damgasını vurmuş kahindir her biri. Her fırsatta vurgulamak istemişimdir ki, olağanüstü güzellikte bir gezegendir şairlerin ve adlarının dolaştığı dünya... Gözünü, kulağını ve gönül algılayıcılarını oraya yönlendirmiş olmak, günümüz şairlerinin en büyük şansıdır. En büyük sorumluluğudur da ... Kendimi bildim bileli, söz konusu gezegene odaklanmışlardan sayarım naçizane, haddimi zorlayarak. Bazen, yaşantımı mahveden de, ihya eden de o, şiire kilitlenmişliktir, demişsem bile, serzeniş sayılmaz.... Ne denli yoğunlaştığımı, adanrnışlığımı vurgulamaktır meramım. Kendimi ruhen akraba hissettiğim şairleri sevgiyle yaşatıyorum beynimde ve kalbirnde. Esenliği ve endişeyi onlarla tanıyor, okuyorum.

Peki antolojiler, ansiklopediler hakkında düşünceleriniz, diyecekleriniz? Edebiyatımıza katkıları, etkileri vs. hakkında?

Yaran yadsınamaz. Dünyanın her ülkesinde, edebiyatın soluk alıp verdiği her köşesinde bu böyledir sanırım. Antolojiler, ansiklopediler başvuru ve bilgilenme nesnesidir her şeyden önce. İçeriği, nesnelliği ve kapsamı görecedir. Hep tartışılır, tartışılacaktır. Ayrıntı veya özellikler için asıl yapıta ve yazanna yöneltir, araştırıcı okuru. Sürekli yenilenmesi, güncellenmesi gerekir o nedenle. Artık sanalortamda çok daha etkin biçimde yürütülüyor, tanıtım-ulaşım etkinlikleri. Ona rağmen görselliği ve temas edilebilirliği nedeniyle, ansiklopediler, antolojiler gereklidir her alanda ve her anlamda. Onemlidir.

Genel yakınma konusudur; sanata, edebiyata gösterilen ilgi eksikliği. En çok da şiir alanında hissediliyor kayıtsızlık. Okur yok ortalıkta. Ya da var da çok az. Şiir-okur hattındaki kayıtsızlığı, giderek kopukluğu nasıl görüyorsunuz? Şairin sorumluluğu okurun sorumluluğuyla örtüşmeli mi, şiirin algılanıp özümsenmesi, hayata katılması adına?

Bu konu yeni değil. Yakınma hep olmuştur. Salonlar dolusu dinleyiciye, hatta stadyum dolusu seyirciye sunulan "şiir seansları" zamanında bile şiire ilginin azlığından yakınılmıştır. Kalabalığa yönelik "okuma" dönemi, yani teatral dönem, şiiri şiirden uzaklaştırmış, işlevli söz söyleme "sanatı" görevi yüklemiştir. Şiirin okuru pek ortalıkta görünen okur değildir. O nedenle çok da üzerine durulası bir sorun değil nicelik sorunu. Şiir okuru nitelikli, gösterişsiz, özverili okurdur. Sayıca azdır doğalolarak. Toplumun genel bozukluğunun şiirden uzaklığı getirdiği gerçeğiyle uğraşmaksa toplumbilimcilerin işi. Şairlerin, yazarların işi olmaktan önce. Bugün çıkmakta olan edebiyat sanat dergileri ve şiir kitaplarının ülke nüfusuna oranı, genel kültür talebinin ve eğitim düzeyinin nüfusa oranından bakılırsa dediğim daha net anlaşılacaktır. Zaten okumayan toplumun öğretmenleri, doktorları, mühendisleri hatta gazetecileri ne kadar okuyor? Şairim diye ortalıkta endam gösterenlerin ne kadar okur olduğunu biliyor muyuz? Okumadan yazan, yazan bol topraklarda yaşıyoruz. Haliyle genel cehalet düzeyinin yukarı değil de aşağıya seyrettiği istatistik diyagramları acı gerçeği yüzümüze vuruyor. Burada şairin sorumluluğu aranabilir mi, yoksa şair kimliğinden önce insan olarak var olan sorumluluğu es seçip? Doğrusu çok çetrefilli, derin ve dehşetli bir konu ve bu söyleşinin sınırlanna sığmaz diye düşünüyorum.

17 Ağustos 2010 Salı

Gösteri Dergisi 301. Sayı : Şiirler(*)

Gösteri Dergisinin Temmuz-Ağustos-Eylül 2010 sayısı tam 160 sayfa ve bu sayıda birkaç şairin şiirine yer verilmiş. Dergide yayınlanan şiirlerin bazılarını buraya aktardık. Bu şiirleri seçme nedenimiz beğenmiş olmamızdır. 

ŞİİRÂNE - Müesser Yeniay

beni öldürdüler
içime gömüldüm

-ölüm, tanımadığın bir annedir-

ayaklarıyla geldiğim bu bedene
ayaklarıyla gidebileceğim bir yer
göster

yıldızları olan kent
denizi, kızları.

Su olmadan da boğulmak
Ne demek?


BİR KUŞ AGZINDA BİR DAL - Müesser Yeniay

aklımda bir dal
her gece kuşlar konar

ince ayakları
ince bir dal

ben seni aklımda
dalın ağaçta durduğu gibi


dolunayda - Şükrü Sever

"yolcu musun yolda mısın? nereden geldin a gezgin?"

1) sen doğu ve batısın: kalbimde deli atlar koşturansın.

2) kokunmuş kufi yazıda beklenen: büyücümsün.

3) gecemsin: dilinde hep o yolculuklar sevinci uzak!

3) kurumamış daha terin, söyleyemem gücenirsin.

4) ışığımsın: uzanrmışız bir yen içinde, gece ayaydınlık!

5) güzelim guguk kuşları mı söyleşir ağaçlarla: şarkımsın.

6) ay düşmüş avlulara, asma yaprağına: gölgemsin.

7) güne bakan bozlak! en inceldik yerinde tenin
usulca ağacak:

8) güneşimsin.


METİN ALTIOK ANMASI – Metin Cengiz

Ah göğe doğru ıslık çalan kavaklar
Acı düştü heybeme içerim yanar

İnsanın közü yakar düştüğü yeri
Hüzne redif olmaz baldıran zehri

Durmam artık ölenlerin ardından
Ülkem benim iç sızım geçerim bir yangından

Çan çalar iz düşerim dostlar uğruna
Ah yanarım bir zaman Zonguldak ya Sivas'ta

Ben yanarım yollara gölgem düşer
Ağar göğe hüzün içre sözcükler

Ah ben yanarım yanar benimle ülkem
Sevsem n'olur şimdi n'olur sevmesem

* Gösteri Dergisinde yayınlanan bu şiirleri buraya aktarmamıza itirazı olan eser sahipleri ve dergi yöneticileri lütfen bize haber versinler.

