30 Eylül 2010 Perşembe

30 Yıl Sonra Yazko Edebiyat. 3. Sayıdan Bazı Şiirler



ÇAPA - Necati Cumalı

Omuzunda çapa ardında keçisi
Kör karanlığında sabahın
Düşerdi kır yollarına
Dönerdi akşamları damına
Sırtında bir yük yeşil otla

Kaç beyin zeytinlerinin
Yıllarca o açtı diplerini
Kaç bağın kirizması
Evin temeli kasabamıza
Onun çapasından kalma

Karısı, bir iki komşusu kendi gibi
Toplanmışlar şimdi avluda
Ölüsünü öğleye kaldıracaklar
Keçisi suskun anlamış gittiğini
Çapası geride dayalı duvara

KİRİZMACILAR - Necati Cumalı

Kirizmacılar öğleyin
Zeytinin gölgesinde
Sofra kurdu
Peynir ekmek
Zeytin yediler
Biri cigara tuttu
Kavlı bir çakmak
Gölgede soğumuş
Bir testi su
Dolaştı elden ele


Bir ay her gün
iri elleri altında
Eridi dize kadar
Çapalarıyla
Ölülerinin yattığı toprak


Her öğle üstü
Bir cigara içene kadar
Sırtlarını ağaca verir
Dinlenirlerdi
Baktıkları yerde
Gülerdi
Bir haber gibi
Cennetlerinden
Bahçeler bağlar

iNSANLAR iÇiN NOTLAR - TALiP APAYDIN


TREN

Ne çok tünellerden geçiyor trenimiz
Boğucu duman zifiri karanlık içerisi
Çocuklar korkuyor, kadınlar ağlıyor
Aramızdan ansızın kayboluyor birisi
Cırlak sesler homurtular kulaklarımızda
Birer karabasan günlerimiz

iLHAN içiN

Hiç bu kadar kararmadı gökyüzü
Hiç bu kadar kirlenmedi sular
İnsan insana bu kadar uzak değildi
Böyle kaçırmazdık birbirimizden gözümüzü
Küçük bir kız şimdi babasını sorar
Hadi yanıtlayın kızartıp yüzünüzü

AYLAK

Yüreği yoksul beyni kurak
Ne olabilir böyle bir adamın işi
Hendek açmak tuzak, kurmak
Başkaları gelip düşsün diye
Yer açılsın diye kendisine
Sonra kabarıp durmak

İKİMİZ

Benim için önemli olan
Senin için önemli değilse
Burdan kopuyor ipler işte
Başka yerlere bakıyoruz
Başka şeyler görüyoruz
Sen yokuşta ben inişte

EYLÜLÜN SESiYLE - EDİP CANSEVER

Baylar!
Bin dokuz yüz seksen birdeyiz
Karşınızda eylülün sesi
Ağustos çekildi, eylülün sesi
Birazdan konuşacak
«Bu dünyada yaşamak cansıkıcı bir şeydir baylar.»

Tepelerde bulamaçların kahverengi eridiği
Eriyip sarı sarı aktığı bir mevsim
Bir saat gibi işlerken avucumdaki güz çiçeği
Yosunların kapılara usulca
Tırmanıp yerleştiği
Yani eylülün sesi, buysa çok iyi baylar.

Yaz geçti, sözgelimi midyelerden yorulduk
Eni boyu belirsiz bir ıslaklıktan.
Upuzun gündüzlerden, sevimsiz otellerden
Eylül ki, sorabilir mi
Hüzünler iç kamaştırıyor. aşklarsa niye yoksul
Bir asfaltın kuru sıcak soğuğundayız
Oysa bir deniz feneri mevsimsiz ölür bcvlcr.

Dahası
Bu düğmesiz giysileri şöylece giymek
Bir boşluğu giyinmek mi olur
Olsun
işte karşınızda ekimin sesi
Kasımın sesi sonra
Yağmurun eşliğinde - çocuğunu emziriyor yaz -
Bundan böyle günlerimiz nasıl geçecek baylar.

Her şey o kadar dokunaklı ki
Eylülsem, istemeden kırılıyorsam bazan
Dağınık, renksiz bir mozayık gibiysem
Üstelik yalnızsam bir de - telefonda kuş sesleri -
Aynalardan duvarlara bir üzünç akıntısı
Bu dünyada çekingen olmak çok iyi bir şeydir baylar.

Sonra bir kır kahvesi kendini okurken
Masaları toplanmış, bardakları toplanmış
Tam kendini okurken
Derim ki bir semti iyi tanımak kadar
iyi tanımalı dünyayı
Açın radyolarınızı: eylülün sesi
Bu dünyada can sıkıntısının bir başka anlamı var baylar.

Elmalar silik silik kırmızı artık - olsun -
Gözlerimiz tozlanmış, kirli
Gizlisi yak, bu dünyada böyle sıkılmak iyi
Sıkılmak iyi baylar
Biz hazır tuttukça böyle
içi yangında alevalev
Dışı buz tutmuş kalplerimizi.


KOLAY DEGiL -ALİ YÜCE

Üzülme bu da geçer
Çocukluk arkadaşım ağaç
Bu yorgun yaprakları
Döker kurtulursun
Kolay mı bozkırda ağaç olmak
Bir fidanda buluşalım
Süt kardeşim ağaç


işte burnu havada
Kendini beğenmiş bir kent
Çiğnemeden yutuyor seni
Bozkırdaşım ozan .
Bir türküde buluşalım
Kavalını ağlatmadan
Yedi gözü yedi çeşme


Anan bacın soğuk sana
Emmin dayın tuzak niçin
Başını yastığa koyunca
Bulursun belki düşün
Sırtlan gibi saldırır gerçekler
Ayak altında kalır düşün
Düş görmek kolay mı ki
Kolay mı topsuz tüfeksiz
Gerçeğin kanına girmek

Gurbette sıladır bana
Sılada gurbet şiir
Karşınızda hazır bulduğunuz
Şu baharı şu bahçeye
Getirmek kolay mı ki
Hem ağaç olmak hem kuş
Uykusunu incitmeden
Kolay mı güzelin düşüne girmek


Bir yangından bir yangına
Sürgünüm hep
Önünüzde hazır bulduğunuz
Şu güneşi şu sofraya
Getirmek kolay mı ki
Hem sevgi olmak hem ekmek
Bir damla kan dökmeden
Kolay mı şiirin kalesine girmek

NiŞANLI KIZIN AĞIDI – TURGAY FİŞEKÇİ

Göğsün papatya tarlası
Ah, sarardın beni
Sevgilim, sevgilim
Kolların nerde şimdi

Kirpiklerinin ucuna
Asmıştım yüreğimi
Mavisinde yittiğim
Gözlerin nerde şimdi

Bilgeceydi dostluğun
Sevgiydi sunduğun
Yıldız gözlüm, gündüzüm
Işığın nerde şimdi


SORMA BANA – TURGAY FİŞEKÇİ

Sorma bana kimim
Nerden geldim buraya
Gözlerimdeki kırmızı bulutlar
Hangi günlerden sorma.