Sevgili Milena - Kafka(*)


Kitap Üstüne

Franz Kafka'nın anadili Almancaydı, Almanca yazardı yazılarını. Milerıa, Kafka'nın değerini daha o zaman anlamış, bunları Çekçeye çevirmeye başlamıştı. Tanışmaları bu yüzden oldu.

1920 yılında Kafka ciğerlerinden hastalanmış. Meran'da dinleniyordu. Milena Viyana'daydı. Birbirlerini görmeden mektuplaşmaya başladılar; dostça başlayan mektuplaşmalar kısa bir süre sonra tutkulu bir sevgiye döndü. Aslında bu sevgi yalnız mektuplarda kaldı. (Kierkegard ya da Werther'in sevgisi gibi.) Üç yıl sürdü mektuplaşmalar; iki ya da üç kez buluşabildiler. Kafka bir sürü iç çatışmaları, bunalmalar içindeydi. Her buluşmadan sonra büyük bir günah işlemiş sanır, suçlu görürdü kendini; tiksinir, üzülür gene de özlerdi.

Milena o sıralarda evliydi, Kafka da nişanlıydı. (Kafka bir kızla iki kez olmak üzere üç kez nişanlanmıştır.) Ama çok sonraları bambaşka bir 'kızla, Dora Dymant adında bir Yahudi kızıyla evlendi. Kafka'nın son günleri Milena gibi yalnız geçmedi: çok hastaydı, ama gözünün içine bakan karısı Dora vardı yanında, bir de arkadaşı Dr. Klopstock. Acıları dayanılmaz duruma gelince, doktorun kendisine verdiği sözü anımsatarak şu sözleri söylemişti Kafka: -Çektirme, öldür beni, öldürmezsen katil sayılırsın”

Milena soylu bir Çek ana babadan geliyordu. Yurdu için dövüşen büyükbabasını Almanlar kurşuna dizmişti. Kocasıyla mutlu değildi. Milerıa'rıın yakın bir arkadaşı olan ve bu mektupları yayınlayan Willy Haas söyle anlatıyordu Milena'yı. -Stendhal'ın eski İtalyan kroniklerinden alıp romanlarına aktardığı tiplere benzerdi.. Milena. Tutkuluydu, gözü pek, akıllı ve kararlarında çok soğukkanlıydı. Arkadaş olarak bulunmaz bir kadındı; yardımı seven, kendini yüzde yüz vermesini bilen, ama öylesine de almasını isteyen bir kadın! Tutkuları için her şeyi göze alır, düşüncesiz davranırdı. Varını yoğunu cömertçe harcamış bir insandı: Yaşamını, parasını, duygularını..

Bu mektupları Milena 1939 yılında W. Hass'a vermiştir. Hass'ın dediğine göre, tarihsiz mektupların bir düzene konulması çok zor olmuş. Ne yazık ki, Hass mektuplarda okunabilecek şekilde karalanmış satırları almamış kitaba, yaşayan kişiler üstüne yazılan bölümleri de çıkartmıştır. Arada bir iki mektubun eksik olduğunu da bir yere bağlanmayan, havada kalan tümcelerden anlıyoruz; bu eksik mektupları Milena vermemiş olacak. Ne yazık ki, Milena'nın Kafka'ya yazdığı mektuplar yok elimizde, ne olduğu bilinmiyor bu mektupların. Milena sonraları kocasından ayrılmıştı, -Hitler yıllarında- Yahudi dostu diye onu toplama kampına aldılar. 17 Mayıs 1944'te özgürlüğe kavuşamadan öldü.
Adalet CİMCOZ



Sevgili Bayan Milena;

Size Prag'dan, sonrada Meran'dan yazmıştım. Karşılık vermediniz. Gönderdiğim o pusulacıklara karşılık beklemem yersiz, biliyorum. Yazmadığınıza bakılırsa iyi olmalısınız; bizler çoğunlukla iyi olduğumuz zaman susarız, böyle ise sevinmem gerekir. Bir şeyden kuşkulanıyorum yalnız -onun için yazıyorum bugün sakın kırmış olmayayım sizi? (Ne kaba bir elim olmalı ki, isteklerime böyle aykırı davransın.) Ya da -daha kötüsü- «Bugünlerde biraz soluk alıyorum» demiştiniz. belki bu iyi günleriniz geçti, gene sıkıntılarınız başladı belki, kim bilir? Sizi kırmış olmam kuşku su yersiz, biliyorum, söyleyecek sözüm de yok bu konuda; ama rahatsızsanız, ne fena, öğüt de veremem -ben kim, öğüt vermek kim? - yalnız şunu sormak istiyorum: Neden biraz ayrılmıyorsunuz Viyana'dan? Başkaları gibi Yurtsuz değilsiniz ki! Bohemya'ya gidip dinlenemez misiniz? Ama belki 'bilmediğim nedenlerden ötürü Bohemya'ya gitmek istemezsiniz, öyleyse başka bir yere gidin ... Meran'a gelsenize. Hiç geldiniz mi buraya?

İki şey bekliyorum sizden: Ya sürecek sessizliğiniz, bu demektir ki: «Üzülme, iyiyim», ya da yazacaksınız bana.

Ne tuhaf... yüzünüzü bütün ayrıntılarıyla getiremiyorum da gözümün önüne, pastanede. masaların arasından geçip gidişinizi çok iyi anımsıyorum, Biçiminizi, giysinizi görür gibiyim.


Sevgili Bayan Milena;

Çevirilerle didiniyorsunuz o sıkıntılı Viyana dünyasının içinde. Bir bakıma utanç, bir bakıma da mutluluk veriyor bu bana. Bu arada Wolff'dan mektup. almış olmanız gerekir, yazacağım çok önceleri bildirmişti bana. Bir katalogda adı geçen “Öldüren” öyküsü benim değil, bir yanlışlık olacak; ama en iyi öyküm olduğuna bakılırsa, belki de doğrudur, bilmiyorum.

Son mektubunuzla ondan bir öncekinden anladığıma göre üzüntüleriniz. sıkıntılarınız geçmiş, kocanızınkiler de öyle olmalı, ikiniz için de bunu ne denli dilerim bilseniz. Bir pazar öğleden sonrası geliyor usuma, yıllar önceydi, rıhtımda miskin miskin bir aşağı bir yukarı geziniyordum, kocanıza rastladım. Karşılaşmış olmaktan ikimiz de sevinçli değildik. Değişik anlamlarda da olsa, ikimiz de «kafa şişirmede usta» sayılırdık. Birlikte yürüdük mü bilmiyorum, belki yalnız selamlaştık; önemli değil zaten. Çok eski, geçmiş, bir an bu, yenilenmemeli, gömülü kalmalı. Eviniz güzel mi?

* Sevgili Milena kitabını 1982 yılında Mersinde iken almışım. Zamanında bu kitaptaki mektupların bazılarını okumuştum. Belki bazılarını birden fazla kez, bazılarını ise hiç okumamışımdır. Bu yazıda kitabın çevirmeni Adalet Cimcoz'un sunuş yazısını ve Kafka'nın Milena'ya yazmış olduğu 2 kısa mektubu bulacaksınız.

AYTEN MUTLU VE ARZIN ATEŞ ÇANLARI - Hilmi Haşal(*)


Şu 'yeryüzü' denen küresel köyde, anlam bulmak ve savunmak, gün günden zorlaşıyor. Oysa bilinir ki doğanın parçası olan her canlı kendi anlamını üretir. Geçtiği zamanda kendi adına yaraşır etkiler bırakmak için çırpınır. Ya da varlığının üzerinden akıp giden zamanda, devinir, didinir... İnsan soyunun bedeniyle, ruhuyla anlama bürünme çabası da o bağlamda ele alınır; "( ... ) ölümün sesi duyulmaz olsun!" diye. Belki de insanın, birey olarak tutunduğu dünyevi endişenin kökeninde hep o var; ölüme karşı dayanacak nesneler yapma arzusu...

Yaratım derdi olan kişi, başından beri "Yitik Anlam Peşinde" ömür heba eden ve:

"Toprağı kazıyorum.
Avucumda milyonlarca yaşam. Başlıyor, sürüyor, bitiyor ... " (s. 16)

diyen simyacıdır. Evet, simyaya göre anlam vardır ama yitiktir. Bulunması gerekendir.. Yapıt o özellikleriyle okuru ya da izleyiciyi, dinleyiciyi düşünmeye sevk eder. İşbu satırların yaslandığı gerekçe de bir eserdir; içine bir ömrün sığdığı eser... Ayten Mutlu'nun şiirinden yansımış arzın ateş çanlarını işitme, "( ... ) soluğu dünden gelen fırtınaların" izini sürerek görme gayretidir. Sözün gizemini "rüzgar dilinden" dokumuş şiire ilişkin izlenimler, algılanan ve içselleşen etkiye dair notlar denemesi... Naçizane, Ayten Mutlu söylemini okuma gayreti çerçevesinde, şiirin yanıt bulma değil, soru çoğaltma yeri olduğunun bir kez daha altını çizme girişimidir bu satırlar. Gerekçe ve kaynakça, Ayten Mutlu'nun, Dayan Ey Sevdam (1984) ile Eşikte (2010) arasına nakşolmuş verimli şiir yıllarının semeresidir. Kuşkusuz bir adanmışlığın serüven harmanına değerbilirlikle yaklaşma gayretidir de...

Sanatın, bireyin nefes alıp verdiği süredeki estetik karşılığı, yaşama yöntemlerini ve yaygınlığını belirlemesidir. Söz konu süreçte, her an sonsuzu hedefleyen bir eylemin izidir. Dirime güzelleme belgesidir sanatın nesnesi. İnsanoğlunun kişiliğine ve kimliğine dair yüce bir mühür... Sonuçta, yüksek anlam atfedilen var oluş... İnsana, doğaya ve yaşam hakkına güzellemedir. Şiir ne denli "sitem" ya da isyan dili kılınsa da, ılık bir geçirgenliğe, iletkenliğe yaslanır. Hassas duyuş ve görüş ile etkindir:

"Gece kuşlarının sesleri dindi
Sesime ses veren bir kendim kaldım
Suların karaltısı uçurum kadar derin
Gövdem, gökler altında tesbih böceği"
YitikAnlam Peşinde ("Sitem", s. 101)

Çağımızın masum ama her türden harcanmaya yazgılı bireyini bir "tesbih böceği" ile anlatabilmek, şiire yakışan bir buluştur. Korkak, tedirgin, dokunulduğunda kendine kapanan böcek, kentlerdeki her mağdur bireyi simgeleyecektir bundan sonra... Aşka, tutkuya, anlam arayışına ve sadakate, duygu ve düşüncenin yenilgi aynasından bakan çağdaşımızdır, söz konusu şiir kişisidir. Hız ve haz çılgınlığının (hedonizmin) tufanına kapılmış insanlığa yöneltilmiş bir uyarı... Özeleştiri patlaması da diyebilir, Ayten Mutlu'nun dizelerine yorum yapacak okur. Anlam yaratılan bir şey çünkü... Yani var olan yitirilebilendir ki peşine düşülsün.

Üretilen her sanat nesnesinde, üreten özneye ait izler bulunur. İçsel ve dışsal taşmalarla, öykü/bilgi/öğüt kırıntıları bulaşmıştır eser denen yapıya. İnsanoğlunun yaşam serüvenine dair pek çok ayrıntı sinmiştir çünkü görsel veya işitsel seslenişine. Biraz açılacak, deşilecek olursa, her sanat ürününde öz yaşam izleri ayırt edilir. Üründe, üretenin imzası bulunmaktadır. Karakter öğeleri görülür kesinlikle. Bu sav, daha çok sanatların anası sayılan şiir için öne sürülebilir... Sürülmektedir. Çünkü yapıt, yani eser, yaşamı veya yaşamları barındırır söyleminde; öyle ya da böyle bireysel yaşantı -izlenim- öğeleri vardır. Bireysel olanın içindeyse kuşkusuz, toplumsal ve dönemsel (tarihsel) kaygılar, saptamalar, tanıklıklar yoğun yer tutar. Zaman orada kayıtlıdır. Yaşanan, "Zamanın gövdesini yırtarak" yazılana siner. Özdeki gizemli noktayı oluşturur, imgenin gücüne inanmayı pekiştirir. Öylelikle; her yapıt bir insan, bir ömür dilimidir. Çünkü:


"Her şey geçip gider ve insan acılarla öğrenir,
Ömürden kayıp giden hiçbir yıldızın
Bir daha parlamayacağını gecenin gözlerinde ... "
(Yitik Anlam Peşinde, s. 99)