Elbet olmuştur geçmişte
Açıklanamaz şeyler
Bağlardan çaldığım üzümleri
Yemişimdir yaslanıp mavi göğün göğsüne


Sorma bana kimim
Yaşım kaç, işim ne?
Bana «Seviyor musun?» de.
Başka birşey sorma.

23 Eylül 2010 Perşembe

30 Yıl Sonra Yazko Edebiyat : 3. Sayının Sunuş Yazısı(*)



Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Üretim Kooperatifi YAZKO EDEBiYAT'ın üçüncü sayısını sunarken okurlardan gördüğü büyük ilgiye içtenlikle teşekkür eder. Altı bin beş yüz basılan ve bir hafta içinde tükenen ikinci sayımız istekleri karşılamak için yeniden basılmıştır. Sayfalarımızın çoğalması ile birlikte bu büyük ilginin itici gücü olduğuna inandığımız genç kuşağa dergide oldukça geniş bir yer ayırdığımızı göreceksiniz. Eleştiri, öykü, şiir dallarında gençlerimizin işe bu kadar yüksek bir düzeyde başlamış olmaları edebiyatımız adına gerçekten umut vericidir. Dosyalarımız iki ay içinde genç şair ve öykücü adaylarının birbirinden güzel yapıtlarıyla doldu. Dergimizin sayfalarının çoğalması ve baskı sayısının yükselmesiyle basınımızın içinde bulunduğu kâğıt bunalımı bizi de zorlayacaktır. ilgililerin ilgisizliği yüzünden çözülmesi uzayıp giden bu sorunu, başta kültür bakanımız olmak üzere, sorumluların kısa zamanda ele alacaklarına inanmak istiyoruz.

* Yazko Edebiyat zamanında çok ilgi görmüştü. 30 yıl öncesinin edebiyat ortamını merak edenler Yazko Edebiyat'ın içeriğinin bir kısmını burada sizinle paylaşıyoruz. Derginin 3. sayısını karıştırınca ürün vermiş çok sayıda şair ve yazarın artık hayatta olmadığını tespit ettim. İşte Yazko Edebiyat'ın 3. sayısında imzası olup ta şimdi hayatta olmayan bir kaç yazar: Asım Bezerci, Oktay Rifat, Bekir Yıldız, Necati Cumalı, Edip Cansever, Vedat Günyol..

Adanalı Özcan Karabulut'tan Bir Öykü : Ayna Yazıları(*)


AYNA YAZILARI


İnsanın içinde hiçbir şey bir çırpıda olup bitmiyor ve senin aynaya iliştirdiğin yazı gibi onunki de içsel bir gereklilikten doğuyor. Son üç sözcüğün üzerinin karalanmış olması pek heyecanlandırdı seni, spot cümlelerle bir diyalogun başladığına yordun bunu önce, daha dikkatli baktığında, arta kalan üç sözcüğün sonuna eklenmiş ünlem işaretini görebildin. Hemen bir sigara yakıp çalışma odasına koştun, eşyalara dokunulmadığını görünce biraz rahatladın. Neden sonra yüzünü yıkamak için banyoya gittin ve tıraş kremiyle aynaya yazılanı da okuyunca, olduğun yerde kalakaldın.

Kabul etmeli ki, senin yazın da bir zorunluluktan doğmuştu. Uzun sürmüş birlikteliği bitirmek gibi amacını aşan bir anlam taşımıyordu. Dizginlenememiş bir öfkeyle her şeye bir son verme isteği yoktu içinde. Hele bu orta yaşlarda, bir sürü bağlantının içine girmişken, üç aşağı beş yukarı nerede yaşayıp nerede öleceğiniz belliyken, bu biçimde ... Sen kırgınlığını, olsa olsa sitemini iletiyor, bir umudu diri tutmak istiyordun. Biraz dikkatini çekebilmek, sessiz patlamalarla gelen büyük patlamayı önleyebilmek için çabalıyordun, hepsi bu kadardı. Sık ve uzun yolculuklarına, eve geç gelmelerine, masasının başındaysa ensesinden görmelere alıştırmıştın kendini. Doğum günlerinin, tanışma yıldönümlerinin unutulmasına aldırmıyordun. Yıkanıp ütülenmeyi bekleyen giysiler, sigara dumanı kokan odalar, kirlenen perdeler eskisi gibi rahatsız etmiyordu seni. Bozulan muslukları, zamanında yatırılamayan faturaları aklına bile getirmiyordun. Biraz sohbet etseniz, birlikte bir sinemaya gitseniz, ya da bir akşam yemeği yeseniz rahatlayacak, sevgiyle elini uzatsa içini kemiren kurttan kurtulacaktın. Sessizce gelişlerine, donuk bir yüzle bakışlarına, çayını ya da içkisini alıp bir ruh gibi odasına kapanmalarına üzülüyordun. O da senin gibi acı çekiyordu besbelli, ama konuşmak, sorun neyse paylaşmak niyetinde görünmüyordu. Aranızdaki uçurum giderek derinleşiyordu. Sağır ve dilsiz bir adamı nasıl harekete geçireceğini kestiremiyor, ne yapacağını bilemez bir halde televizyonun karşısına geçiyordun. Duvara çarpıp gelen sözlerden yorgun düşmüştün artık. Derin bir yalnızlık duygusunu başka hangi sözcüklerle anlatabilir, yaşadığınız durumu başka nasıl dışa vurabilir, çekildiği köşesinden cılız da olsa bir ses vermesini başka hangi yolla sağlayabilirdin ki? Belki bu dilden anlayabilir, bir Çığ gibi kopup gelen çığlıklarını duyabilirdi. Gizli, karanlık noktaların ortaya çıkması ayna yazılarına bağlıydı belki de.

Kızılderili atasözünün yazıldığı kağıdı aynaya iliştirmeden hemen önce, "Sevdim seni bir kere, lanet olsun!" demiş, gözlerinden yaşlar boşanmasına engel olamamıştın. Kalbinin tamamen kırılmaması, her şey için çok geç olmadan aklını başına toplaması için adeta yalvarmıştın. Ağzından tek söz çıkmamış, suç bende der gibi sabit bakışlarla gözlerine bakmış, ayakta dikilip kalmıştı. Bulunduğun yerde küçük bir daire çizip üstüne atlamış, bağıra çağıra neresine gelirse yumruklamış, tırnaklarım yüzüne geçirmiştin. Küfürlerini, hakaretlerini aynı inatçı sessizlikle karşılamış, odalarda dönüp dolaşmış, uzun bir of çekip çalışma masasının sınırlarına çekilmişti. Eskiden tartışır, kavga eder, cinsel arzularınız kamçılanmış olarak birbirinizin kollarına, bacaklarına dolanır, sevişirdiniz. Eskiden olsa öpe-koklaya-konuşa birbirinizin olurdunuz. Kendini ilk kez bu kadar çaresiz, hırpalanmış, hatta aşağılanmış hissediyordun. Ne yapmaya çalışıyordu, tepkisiz kalarak seni delirtmek mi istiyordu? Bir ev, birbirine uzak iki kişi, biri aşktan firari, öteki salya sümüklü, legal bir örgütün çökmekte oluşu! Yaşadıklarınızın özlü bir açıklaması olabilir miydi?

Konuşmasız mutsuz günler böyle başlamış, yavaş yavaş kendini gösteren, her türlü ihanete açık, zemini kaygan, tehlikeli, sonun başlangıcını hazırlayan günler böyle yaklaşmıştı. Her geçen gün kendini büyük bir boşluğun içinde bulmuştun. Sabahın yedisinde kalkıyor, kahvaltıyı hazırlıyor, elinde çay bardağı odaları dolaşıyor, uyumakta olana ya da boş yatağa bakıyor, mesai saati yaklaşınca caddeye çıkıyordun. Yürüyüş için ıssız sokakları, taşıtsız, insansız yolları seçiyor, akşama doğru, saat beş gibi, her şeyin kalın bir sis tabakasında yaşandığı eve dönüyordun, İşe gidip gelmeler, çalışma günleri, hafta sonları, gündüzler, geceler kendini yineleyip duruyordu. İşte bu sıralarda bir kuşku belirdi içinde: Ya bir sevgilisi varsa, ya genç bir kadına aşık olduysa, ya senden uzaklaşmasının nedeni buysa? Erkeğin fırsat bulduğu anda partnerini aldatmaya hazır olduğu geliverdi aklına. O zamana kadar, sana anlamsız, önemsiz gelen gazete haberini anımsamıştın. Ünlü bir antropologun araştırmasının sonuçlarına göre erkek her zaman poligamistti. Peki, kadının erkeğe duyduğu aşkın dört yıl sürmesine ne demeliydi? Sen ne yapmıştın da, dördü sekize, sekizi on altıya katlamış, aşkını yeniden yeniden üreterek aynı adama bağlanmıştın? Demek hayat kuşkularını yaymak için böyle bir zamanı beklemişti. Olası bir ihanetin içini kemirmesi için bu günlerin yaşanması gerekiyordu demek.

Issız sokaklarda yolu uzatarak yürüyor, özlemle bağlandığın, sevdiğin adamı istiyordun. Sen kendinden emindin; aşkını sevginle, sevgini aşkınla harmanlamış, hayatını çocuğunuzla birlikte yolun sonuna kurgulamıştın. İyi niyetliydin, dürüsttün, üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyordun. Ya o, o ne düşünüyordu? Tek taraflı sevginin bir anlamı olabilir miydi? Daha düne kadar, somut olarak dokunduğun adamı herhangi üçüncü bir kişi gibi geçiriyordun aklından. Ona 'o' diyor, 'o' olarak düşünüyordun. O; hayır, çünkü onun bir adı, bir kimliği, bir sıfatı vardı. O; evet, çünkü bazen erkeğin de adı yoktu!

Herkesin küçük büyük bir sırrı olmalıydı, herkesin. Onun sırrı neydi? Sevdiğini uzaklara çeken, dönüş yoluna mayın döşeyen kimdi? Gülümseyerek kendi küçük sırrını anımsadın: Genç bir delikanlıydı, yanında stajyerindi. Hoş biriydi ve bir akşamüstü yemek teklifini kabul etmiştin. Yemek boyunca sinemadan, müzikten, aşktan konuşuyor, sana kur yapıyordu. Gençleştiğini, güzelleştiğini ve giderek bir başkası olduğunu hissediyordun. İnsan yaşadığı zamanla, ortamla, karşısındaki kişiyle nasıl da değişiyordu. Neden o anda elini tutmasına izin vermemiş, neden bu kısa terapiyle yetinmek zorunda kalmıştın? Bunu anımsamanın, soruları yanıtlamanın sırası mıydı? Bunca yıldan sonra, insanın bazı şeyleri kendine bile itiraf etmekten kaçındığını bildiğin halde, üstelik hayatına ait bütün belirsizlikler kafana üşüşmüşken, bu küçük kaçamağı anımsamanın sırası mıydı? Daha önce üstünde durmadığın bu küçük sırrı anımsayabildiğine şaşırıp kaldın yine de. Son yirmi dört saatte olanları düşünüyor, ne bir telefonla ulaşabiliyor, ne de ondan bir işaret alabiliyordun. Sorunlarını, sıkıntılarını paylaşacak bir dostun, bir arkadaşın yoktu. İşini iyi yapmak, cenaze törenlerine katılmak, politikacıların açıklamalarına sinirlenmek... Hayatının en önemli eylemleri bunlardı. Varlığını adadığın adamın dışında konuşacak bir tek kimsenin olmaması ne kadar kötüydü. Ve bu kırk yıllık ömrün sana, eylemlerine verdiği son ödüldü.

Boşuna bir oyalanışla kaldırımları dolaştın, korkularınla, açmazlarla vitrinlere göz attın. Kah umutlandın, kah karamsarlığa kapıldın. Böyle bir başına olmaktansa, böyle tükenmektense, böyle onu kaybetmektense, bir kadınla aldatılmış olmaya, geçici bir gönül ilişkisine bile evet diyebilecek bir ruh halinde yakaladın kendini. Bu bir rüya olmalıydı, akşam eve gittiğinde kapıda karşılayacak, sana sımsıkı sarılıp bütün bunların kötü bir rüya olduğunu fısıldayacaktı kulağına.

Birlikte yaşadığınız on altı yılı hiçbir zaman sorgulamaman gerekmemişti. Her şey yeterince güvenlikliydi. Çünkü parmaklardaki yüzükler bir umutsuzluğa, bir kuşkuya yer bırakmazdı. Çünkü ana babalar aynı yastıkta yaşlandıkça birbirlerine benzer ve birer dost, birer kardeş gibi aynı çukura atarlardı adımlarını. Bir gün birlikte yaşadığın adamı bir hayalet olarak yanında bulduğunda, senin gibi çok özel, özverili bir kadın bile, hiç hak etmediği halde, içine kapanmanın, yıkılmanın tam eşiğindeyken, onu dalıp gittiği uzaklardan çekip alamıyordu. Ve karşındaki hayalet ilk ve biricik aşkındı, kocandı o senin, akıl alır gibi değildi.