Şiirdeki söylem, ne denli örtük, anonim, ya da gizemli izlekler taşırsa taşısın, okura tanıdık gelir Ateşin Köklerinde (2006) tortulaşmış yaşanmışlıklar. Kendini, durumunu ve çelişkiler sorgulayışıyla dikkat çeker. Şair için süre giden arayışın meyveleridir "seçme şiirler". Artık zamanıdır 2006'da çıkan kitabın... Ayten Mutlu gerekçesini şöyle açıklamaktadır: "Deryada bir damla olmasına daha çok var oysa. Ve ben yazacaklarıma henüz başlamamış hissediyorum kendimi. Şairin kaderi hep bir gecikmişlik sanrısı ve sancısıyla yaşamak olsa gerek" (Ateşin Kôklerinde, s. 101)

Kırk yılı aşkın bir ömür yolu şiire adanmış, yazıya, çeviriye adanmış ama hala asıl yapıtını arar. Hala arayış arzusunun, azmin ateşini güçlendirmektedir Ayten Mutlu. Yaşamı kucaklayış ve zamanın getirdiği olumsuzluklara karşı tavrı göz ardı edilemez. Uzun soluklu şiiriyle eylemci (aktivist) bireyin yolu örtüşmektedir. Bilinir ki bir ömür azdır yaratım derdi taşıyan kalpler için. "bu acının bir tanımı olmalı / bana hiç söylenmemiş sözcükler gerek" diyen şair, bireyin de toplumun da sorumluluk sesidir. Çağın her bilinçli üyesi gibi koşulların görünmez hançerini sırtında hisseder. O nedenle, daha çok yolu var demektir şairin, daha çok sözü... Zira "Hayat", "gül ve güneş" kokularından ibaret "gölge"dir. İçinde "Aşk" vardır, "Çarşılar ve Duvarlar" vardır, "unutkan / bir çan... " vardır. Yaşamı sarmalayan bilinç ve sorumluluktur insanın içindeki "deli" sayesinde görülür:

"Gün bitecek paramparça döneceksin kendine
silmeye çalışarak geceden suretini
aynaya bakacaksın içindeki deliye"
(Ateşin Köklerinde, s. 41)-

Kat edilecek şiir yolu ve sancı sözü bekliyordur insani birikimini. Zira "Taş Da Sustu" denilen noktada yapılan itirazın dökümü bütün yaşanmışlığı içermekte. Günün değil sadece, her anın yenilgiye dönüştüğünü işaret etmektedir. Evet, yaşamın içerdiği her olgu süreğendir ki "sessiz bir ölüm dense zamanın gözlerinde" dizesinin öncesi ve sonrası okunduğunda bu saptamanın meramı anlaşılacaktır. Ülkenin ve dünyanın çalkantılı yıllarından geçildiğine işaret...


"yolun adını göçebe yazar" diyor yasalar
geri dönmeyişlerin alfabesine
(ve babası ölen çocuklar hiç büyümez
gözlerinde taşır sesinden düşen göğü
sorular biriktirir yağmur yerine
yağmayı ertelemiş sevgi/erin renginde)"
(Ateşin Köklerinde, s. 23)


çağının sancılarını dile getirir Ayten Mutlu'nun şiiri. Onda, "Eksikliği Fazla Bir Harf' boşluğu ile "Savaşın Gölgesinde Oğula Mektup"a dönüşür sözün sorumlu gücü: Öldürmenin insanlık dışı vahşiliğini söylemekle...

"Ayten Mutlu'nun imgelerle yoğunlaştırılmış şiirinde bir yandan korkunun ve güzelliğin uyumlu bir biçimde birbirine karıştığı bir dünyanın kapıları aralanırken, öte yandan da onun kendisiyle mücadelesinin yansıdığı lirik bir atmosfer görülür."

Yorum, bir bilgi olarak sunulmuş Vikipedi sayfasında. Bu Ayten Mutlu şiirinin geneli üzerine söylenebilecek özet olsa gerek. Kendisiyle, iç dalgalanmalarıyla hesaplaşma, zaman zaman keskinleşen hüznün sonucu mu, yoksa güncel çelişkilerin getirdiği hüzünle hesaplaşma mı? Söz konusu olan dünyanın arızalarını içine sindirememe halidir. Daha oylumlu yanıt bulmak için Ayten Mutlu'nun bütün kitaplarına bakmak gerekir. Uzun dizelerle kurulu şiirler düşünce ağırlıklıdır. Kısa dizeli ama 'lirik an dökümleri' denebilecek yoğunlukta ve akıcılıkta biçimlendirilmiş şiirlerse duygu odaklı. Zamanın akış ritmini sezmek olanaklı Ayten Mutlu'nun kitaplarından. Söyleyiş, ruh atmosferine ve izleğin gerilimine göre farklı ritimle, yer yer uzunlu kısalı ve kırık dizelerle gerçekleşmektedir. Örneğin Taş Ayna ile Uzun Gemide Akşam farklı yapıdadır ve Yitik Anlam Peşinde'den de ayrılırlar.

Yaşamı, güncel (çağdaş) sıkıntıları, aşkı, evliliği ve insan toplum sendromlarını irdelediği dizeler farklılık gösterir. Bir mutsuzluk senfonisinin dingin anlatısı sayılabilecek Uzun Gemide Akşam neredeyse bütün bir ömrün indirgendiği içsel hesaplaşmadır. Az sözcükle çok şey söylemenin provasıdır; nesnelerin dili sezilmekte, "evin akşamlarını" kilitlemek eylemi, çelişkinin alabildiğine kanatıldığı dizelerdir. İkilemin ustaca dile getirişi, adeta neşter imgelerle açılımını gösterir:


"şimdi birbirimizde
seyrediyor gibiyiz
bir sirkin
kırık aynalarını"
(Uzun Gemide Akşam, s. 100)


Mutsuzluğun, aşkın bir parçası olabileceğine kanıt... Öyle ya; "bir ev gerekir / sokağın sustuğu / intiharlara (s. 101) ve "her yalnızlık / başka bir yalnızlıkta / sınar kendini" (s. 100) dizeleri sorgulayışın ve arayışın, belki de çıkışın hazırlığıdır. Çünkü acı gerçek ve ancak "kanatları / kırılmamış / yeni harfler" (s. 108) ile anlatılabilecektir.


Artık her yenilgi "çekilmek" hamlesini gereksindirir, "kaybolmuş bir geminin / cenazesinde" (s.120) noktalanamayacak denli inciticidir çünkü yaşanan çelişki. Yaşanmadan öğrenilemez, "daima, asla olmadan önce "ye aittir aşk, mutluluk sanısı... Gemi imgesiyle aşk ve birliktelik gerçekliği süzgeçten geçirilmiştir Uzun Gemide Akşam'da. Derin ve uzun bir şiirdir yaşananları anı süzgecinden geçirmek. Her bireyin kendini arayışta karşılaşabileceği gergin ilişki sürecinin serüvenidir Ayten Mutlu'nun dile getirdiği ... İnsanoğlunun düşünce ve duygu yanılsamasının huzmeleri, dramatik enstantaneler bulunmaktadır, Uzun Gemide Akşam kitabında.

Yazı sanatı, sözcükleri kullanma, bir boyuttan başka bir boyuta indirme, indirgeme uğraşıdır. Sözcükleri adlandırdığı şey'den alıp yeni bir adlandırmaya, yeni bir anlama taşıdığı oranda metni sanat nesnesi kılabilir eyleyen kişi: şair, yazar. Ayten Mutlu'nun şiir kitabı, Eşikte dolayısıyla, sözcüklerin indirgenmiş anlamı üzerine düşündüm, naçizane. Evet, "eşik" sözcüğü salt bir avlu eşiği, bir apartman kapısı eşiği değil. Şair bu kitabında yeni yüzyılın eşiğine durmuş, ülkemizin ve dünyanın felaketler silsilesini yazmış. Akıllardan çıkmayan; o ünlü "Kimse Var Mı Orada?" seslenişini... O dayanılmaz acıyı.

Önce terör dehşeti, sonra soğuk ve çığ dehşeti, sonra deprem dehşeti sonra da tüm bunları anlatmada girişilen 'sözcüklerle boğuşma' dehşeti, kitabın temel izleği... Tümü bir eşik üzerinden kağıda yansımış.


"gökte yıldız düğünleri
yerde dalgalar
gecenin gözlerinde
yeraltına doğru koşuyor atlar"
(Eşikte, s. 21)


Yalın ama derinlikli bir anlatımın tanığı olacaktır Eşikte şiirlerini okuyanlar. Eşikte'teki çağın tanığı... Dinmeyen yaşam depreminin tanığı...


"evler dalgalarla boğuşan kayıklar gibi
Sal/andı Enkelados 'un omuzlarında
buza kesti ağustos
üçü iki geçe
gece,
( ... ) "
(Eşikte, s. 23)

İnsan birikimden, deneyimden ibarettir: "duydum siren seslerini hayatın / anlamak, kocamaktır; demişti biri" (s. 48) dizelerinin çağırdığı, uyardığı yerdedir insan. Oradan görür zamanın gazabını.

Doğa kaynaklarının, gelecekten çok şey çalarak tüketildiği yönünde bilgi sahibi olmayan yoktur. Ayten Mutlu "sözcüklerin çeperlerini yırtıp" gelecek denen sonsuzluğun içinden anlamaya, anlatmaya çalışıyor durumu. Doğayı bitirirken kendini de bitiren çağımız insanına sesleniyor. Geleceğin çorak dünyasında olmayacak yaşamların endişesini, sözcüklerinin kanatlarına yüklüyor şair duyarlılığıyla; "dünya, köpükler içinde koşan cehennem / görkemli çıplaklığı çağıran keder" (s. 49) dizeleriyle başlayan ve "Hayatın kıyısında / ölümü yaşıyoruz belki de hep birlikte / Dünya, tanrı ve insan ... " diyerek biten şiirde görüldüğü gibi. Dünyayı ve zamanı sorgularken, geçmişin musibetlerinden, mitolojik söylencelerden yararlanmış şair. Depremin her an Eşikte, olduğu ilgiyle okunacaktır. Özellikle 1999 depremini unutmak istemeyenlerce.

Zaman herkese aynı şiddetle dokunur. Ya da herkes zamanın şiddetinden aynı oranda pay alır ve aynı acıyla, aynı hüzünle, aynı yıkımla çıkar sonraya. Yaşlanır, yani yaslardan etkilenir. Zangoç, o büyük büyücü, evrensel bir iştahla ağlatır yaşam çanını. İnsanların hem tanık hem de sanık olarak ağırladığı "ateş köklerinden" algılanan gerçekliktir çünkü zamanın sesi. Dirimi acıda var eden an'ın sesi. Evreni gösteren illüzyon alacası ve anıların rüzgarı ... Hem aşkın ateşle sınandığı, yağmurla boy ölçüştüğü yanılsama cehennemidir şiir, hem de aşkın mutluluk sayıldığı cenneti gösteren düşler bahçesidir. Ki aşktan da şiirden de, daha alınacak çok nektar var. Sözcükler yarada bile çiçek açar sevgiye uğradığında. Bunu, bir kez de Ayten Mutlu'nun şiirlerinden okumak olanaklıdır.


*Hilmi Haşal tarafıından kaleme alınan bu yazı Eliz Edebiyat Dergisinin Haziran 2010 sayısından alındı.Derginin bu sayısının kapağını Ayten Mutlu'nun el yazısıyle Hep Aşk şiiri süslüyor.

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Eliz Edebiyat Dergisi : Haziran 2010 Sayısı


Hilmi Haşal tarafından çıkarılan Eliz Edebiyat Dergisinin 17. sayısının kapağında el yazısı ile Ayten Mutlu'nun Hep Aşk şiiri var. Derginin kapağından Ayten Hanımın el yazısı kolayca okunuyor. Çok beğendiğim bu şiiri dergiden buraya aktardık.

HEP AŞK - Ayten Mutlu

hiç zamandan önceydi
sonraydı hep zamandan
güneşin altın suyu
dökülmemişti daha avuçlarımdan

ışıltılı kanatlar, morsiyah bir bozgun haritası
çizdim göğsüme
düş, acı, sevinç ve aşk
hepsi insan özeti, diyordu dünya

kışın yüreğinde büyüyen ağaç
an'ın sükütunu bürünen kıraç
gibi sakin ve deli
bekledim seni

bir eylül kırımından geriye kalan
zamanın derisini sıyırarak tenimden
geçmişten ödünç acılarla birlikte
uzun bekledim seni

ve bir köprü karşıya geçti birden
ve nehir bir aynadan, bir sesinden
uçuştu polenleri söğüt ağaçlarının
sürüklendi kıyısız bir denize
köpüklerin altında eriyen demir gülle

soluk soluğaydı yaz
sesin sıcak ve yaşayan
ellerin koyu yeşil bir nehir akışında
bir merdiven tırmandı, çakışı bir şimşeğin
mumların dansı başladı sonra

cam tohumları gömdüm oyuncu dalgalara
sudarı ve köklere örtülen yazdan
kaosun kalbindeki akkor beyazdan
yanarak düştü bir meteor göğün göğsüne

göğün göğsünde hep temmuz ve kül
konacak yer bulamayan yaralı kuşlar
sonsuz bir semahın labirentine
gömülü düşler