Evet, bütün bunlar doğru ama, bilmiyor olamazdın, bedenini okşayan ellerin bir gün eskisi gibi bundan haz almayacağını, ağır ağır üstüne devrilmelerin uçuruma düşmelere dönüşeceğini, metalin bile yorulacağını, yorgun metalin başka yaratıcı ustaların elinde yeni biçimler almak isteyebileceğini, düşünmemiş olamazdın. O hiç yaşlanmasın diye seçilmiş minyon sevgili, bir görüşte aşık olunan kız, ay bulutlara girer uzaklaşır, yıldızlar kayar, yaklaşan felaketi sen bile önleyemezdin. Yıllar geçti, sonbahar geldi geçti, artık mevsimler kıştı. Yanındaki adam yabancılaştı, sevişmeler azaldı. Felaket kapını böyle çaldı. Oysa ne güzel sevişme fantezileri keşfetmiş, baş döndüren kokular sürünmüş, saçlarını kızıla boyamıştın. Hayatından uzaklaşmakta olanı tutmak, aynı yastıkta kocamak için nasıl da çırpınmıştın. Son aylarda dövüşür gibi sevişmesi, bir şeylerden, birilerinden intikam alır gibi dudaklarına, kalçalarına saldırması gerçekten tuhaftı. Keşfettiğin fantezileri takıntılara dönüştürmen de en az onunki kadar tuhaftı. Sevişen kadınla erkeğin orospusunun maço'sunun olamayacağını, iki bedenin aynı bedene doğru yol aldıkça hiçbir sevişme biçiminin fantezi olarak düşünülemeyeceğini, şefkatin, şehvetin ölü bir kurumu diriltemeyeceğini, hangi iç sızısı, hangi ayna yazısı anlatabilirdi ki?

Aşk gemisi aysberge çarpıp parçalandı. Kırılanın, yıkılanın onarımı imkansızlaştı. Akşam oldu, gece yalnızlığıyla geldi. Günün ilk ışıkları pencerene vurdu, kapının zili çaldı. Son umut kırıntıları da tükendi. Bulmak istediğin adam değil, Kapıcı Efendi duruyordu karşında. Bir ekmek, bir Cumhuriyet, bir Radikal'le kapının gerisinde kaldın. Zuhal Olcay'ın İhanet'i çalıyor, kendini ihanete uğramış gibi hissediyordun. Ev sessiz, ruhun huzursuz, durgun akan zaman sıkıcıydı. Sehpanın üzerindeki gümüş çerçeve, mutlu bir anınızın nöbetini tutuyor, her şeyin varacağı yere kendi yatağında akacağı duygusunu uyandırıyordu. Tıraş kremiyle aynaya yazılmış, "Seni özgür bırakıyorum!" yazısını okudun. Dünya bir kez daha başına yıkıldı. Ne çok şeyi kabullenmiş, ne çok şeye evet demiş, küçük bir çocuk ve domuzlaşan bir kocayla birlikte nasıl bir düzenin içinde yer almış, nasıl da başka biri olup çıkmıştın. Yatak odasına geçip ışıkla gölgelerin yer değiştirişini izledin, çalar saatte, aynada, aynadaki yazıda gezdirdin parmaklarını bir süre, sonra zamansız bastıran bir uyku dalgasının akıntısına bıraktın gövdeni yavaşça.

Uyan bahtsız sevgili uyan! Söze dökülen, yazıyla dile getirilen, duygulara, düşüncelere, yaşanılanlara tercüman olmaz her zaman. Uyan da, 'Dullara yas yakışır'ı oynamaktan vazgeçip kendilerine birer sevgili bulan, çocuklarını genç sevgililerle birlikte büyüten kuşağının kadınlarına bak. Aç gözlerini de, kulaklarını sağır eden çığlıkların çok uzak bir kente sürüklediğini, kalem tutan elinin anlamasını istediğin dilden anladığını ve bu yazıyı senin için yazdığını gör. Uyumayıp gör de, başka bir kadının varlığını itiraf ederek canını daha fazla yakmak istemediğini, aynaya iliştirdiğin yazıyla seni baş başa bırakıp gitmenin dışında, kalbindeki yangını söndürebilecek başka bir yol bulamadığını anlamaya çalış.

Gerçeği söylemek gerekirse, şimdi herkesin kendi kayıplarına katlanmasından, bir biçimde hayata katılmasından başka çare yok, ve unutma ki, hangi koşulda, kiminle ne yaşanırsa yaşansın, hiç kimse birbirini tam anlamıyla özgür bırakamaz. Hele iki kişiden biri benimsin diyor, öteki kaçıyorsa. Karı-kocalar ya da sevgililer, yakalarını bırakmayacağını bilseler, ah bir bilebilseler, mezarda bile, iki elin.

* Özcan Karabulut'un bu öyküsü Adana'da Yayınlanan İnisiyatif Sanat Dergisinden alındı. Adana'da gazete bayilerinde ve İnisifatif Cafe'de bulabileceğiniz bu dergide yalnızca Adanalı kalemler yazmıyor. Derginin Yaz 2010 sayısı sinema ağırlıklı olmuş. Bu öykü ne zaman yazıldı bilmiyoruz ama yeni olduğu her halinden belli. Bu öykü ile aşağıda linkini verdiğimiz linkteki öykü ile karşılaştırıp Özcan Karabulut'un yaklaşık 30 yıl sonra öykü anlayışında nasıl bir değişim ve gelişme olduğunu değerlendirmek mümkündür.

http://adanasanat.blogspot.com/2010/09/adanal-bir-oykucu-ozcan-karabulut.html

21 Eylül 2010 Salı

YUSUF ALPER VE YARALI RUHUN DEFTERİ - Hilmi Haşal(*)

O Kadar İşte – Yusuf Alper


Çıkınımızda üç yaşında bir çocuğun sevinci
Onyedisinde bir delikanlı hüznü
Otuzunda hayatın acısı gerçeği
Kırkında daha acısı daha gerçeği
Sonra daha daha da

Boy boyladık soy soyladık tarlayı sürdük
Ekini ektik öğüttük yedik
Unu eledik duvara astık
Siz sağ ben selamet gidiyoruz

Öncekiler saksıda birer çiçek
Öncekiler yatak yastık vesaire
Sonrakiler camdan bir balonun içinde
Gezinip duran böcek
Bir o yana bir bu yana

Gidiyoruz da bunun için mi geldik
Topla çıkart çarp böl elde var sıfır
Elde var okyanusta bir damla
İçinde” binbir hüzün acı aynlık

Geldik gidiyoruz o kadar işte



Yakınmalarımız hiç bitmez. İnsanoğlunun yakınma serüveni ilk şaplaktan itibaren başlar ve Azraillin son şamarıyla biter. Irk, renk, cins, dil ve din ayrımı gözetecek güç yoktur o konuda; mutlak eşitliktir biyolojik gerçekliği... Doğanın adaleti için hiçbir 'temyiz' makamı yoktur. Yani hüküm kesin, infaz kaçınılmaz: Her canlının ilk ışıktan son ışığa değin yürüdüğüdür. Yol halinin sıradan ayrıntısıdır yakınma davranışları, yolculuğu duyumsama ve dışavurum biçimidir... Salt odur, 'yakınma' denen tepki. Kaosun yüzümüze çarpmasıdır: "Yaranın kanadığını benden soruyorlar / Tutkunun serseri bir mayın olduğunu" (Giderim Giderim Dünya Yuvarlak, s. 224) ve dahası, endişeyi, korkuyu içselleştirmiş bireyin zamanda var olduğuna kanıt her şeyi... Yusuf Alper şiirinin de yol ekseni sayılan gerçeklikten algıladığımız genel durum...