tek kanatlı bir hayat senden geriye

30 Yıl Sonra Yazko Edediyat : Denemeyi Deneyenler - Enis Batur(*)


Cumhuriyet dönemi Türk yazınında «deneme» türünün elbette önemli bir yeri var. Ataç öncesinde ve sonrasında, özellikle Fransız yazınının etkisinde kalan bir üslubu işlemeye çalışmış deneme yazarlarımız. Ancak, eleştirel söylevin insan bilimlerin bulgularıyla buluşmasının bir sonucu olarak ortaya çıkan kipsel ayrılık Batıda bir tür kesinlik kazanırken, bizde yaklaşık yirmi yıl sürecek bir karışıklığa yol açmış: Pek az örneği saymazsak, eleştiri ile deneme bir tutulmuş. Bu dönemde ortaya çıkan «hünsa» nitelikli yazı soyunu sınıflandırmak kolay değil: Bir dünya görüşüne bel vermeyi «bilimsellik» sayıp handiyse tüm yazıniçi ölçütleri yoksayan bir anlayış bir yanda; «hoş sohbetliği», sezgi ve beğeniyi eleştiriye temel saymak isteyen bir başka anlayış öte yanda, her iki tür de kurumaya yönelmiş Ataç'dan sonra.

Batı yazınlarında eleştiri ile denemenin yolları hem ayrıldı, hem de zenginleştirici bir bitişikliği korumaya çalıştı; ama, insanın tam ortasına sözü kazmaya çabalarken, bizde başat kılınan senli-benliliğe ödün verilmedi pek. Ataç sonrası Türk yazınında bu verimli bileşime su katmadan ürün vermiş denemeci çok azdır: Nermi Uygur, Salâh Birsel, Cemal Süreya, Melih Cevdet Anday, Mehmet H. Doğan, Füsun Altıok... Gerçi, nitelikçe düşünülürse, bir Nermi Uygur'u, bir Cemal Süreya'yı doruk noktaları olarak değerlendirmemek olanaksızdır. Ama, şiirde ve anlatıda düpedüz bir patlama dönemi sayılabilecek 1950-1970 yılları arasında denemenin ve eleştirinin birkaç yazarın dolayında yaşama savaşımı vermesi de düşündürücü olmaktadır.

1970'li yıllarda belirgin bir değişim görülmektedir, bu açıdan bakılırsa. Şiirde ve anlatıda, genç yazarlar göz önüne alınırsa, önceki dönemlerin imge sisi iyice dağılmıştır. Buna karşılık, özellikle eleştirel söylev çerçevesinde gözle görülür gelişimler söz konusudur: insan bilimlerle dolaysız bir ilişkiye giren eleştirmenler gün geçtikçe artmakta, hem yöntembilimsel açıdan, hem öznelliği devrede tutma açısından ayrı ayrı önem taşıyan araştırmalar yayımlanmaktadır. Aynı yoğunlukla olmasa bile, deneme yazısına çalışanların, denemeyi deneyenlerin de dergi sayfalarına alçakqönüllü bir tavırla yerleştikleri, bu sessiz tedirginlerin giderek arttıkları göze çarpmaktadır.

Şu sıralarda, yazın ve düşün dergilerinde ürünlerini yayımlayanlar arasında özellikle Adnan Onart ve Oğuz Demiralp son kertede özgün birer çizgi geliştiriyorlar. Adnan Onart'ın felsefeye yaklaşımı büyük bir dil/anlatım/ düşlem serüveni getiriyor önümüze. Kuşkusuz, pek çok öğretinin sınırında gezen bir üretim bu:Hem düşünsel bir soruşturma, hem yazınsal anlamıyla bir kurmaca geliştiriyor Onart yazısı. Felsefede yaratıcı bir düzlem yakalamak, bunun üzerinde yaratıcı bir söylev geliştirmek öylesine seyrek görülen bir atılım ki, pek çok okurun bu deney'leri coşkuyla karşılamalarına katılmamak elde değil. Acaba felsefecilerimiz yakından izliyorlar mı Onart'ın «36 kısım tekmili sonradan» yolculuğunu? Öğrencilerine izletiyorlar mı? Şimdilik bütün dileğimiz Adnan Onart'ın kesintisiz olması; bir de toplu biçimde okura verilmesi bu yazıların.

Oğuz Demiralp, eleştirel çalışmalarıyla başı çekenler arasında, uzun bir süredir. Ama denemeleri, o kısa, tok kıvılcım'ları ayrı bir tadla okunuyor. Bir yazın felsefesi geliştiriyor sanki. Yazınımızda eksikliği hemen hep duyulmuş, üstlenilmesi de kaldı ki bir hayli cesaret isteyen bir iş bu: Yazara, yapıtının ve kimliğinin ardında ve altında yatan gizilgüç açısından yaklaşmak. Bu soy yaklaşımların zorluğu şurada: Yaratıcı özelliği içeriden, ta ortasından tanımak gerekiyor. Oğuz Demiralp'in gizli şair’liğinden söz edildiydi. Doğru da, neden «gizli», bu anlaşılamadı. Le Clezio, Levi-Strauss'un yapıtlarına birer şiir gözüyle bakabiliyorsa, bizler Demiralp'e niye böyle bakmayalım?

Bir de Ahmet inam var, aynı çerçevede anılması gereken. «Yeni Dergi» de, «Soyut» ve «Oluşum»da yayımlanan denemeleriyle. Bunlar da yetkin, birincil önemde ürünler. Ne zaman, nasıl kitaplaşacaklar? Ahmet İnam'ın düşünsel konumunu, dayanakları bulanık olduğu için mi bilmem, kavramak kolay değil. Ama onun denemeciliğini öne çıkartan bence düşünsel örgüsünden çok bu örgüyü süreğen kılan bağlaçlar: inam, birer alt-konu'ymuş gibi duran kavramları işliyor; onun kaleminden okuyunca, insan sözgelimi «hüzünsü yazı tarihinin ve felsefece düşünmenin Akdeniz'deki ilk konusu sayabilir erinçle.

Denemede şiirseli, yoğun imgesel yükü önemseyen bir başka yazar da Mazhar Candan. Önceleri «Soyut»da, şimdi de «Varlık» ve Oluşum’da iç dinamiği güçlü bir yazıya çalışıyor Candan. Konuları zeyrek, dili tedirgin. Denemede, bugün çoklukla yapılanın tersine, öznel dünyanın, kişisel seçimin payı büyüktür: Mazhar Candan baştan beri, ister Kafka'ya baksın, ister Van Gogh'a, kendisini eşelediğinin bilincinde olan bir denemeci görünümü taşıdı. Onda takılınabilecek tek nokta, konu'yu zaman zaman silmeye yönelmesi, çağrışıma kapılma sınırını biraz fazlaca zorlamasıdır.