Yakınma gerekçeleri hiç bitmeyen insanoğlu, yakındığını unutur çoğu kez ve olağan halden sayar sızlanmalarını, soğuktan ya da sıcaktan; ışıktan ya da karanlıktan; yağıştan ya da kuraklıktan ağlanmayı zamanına ve konumuna göre yineler. Bireysel bir tepki sayılan yakınma eylemini kendine hak görürken karşısındakine (ötekileştirdiğine) yakıştıramaz: Eleştirir, ayıplar, suçlar. Ağlanmakla, aşağılanmakla koşut addeder başkasının yakınmasını. Oysa kişinin müzmin hastalık belirtisi olmayan yakınma, yerinme, sızlanma vb. hoşnutsuzluk durumlarını dile getirmesi o kadar da katlanılmaz bir dışavurum değildir. Zira zamanı, yani 'an'ı, yani yaşamı algılama belirtisidir, bireyin tepki verişi. Gayri ihtiyari davranışı... Bedensel(fiziki) anlamda veya tinsel (ruhi) anlamda sızıyı, ezilmişliği, incinmişliği yaşayan kişi rahatsızlığını dile getirecektir bir biçimde. Getirir. Bu da olağan bir sonuç: Öyle ya, "yarası olan iniler" ... Şairlik ve şiir 'antologya'mız zengindir bu konuda. Geleneğimiz, folklordan moderne, tam bir hazinedir denebilir. Hazinenin önemli bir parçası, takdirle benimsenmesi gereken katkısı dolayısıyla şair Yusuf Alper'den gelir. İnsanlığın yarasını kendinde hisseden, şiirimizin sessiz, sakin temsilcisinden...

'Yara' deyince bir tek görünür yara kastedilmiyor elbette. Görünmez yaralardır asıl insanı kahreden. Bitiren... Gönül yarası, ruh yarası, kalp ağrısı diye bilinen... Hem atalarımız dememiş mi: "İnsanı gam duvarı nem öldürür" diye? Burada gam sözcüğünün benzeş ya da türdeşleri anılacak olursa; "gam - dert, ukde, gaile, çor, üzüntü, hicran, bulut, acıma, acı, sancı, kahır, ıstırap, elem... " diye uzar gider tümce. Kuşkusuz hepsi, dirim sıkıntısının belirtisi, işaretidir. İnsanlık için ortak derttir, varoluşsal (ontolojik) sorun, bedenin ve ruhun duyumsadığı acı veren hal... Söz konusu acının dilini güzelduyusal kılıp (estetize edip) yansıtan sanatların temel kaynağıdır, denebilir o nedenle dünyevi (bazen de uhrevi) karabasanın dışavurumuna, yani 'yara'ya, acıya...

Ömür diye adlanan süreçte, kötülük ve çirkinlik, yani her türden kirlenme, kinlenme\ kişilik yitimine yol açar. Yusuf Alper şiirinin imlediği de bu; bilinçaltındaki korku her daim etkindir; "Ölüm ki gelir gider yengeç kollarıyla" dizesinin söylediği geçerlidir her canlı için.


Bedensel veya ruhsal acı taşıma gücü, kişiden kişiye değişir ama kendini, ötekini, toplumu ve dünyayı tanımada önemli bir belirtidir duyumsanan; acı... En eskisi, şiir (ezgi) müzik başta olmak üzere, yazılı ve sesli, çizili ve boyalı ürün veren sanat türleri insan ruhuna yöneliktir. Ruhtan kaynaklıdır, ruha odaklıdır... Tüm bu vargı (yargı) ve yorumlar Yusuf Alper'in şiirlerini okurken ediniyor insan. Okudukça, "Giderim Giderim Dünya Yuvarlak" saptamasının kanıtına ulaşıyor; bilincin kavradığı döngüye kapılmışlığı, giriş tümcesinde değinilen kaçınılmaz bitiş ile başlangıç arasındaki çizgiyi yaşıyor adeta. Yeniden, yeniden insan ruhunun yaralı noktalarına değiyor, düşünce denen doğaçtan devinim (arayış refleksi) sayesinde.


Tıp bilimi; "dinamik psikiyatri" ya da "psikoterapi" başlığı altında irdeleye / inceleyedursun, şiir önce söylüyor dramatik iç havayı. Örnekse; insanın yaşarken giyindiği dünya sıkıntısı okunmaktadır Yusuf Alper'in şiirlerinde. Türk şiirinin alçakgönüllü ustalarındandır o. Uzun soluklu şiirinin kozasını örerken hep insanı öncelemiş, insanın "arızasız" birey düzeyine yükselmesi için "insancıl" değerlerini sözüne maya kılmıştır. Evrensel olanı, bireyin esenliğini, ruhun erincini aramış, sözcüklerin o minvalde işlenmesi gerektiğini benimsemiştir.


Yalın söylemi, anlamı ve anlaşılırlığı amaç edinmekten beslenir. Şair olmanın, şiir yazıp yayımlamanın sorumluluğunu üzerinden hiç eksik etmemiş Yusuf Alper; "Şair Her Zaman" insana dair iyi ve güzel eylemlerin odağında bulunmalıdır. Ona göre: "Şair ilk insandan bugüne bütün insanlık tarihinin vicdanı olmuştur ve olmak zorundadır. İnsana karşı olan her şeye muhalif olarak. Doğal ki insanın hücresel düzeyden (ontolojik) varoluşsal düzeye tüm gereksinmelerinin de abartısız bilincinde olarak... " (Şair Her Zaman, s. 52) Sözün anlamla çiftleşmesidir çünkü şiir. İmgenin gizilgücünü, anlamı bezeyen iksir sayar. Öylelikle ironiye ve iğnelemeye yönelen söylemde bile şiirin ciddiyetini sezdirir. Çağın felaketler silsilesini kayda alan ürünler vermiştir, 35 yılı aşkın bir süreye sığan şairlik/yazarlık ömründe.

Yusuf Alper'in şiirinin atmosferi kişiliğini (insaniliğini) yansıtmaktadır denebilir rahatlıkla. Türk şiirinden "Fiyakasız Şiir" örnekleri arandığında akla gelmesi gerekenlerin arasındadır kesinlikle. Zira "Yalnızlıkla başlamayan bir şiir yazmak" olmamıştır yaratım serüveninde.

"Binyıl sonlanırken ağır aksak adımla
Kemik kırılan yerde güller mi gülmededir?
Delik deşik edilen bir yürekten, kurşunla
Karanfiller mi açar coşkuyla,fiyakayla?"

"Giderim Giderim Dünya Yuvarlak, s. 247)

Her şiir toplamında olduğu gibi Yusuf Alper şiirinde de belirgin özellikler vardır. Her yazan önce kendini yazar, kendinden yola çıkarak yazar, öylelikle ötekine ulaşır, ya da benzerini kurgular. Şiirin öznelliği üzerine sayfalarca metin üretmiş bir şairdir aynı zamanda ama en önemlisi, çocukluktan çıkmayan, çıkamayan insanın ruhuna kendi yarasından bakarak tanı koymuştur. Bunu, lirik ses akışıyla dile getirmesi yapısal özelliklere eklemlenebilir rahatlıkla. Şiir kişisinin yazgısını algılatır okuyana, ustalıkla algılatır. Dizeleri, 'insan böyle mi başlar' dedirtircesine yoğun saptama ve sorgulamalıdır. Hüznü doğayla içselleştirip söyler, "Susarak" söyler ki burada şiirin tamamını alıntılamak gerekir, savı pekiştirmek için:

"Atlar savururlardı yelelerini
Yoncaların, ekin tarlalarının arasından
Fırlayan bir ok gibi yılkıda
Savururlardı rüzgar gibi
Kırlangıçlar sayardı günleri
Duvar 'diplerinde serçeler, sığırcıklar
Avluda sereserpe uzanırdı kedi
Göğümüzden geçerdi turnalar
Alır götürürlerdi özlemimizi
Düşler diyarına, çok uzak. ..
Annem solgun bir yüzle söylerdi
Bütün hüzünlü türküleri susarak

"Giderim Giderim Dünya Yuvarlak, s. 202)

İlk şiirlerinden itibaren insanın çelişkilerine, çıkmazlarına çalışır şair Yusuf Alper'in kalemi. Deyim yerindeyse, birey ruhunun derin kuyusuna bakar. Sözün aynasını şiirden yana okuyup aydınlatır. Yetkinlikle yapar bunu, şairliğiyle mesleğinin bu denli örtüşmesi, yabana atılamaz. Hayatın öğrenme / öğretme serüveni söylemine sinmiş, insan çocuğun ya da çocuk insanın travmasını şiirinin temel izleği kılmıştır. Öylelikle yaralı ruhun defterini tutmuştur denebilir Yusuf Alper şiiri için ... Bu da görmezden gelinemez elbette.

Dünya şiirinin temsilcilerinden Neruda ve şiiri, mihenk noktasıdır Yusuf Alper'in özel tarihinde. "(. . .) ama ilk kez Neruda ile yakınlıklarımı fark ettiğim de yazdıklarımın ciddiyetini anladım ve yayımlamaya karar verdim" (Şair Her Zaman, s. 66) demesinden öğreniyoruz bunu. Başkalarının ve evreninin sorunlarına odaklanmıştır en baştan. O, bilinçle yükümlülük üstlenmenin seyir güncesini tutar, "Kendimi Yazmak"la. Dünyanın ve Türk şiirinin atardamarını, geleneğini özümsemeden has şiire yanlamayacağını erken kavramış bir şairimizdir Yusuf Alper. Çağını yazmıştır; "cinayetler çağını"... O nedenle, dünyaya ilişkin meramını, yani telaşını ve temkinli, bilinçli yaklaşımını anlamak okur açısından zor değildir. Zira tek başına kitap adlarını sıralamak bile şairi tarife yetmektedir: Kanayan Şiirler'den, Yaldızlı Bir Yanılsama'ya, Yeryüzüne Vuran Telaş'tan, Derin Uğultu'ya uzanan ve süre giden insanlık trajedisine tanıklıktır yazılan serüven.

Bireyin ağzından toplumsal özeleştiriyi okuruz Yusuf Alper'in şiirinden. Örneğin, toplumsal dalgalanma dönemlerinin sarsıntısını "Yekta" sayesinde tanıtır da bellek tazeleriz bir bakıma. Orada, şiir kişisi bireyin ruhunu gösteren yansımayla "Şiir haklıydı Yekta" sonucuna ulaşır. Zamanın ve koşulların aynasına yansıyan, dipteki devrim öngörüsünün ya da özleminin dışavurumu, genç insana ait trajediyle örtüşmektedir. Zaten şiir, trajediyi görmüyorsa hiçbir şey görmüyordur. Boşuna değil, bilinçli seçimdir Ritsos'tan alıntıladığı ve kitabının başlangıcına iliştirdiği iki dize: "( ... ) Sessizce bir türkü söylüyoruz /İçimizde bir yaraya bakarak".

Evet, Yusuf Alper şiirinin temel izleği insandır denebilir, insan hallerine, aklına ve ruhuna bunca odaklanmışlığa bakarak. Bir noktada; "( ... ) insan hanesinden adımı siliyorum" dizesindeki yakınmasına, isyan edip silkinmesine rağmen... Çünkü kaynak, insanın masumiyeti ve tükenmez serüvenidir.

Yusuf Alper, "Yaşamın "Yaldızlı Bir Yanılsama"dan başka bir şey olmadığının bilincinde "Zamanın Kırılan Aynasında" "Kanayan Şiirler yazdığımı söylemiştim, şimdi yineliyorum" (Şair Her Zaman, s. 68) sözlerinin içtenliği ve sorumluluğuyla sürdürmektedir yazma eylemini. Eyleminin verimi üzerine küçük bir saptama sayılan işbu metinle yapıtını kutluyor ve yeni şiirlere uğrayacak yolculuğunun nice yıllar sürmesini diliyorum. Yazısına tanıklık edeceğini umduğum okurları adına, esenlikle...


* Eliz Edebiyat Dergisinin her sayısının kapağını bir şairin el yazısıyla bir şiir süslemektedir. Derginin orta sayfalarında ise kapakta şiiri yayınlanan şair ve şiiri üzerine Hilmi Haşal’ın kaleme aldığı bir değerlendirme yazısına yer verilmektedir. Bu yazılar gerçekte şiirsel metinlerdir. Başka bir deyişle Hilmi Haşal, şairler ve şiirler üzerine düz yazı şiirler yazmaktadır. Bize sorarsanız, şiirle şairlerle ilgiliyseniz Eliz Edebiyat Dergisini bir şekilde edinip bu metinleri mutlaka okumalısınız. Eliz Edebiyat Dergisini edinemeyenler için Hilmi Haşal tarafından kaleme alınan bu şiirsel metinleri biraz gecikmeyle buraya aktarmaktayız. Eliz Edebiyat’ın Temmuz 2010 sayısının kapağında Yusuf Alper’in kendi el yazısıyla O Kadar İşte şiiri bulunmaktadır(M.Y.).