Son yıllarda, çeşitli dergilerdeki ürünleriyle dikkati çeken iki denemeci de Yaşar ilksavaş ve Kemal Özyurt. Özyurt'ta titiz dokunmuş bir «eleştirel deneme» yazarının kumaşı var. Gerçi belli bir süreklilik içinde üretiyor değil henüz; ama Melih Cevdet, Ali Yüce ve Berger üzerine yaptığı çalışmalar onun zamanla daha soluklu çözümlemelere de gidebileceğini gösteriyor. Yaşar ilksavaş, çevirilerinin yanında, «Dünya»da yayımladığı yazılarla da öne çıktı. Bulgucu, lirik kimliğine eklemesi gereken tek şey herhalde süreklilik onun da. Daha çok yazınsal bir toplumbilim üslubu geliştiren Hasan Bülent Kahraman, yer yer eleştirel söylevin bağrını delen yoğunluklar getirebildiğine göre, denemede de önemli bir çizgi tutturabilir.

Bilimeri denemeci olabilir mi? Seha Meray'ı düşünüyorum hep. Meray «müspet» ilimci değildi gerçi, ama deneme yazısı uğraş alanıyla çeliştiği söylenebilecek oranda duru, saydamlaştırıcı ve vurucuydu. Son yıllarda, bir başka bilimerinin, Ertuğrul Özkök'ün çıkışı aynı soru üzerinde düşünmeye çağırıyor insanı. Özkök, kitle iletişimi çerçevesinde yazıyor genellikle. Ama araçlara bakış biçimi, konusunda biricik kılıyor onu. Geniş bir bilgi/görgü tabanından yola çıkan, olguyu boyutlarının çoğulluğunda kavrayıp irdelemeye girişen bir kültür adamı Özkök. Daha önemlisi: Bilimerlerinin pek azında görülen bir üslup kaygısıyla kuşatıyor konusunu. Soluklu incelemelerinde bu kaygının bir ölçüde azaldığına tanık oluyoruz belki; ama yazılarını kitaplaştırırken bir ikinci yazımı da göze alacağını, sayıca fazla olma yan pıhtı topaklarını eriteceğini ummak, Özkök'ün titiz kişiliği düşünülürse hiç de büyük bir istek değil bana kalırsa. Bir de bilimsel uğraşın sınırlarını aşan denemeleri var Özkök'ün: bu bağlamda gerektiğinden fazla çekingen, alçakgönüllü davranıyor gibi: Belli bir birikimi sağlamış kişilerin böyle bir kavşakta uzun uzadıya duraklamaları yersiz: Bir şeyleri devirmeden özgün söze ulaşmak olası değildir çünkü. Ertuğrul Özkök'e gelince; onun çoktan bir yere geldiği, çoktan o kavşağı aşma yükünü kendisine sağladığı ortada.

«Denemeyi deneyenler» Bu kısa yazıyı, bir çırpıda bunca gül dağıtabilmek için yazmadım. Tersine, küme küme dikenli geniş bir alanda açmış bir iki aykırı güle, geç de olsa selâm verilmesi yolunda bana düşenin bir bölüğünü yapmayı amaçladım. Dikkat edilirse, sözünü ettiğim yazarların hiçbiri, ürünlerini kitaplaştıramadı henüz. Yayın dünyamız hiç özendirici olmayacak mı: Kendi kuşağımın yazarları adına bu soruyu herkese yöneltiyorum.

* Bu metni Yazko Edebiyat Dergisinin Aralık 1980 tarihli 2. sayısından buraya alma nedenimiz, Enis Batur'un 30 yıl önce neler yazdığını yeni edebiyatçıların dikkatine sunmaktır. Enis bey bu yazısını sonradan kitaplarında kullanıp kullanmadığını bilmiyoruz?

13 Ağustos 2010 Cuma

30 Yıl Sonra Yazko Edebiyat : 2. Sayıdaki Şiirler

Yazko Edebiyat Dergisinin ilk sayısı 80 sayfa iken 2. sayı 96 sayfadır. İlk sayı ile ikinci sayı arasındaki bir formalık fazlalık derginin ilgi görmesinden dolayıdır. Derginin 3. sayısından itibaren sayfa sayısı birden 160’a çıkarıldı. Başka bir deyişle Yazko Edebiyat ürün bakımından son derece zengin bir dergidir. Buradaki amacımız o günlerin edebiyat ortamını size sunmaktır. Yoksa derginin içeriğini bire bir buraya aktarmak değildir yapmak istediğimiz. Aralık 1980’de yayınlanan 2. sayıda Can Yücel, Şükran Kurdakul, Hilmi Yavuz ve Tekin Sönmez’in şiirleri var. Bu şiirlerin bazılarını dergide alıp buraya aktardık.


CAN YÜCEL
BiR KOVA SU DA BENDEN

uçuk mavi bir çadırdı sonbaharın göğü
Söküldü garibim, rahmetlere dürüldü
Ayakları sallanıyor yaylının kıyısından

Giderken ama, giderayak
Zül değil, kardeşim, bir zil, bi zil !

Çingene pembeleriyle yapraklar ağlıyor ardından

Kaptım kovayı ben de, koştum çeşmeve
Görüşürüz diye bidahaki seneye

TARİHLİ BAĞBOZUMU

Ayaklarıyla ezip fıçıya mı bastılar seni
Nefti kasnaklı bir fıçıya,
Aldırma, kara üzüm!
Sen, o Kırmızı Şarabına doğru
içten içe
Harıl harıl
Calışmana bak, iki gözüm!

KARARI KARAR

Paşabahçe'de oturuyordu kendisi
Rakı Fabrikası'nın ta şakağında
Öyle sulandırıyorlar ki ağbey dedi bu zıkkımı
Çakırkeyf bilem olamıyor Çakır'ın kör kedisi
Bir tek fare yeter alimallah bir tek fare
Dağıtmak için şu sizin meclisi
sonum olsun, vallaha da billaha da, bu son
İcersem bidaha bu rengi bozuk anasonsuzunuzu!

ŞÜKRAN KURDAKUL

OZAN

Titreyen gölgeler gibi duvarda
Yalnızlığın kuşları kanat çırparken
Geceler nereye uzar
Acılar nerede birikir
Ağıt mı yakılır.
Türkü mü söylenir
Bir ben duyarrm bu diyarda.
Hangi tren geçse, hangi tren
Güneye mi gider, doğudan mı gelir
Kış günleri uzak istasyonlarda
Unutulmuş resimler gibi dargın
Bakarlar eskimiş pencerelerden
Gözlerinde biriken sitemi
Bir ben görürüm bu diyarda.