20 Eylül 2010 Pazartesi

Özgür Edebiyat Dergisinin Temmuz-Ağustos Sayısında Çıkan Bazı Şiirler

22 sayıdır Metin Celâl tarafından çıkarılan Özgür Edebiyat Dergisini kitapçılarda bulmanız mümkün. Dergiyi edinme imkânı bulamayanlar için Temmuz-Ağustos 2010 sayısında yayınlanan 6 şiiri örnek olsun diye buraya aldık. Baki Ayhan T.'nin şiirinin devamını ve değir şiirleri merak edenlerin dergiyi edinmeleri önerilir. Her zamanki uyarımızı yapalım: Bu şiirlerin buraya aktarılmasına Özgür Edebiyat Dergisi sahiplerinin veya yazarların itirazları varsa bizi uyarlamaları halinde anında kaldırırız.

SEN BENİ BAGIŞLA!.. – Hüseyin Atabaş

Yalvarıyorum sana beni yokuşa sürme,
yalnız bunun için biraz iyilikle biraz tehditkâr
geldim kapına. Tüm cinslerin erkeği bilir bunu;
       ayıp oluyorsa onlara olsun, ben dahil,
kim kapı buldu da diz çökmedi ki önüne
han mıdır, hangar mı sorup soruşturmadan!

Ben yine de sıra bekler buldum kendimi
ve hep uysal bir mermi var namluda sandım,
geceyi kollarmış meğer faltaşı gibi bir çift göz
ve tüm mermiler susarmış
      uyuyan tetik olunca;
ne bileyim, ben böyle avundum işte!

Geniş yaylaklar sizin olsun, küçük vadiler
yeter bana. Annem dar zamanda doğurmuş beni,
ben bolluk nedir bilmem, küçük ve sıcacık
kucaklar varsıllık bana...
      Karlı ve başı dik olanlardan değilim ki
"yol verin dağlar geçeyim" desem!..

Yine de bir şeyler eksik kalmış olmalı,
kimileyin sıramı beklemedim, bekleneceğini
bilsem bile yürüyüp geçtim: Ağzın bitince
eskiye döndüm, yani boynunu öpüp de geldim.
Ayıp olmasın, yeter ki kusurumu bileyim,
nasıl olsa sen beni bağışlarsın!..


BİR BAŞKA YAŞAM – Tuğrul TANYOL

alnının ardında bir dünya olmalı
sen bilmesen de bilir biri
belki çok bakmak gerek
anlamak için bazı şeyleri

sonsuzca uzanan bir mağara
içinde hiç durmadan yürür gibi,
bağlayan nedir yarınlara
uzak geçmişleri

bir adadır. durur orada
hiç gidilmemiş gibi, ama
tanıdık yine de,
sanki hep onu özlemişsindir

bazen kurulu bir masada
ışıklar içinde, dostlarla çevrili
dalıp gidersin bir an ..
bu güzel yaşam

bir başkasının düşü olabilir mi?


               Porta Venere, 12. 06.2010


ASİT - Deniz Durukan


bazen çok kötü hissediyorum kendimi
uzun bir şiire başlıyorum o zaman
yarım cümlelerle, tırtıklı bir
ön sevişme istiyorum
ve ata biner gibi piyano çalıyorum
dimdik oturuyorum
eğikliğime aldırmadan
ayakta uyuyorum aygır gibi
sanıldığından daha pervasız, daha edepsiz
daha bayağı bir tümceyle
(bakın burada öztürkçe konuşuyorum)
metroda, tren garlarında, ara sokaklarda
uydurmuyorum karayip adalarında
çıplak kadınlarla ilgili
su götürmez gerçeği
tıngırdayarak, bir bedenin tüm ayrıntılarını
parçalayarak yalıyorum

işte kızarıyor adamın donuk yüzü
afallamış gözleri
bir kitabın ikinci bölümünü atlayarak
kahinler fakültesinin ermişler bölümünden
sızıyor içeriye
içerisi beyaz buruşuk gömlekli adamlarla
kırkını aşmış kadınların
tenasül organları gibi kokuyor
o halde kim olduğumu gizleyin!
kadın satıcılarından, çocuk bakıcılarından
kanserden ölmüş ya da dengesi bozulmuş organizmalardan
sıkılıyorum ve müthiş bir ders çıkarıyorum hayattan
biliyorum ölmek hiç kolay değil
işte bu yüzden sadece bu yüzden
cam kapının önünde
kucaklıyorum kendimi
serin tutuyorum aklımı
muhtemelen bütün insanlar okşasın diye
saygıyla eğiliyorum fahişenin önünde
tam on iki ay boyunca
ruhkedisi, sokak kedisi, külkedisi?
derken ağzımı dayıyorum hiç tanımadığım adamın birine
bir kış efendisi sakinliğiyle
dalıyor ormana
halbuki herkes bilmeli
içi boşaldıkça derinleşen tek şey
çukur olmalı bu hayatta

Diyaloglar -Baki Ayhan T.


- neden benden ille de iyilik istiyorsunuz?
- uzun zamandır bakıyorum bu manzaraya

- sizi hiçbir yerden gözüm ısırmıyor!
- çocuklarla böcekler birbirine girmiş burda

- yüzüme baksanız belki vazgeçeceksiniz
- neye tutunacağını şaşırmış boş sokaklar

- bir fotoğrafınız var mı dosyama koyacağım?
- benzeyen kalp biçimleri hep adamlarda

- imzanız taklit edilebilir, değiştirmelisiniz
- benzemeyen vücut biçimleri kadınlarda

- cazip şeyler bulmalısınız ilgilenecek
- göremiyorum bazen, kendime inceliyorum

- kimseler bilmemeli, kimseler görmemeli
- bulunmasın gizlenmiş duvar çatlaklarına

- anlaşamayacağız, çok gürültülüsünüz
- tam otuz dokuz senedir bakıyorum dedim ya

- sonra gelin, hem rüzgar manzarayı uçurdu
- neye yarar ki o zaman dünya?

Başka Bir Göğe Bakmanın Yorgunu - Betül Dünder

                          oğul Poyraz için ..
                          hep incinmiş kalacağım ...