BENDiM

Dalgalanmış deniz bendim kendi içimde
Sonra yorgun düşmüş denizlere dönüşen
Ormandım,
Ağaçlarım düş ağaçlarından sıktı.
Tan yeriydim,
Göğsüm bağrım payını aldı güneşten
Yanım yörem aydınlığa çıktı.
Gece de bendim
Uzak uzak yıldızları getiren
Su da bendim tarlanızda
Elinizin altında kitaptım
Pencereydim odanızda
Kurşun geçmez dizeler çiçeği
Özgürlüğüm benim
Canımın saksılarında büvüdü
Ayıplam gömülen çağınızda.

30 Yıl Sonra Yazko Edebiyat : 2. Sayının Sunuş Yazısı

UMULMADIK İLGİ - Memet FUAT(*)

«Yazko Edebiyat» ummadığım bir ilgiyle karşılandı. Edebiyatı, yarı magazin havasındaki sanat dergilerinde, çok çekici sayfa düzenlemeleriyle izlemeye alıştırılan okurların, şiirleri, öyküleri, yazıları birbiri ardına «kupkuru» sıralayan bir kitap-dergi'ye böylesine ilgi göstereceklerini hiç sanmıyordum. «ilk sayı üç bin gider, iki binde tutunursak iyidir,» dememe karşın, beni dinlemeyip dergiyi beş bin iki yüz bastılar, bir hafta içinde iki bin daha basmak gerekti...



Bu umulmadık ilgi karşısında başlarkenki düşüncelerimizde önemli değişiklikler oldu. ilk sayının satışına güvenilmeyeceği bilindiği halde, yıllardır özlemini çektiğimiz büyük bir kitap-dergi'ye yönelme olanağı doğdu. «Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Kooperatifi» yöneticileri «Yazko Edebiyat»ın üçüncü sayıdan başlayarak seksen sayfadan yüz altmış sayfaya çıkarılabileceğini, buna karşılık fiyatının iki katına yükseltilmeyip yüz lira yapılabileceğini bildirdiler. Uzun inceleme yazıları yayımlayabilecek bir dergiye (artık bir düş olarak bile bakmadığımız bir sırada) böyle birdenbire kavuşuvermek beni gerçekten çok sevindirdi. Ayrıca, büyük bir sorumluluk altına da soktu. Bu olanağı en iyi biçimde değerlendirmek, boşuna harcamamak için bütün eleştirmen, incelemeci, denemeci arkadaşlarımızın, üniversite çevrelerindeki edebiyat uzmanlarının, bilim adamlarının Yazko Edebiyat’ı benimsemelerini, desteklemelerini dilerim.

Bu arada, derginin yönetimi açısından bana çok önemli görünen bir sorun da kendiliğinden çözüldü. Başlarken yazı parası verip veremeyeceğimizi bilmiyorduk. «Ne verelim, ne verebiliriz, ya veremezsek!» derken, bir dergi yönetmeye giriştiğimde kendilerinden şiir, öykü, yazı istemem çok doğal olarak birçok sanatçı karşısında(onlar tepki gösterirler diye değil. Yeni Dergi’yi yıllarca ayakta tutmuşlardı, hiçbir karşılık beklemeden). Kendi savunduğum ilkelere ters düşmeyeyim diye susmak zorunda kalmıştım. Belki aralarında alınanlar bile olmuştur... Oysa ilk sayıların yazılarını ben toplamadım.. Bugün okurlarından gördüğü ilgiyle «Yazko Edebiyat»ın yazı parası ödeme sorunu kesinlikle çözülmüş. derginin Kooperatif'e yük olmayacağı anlaşılmıştır.

Yeni Dergi’yi kapattıktan sonra çıkartmayı düşündüğüm ama gerçekleştiremediğim dört aylık eleştiri dergisinde ele alınacak olan «dünya edebiyat eleştirisi tarihinin incelenmesi, günümüzde geçerli eleştiri kuramlarının sergilenmesi, örnekler sunulması» gibi oldukça geniş kapsamlı bir konu vardı. Yönetici arkadaşlar bu konunun «Yazko Edebiyat»da işlenmesi önerimi benimsediler. Berna Moran, Akşit Göktürk, Tahsin Yücel, Berke Vardar, Murat Belge gibi, değişik yönlerden eleştiri tarihi, eleştiri kuramları üzerine çalışmalar yapmış bilim adamlarımızdan şimdilik yalnızca söz alınabildi. Bertan Onaran bu çalışmaların gerçekleşmesi için özellikle çaba gösterecek.

Dergimizi hazırlayan kadroya bu sayıdan başlayarak Asım Bezirci'nin de katıldığını sevinerek bildirmek isterim. Yıllarca bilimsel edebiyat eleştirisinin memleketimizde tanınması, uygulanması, yayılması için çaba harcamış olan değerli arkadaşımızın, yüz altmış sayfalık bir dergide, kendi katkıları bir yana, yeni incelemecilerin yetişmesine de önderlik edeceğine kesinlikle inanıyorum. Asım Bezirci «Yazko Edebiyat»a eleştiri, inceleme, deneme yazıları gönderecek gençlerle yakından ilgilenecek.

Yadırgayanlar olmuştur, ilerde de olacaktır diye açıkça belirtmek istiyorum: «Yazko Edebiyat» değer verdiğimiz, anılmalarını özlediğimiz ölmüş sanatçıları ya da büyüklerimizi ölüm yıldönümlerinde anmak geleneğine uymayacaktır. Unutulmamaları gerektiğine inandığımız kimseleri her zaman anacağız, onları yalnızca ölüm yıldönümlerinde hatırlamanın yeterli olduğuna inanmıyoruz.

Okurlarımızdan «Yazko Edebiyat» üzerine düşüncelerini, eleştirilerini bildirmelerini dilerim. Çok sayfalı bir dergiye dönüşürken edebiyatseverlerin neler istediğini bilmek bizler için son derece yararlı olacaktır.

* Zamanında Yazko Edebiyatı'ın ilk sayısını kaçırmıştım. Daha doğrusu dergiden biraz gecikmeli haberim olmuştu. Neyseki bir sonra ilk sayı tekrar basıldı. Derginin 3. sayısından itibaren kapak tasarımı değişmişti. Bu sayıda yayınlanan bazı şiir ve yazıları ilerleyen günlerde burada sizinle paylaşacağız. Böylece 30 yıl önceki edebiyat dünyası hakkında bilgi sahibi olabileceksiniz. Daha önce burada sizinle paylaştığımız Nazlı Eray'ın Laz Bakkal öyküsü Yazko Edebiyat'ın bu sayısında yayınlanmıştı.