Birer kasabalı olmalıyız seninle
yılgınlığını görmek için atların
daha fazla bilmek için kim nasıl
hangi toprağın zehriyle... öyle.
bize bir şey okumalı bu kasabalılar
bize bir şeyokuyup bizi kasabalı yapmalılar
uluorta okumalılar canımıza beni senden seni benden
koparmadan nasıl güzel küfür söylenir mesela... öyle
öyle yapmalılar meydana çıktığımızda
sen oğulolarak ben yorgun bi şeyarada
beni de tanımlarlar... öyle.
biraz tuhaf bakmalılar .. iyidir bu.
gökte çakarsa hayretin şimşeği
gece davulları göçün çalarsa
bekle ondan sonra kasabalı olabiliriz biz
sen sarışın kal yine de olduğun incelikte


buz beyaz kal derin ve unut benden olduğunu
bu iyidir.
kıtlıkta değiliz savaşta değil
hâlâ gölge vermekteyiz
bu avluda kendimiz olmak için.
bize bir şey okudular mı?
ben sana okudum. kasabaya varmamıştık daha
çıkmamıştı adımız kağıtlara
sen ağzıma tutulan en uzun ayna
göz aldın el aldın yola vurdun beni
birkaç dua bilirim bu kasabada işe yarar
fakat bilmem kızarlar mı
kirazı ayıramam badem ağacından
seni birinin yaprağına bıraksam
sen o ağacı ben seni gök bizi azad edene kadar
bir serçenin parmağına virgül koyduğu
rüzgarlı bir oğuldun sen
göğsümü iki ortalı defter gibi açtığım
ve bakarken sana
başka bir göğe bakmanın yorgunuydum ben.
kasabalılar bundan bihaber.


MAGARA - Ayşe NALAN


adımı çağırmayan ne varsa ona gidiyorum
kendine gizli bir mağarada kazılıyor hayvanları nasıl avladığımız
tekerleği buluşumuz ve tohumu un edişimiz
çömleği pişirdiğimiz sır, bütün hayaller ve anarşist adamlar
az yaşamış suratlarından asılıyorlar, fotoğrafları hep yanlış
okuyoruz
tüm bu duvarlar bu dip sarnıçlar, yakın gözlüklerimizin eseri
kuşlara kanat diktim bitti ipim
bütün bir gece kurşun döktüm acımdan
sesimi unuttum, sözümü unuttum
geldi bir ağaç tutundu beni
ne güzel bir bebeksin dedi, plastik dokun
saçlarımda simliydi ağzım
lütfen kahkaha atamam kedi gibi gülün
adımı çağırmayan ne varsa ona gidiyorum
suyu çekilmiş bir deltadan ufalıyorum ağzımı
en değerli fosilini arıyorum, bir cücenin çene kemiğini
sonra bir şehri kanatlarımın arasından seyrediyorum
parlak ve upuzun boynunda ışıklı kolyesi
adımı çağırmayan ne varsa ona gidiyorum
gülün dikeni yok, deniz kestanelerine güveniyorum

15 Eylül 2010 Çarşamba

Arşivden : Necatigil'in Nilüfer'i : Sabit Kemal Bayıldıran(*)

Nilüfer

Ben oraya koymuştum, almışlar,
Arasına sıkışık saatlerin.
Çıkarır bakardım kimseler yokken;
Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.

Kışken ilkyaz sularımda açardı;
Buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı?
Eski defterlerden sararmış yaprak.
Beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.

Bir ışıktı yanardı yalnız gecelerde;
Akşam, çiçekler uykuya yattı,
Sardı karşı kıyıları karanlık-
Beni bana gösterecek lambamdı, almışlar.

(Yaz Dönemi, İstanbul 1968, s.29)

Necatigil'in bu şiiri 1962'de İkinci Yeni'nin "Yeni dergisi"yle egemenliği iyice pekiştirmiş olduğu bir dönemde, İkinci Yeni'den uzak bir yapıda, anlayışta yazılmış olmasıyla dikkati çeker. Necatigil'in ilk şiirleri, kendini okuyucuya hemen veren şiirlerdir. Yaz Dönemi'yle başlayan dönemeçten Necatigil şiirinin gittikçe kapalılaştığı görülür. Bu olgunun II. Yeni'yle hiçbir ilişkisi yoktur. Kareler ve Aklar'ın özellikle "Kareler" bölümünde doruğuna çıkan bu " kapalılık", Necatigil'in şiiri yoğunlaştırma çabasından başka bir şey değildir. Necatigil, şiirini yoğunlaştırırken, araya boşluklar bırakıp, okuyucunun şiire etkin katılımını amaçlar. Böylece, okuyucu, şiirdeki boşlukları kendine doldurarak şiiri yeniden üretir, zenginleştirir.

II. Yeni, imgelerin çağrışımına dayanan bir şiir anlayışıyla, okurdan okura farklı yorumlanabilecek bir şiir üretiyordu. Onlar, gerçek üstücülerin ruhsal otomatizminden çok, simgecilerin "farklı okunan" şiir anlayışının aşırıya vardırılmış bir biçimini aktarıyorlardı. Gerçi simgecilerin şiirlerinin iskeleti vardı ve her okuyucu şiir okurken, portresini bu iskeletin üzerine kuruyordu, iskelete kendi renklerini katıyordu. II. Yenicilerin bir bölümü şiirin iskeletini de kaldırdılar. İşte Necatigil'in II. Yenicilerden ayrıldığı en önemli noktalardan biri budur. Ayrıca Necatigil, okuyucunun şiirin şiirin içine girmesi için, okuyucudan bir birikim, bir çaba istiyordu. Oysa II. Yeniciler, okuyucunun sadece imgelemini harekete geçirmesini bekliyorlardı.

Simgeciler, "duygularını kapalı, bilmecemsi bir dille" anlatılırken, sezgiye dayanarak yazıyorlardı şiirlerini. Kullandıkları özgün imgeler okuyucunun yaşına, kültürüne bilgi birikimine göre çeşitli biçimlerde yorumlana biliyordu. Baudeleaire'in "göğün balkonları" imgesini çok değişik yorumlayabilirsiniz; ama "İçe Kapanış" şiirinin zlediği konusunda tüm okurlar birleşir.

Necatigil'in tutumu, simgecilerden ve II. Yenicilerden çok farklıdır. Gerek simgeciler, gerekse II. Yeniciler geçmişle bağlarını koparırken, Necatigil şiiri düne baka baka yazıyordu. Bu yüzden Necatil'in kapalılığını aşmak için bir çaba gerekir. Bu çabanın başında Türkçe'nin şiir serüveni çok iyi bilinmelidir. Hatta bu çabayı daha da ileri götürmek gerekir: Dünya şiirinin doruklarını da bilmek! Çünkü Necatigil bir sonuç, Türk ve Dünya şiirinin bir sonucu. Yaptığı göndermeleri anlamadan, onun şiirini çözmek zordur. Bu da yetmez, dilin çeşitli anlatım olanaklarını da bilmeniz gerekir.

Necatigil şiirini çözmek için, metne bir matematik problemine eğilircesine yaklaşmak gerekiyor. Bu yolu deneyen her okuyucu, Necatigil'in gönderisini ayrı biçimde çözecektir. Başka bir biçimde söylersek, Necatigil'in şiiri kişiden kişiye değişen bir yoruma açık değildir. Sadece bırakılan boşlukları, okurken rengiyle boyar. Necatigil bu yönüyle daha çok Divancılara benzer.

Nasıl ki Yunus'un,

"Beni bende demen bende değilim
Bir ben vardır bende benden içeri"

dizeleri, tüm sözcükleri tanıdığımız halde eğer tasavvufu bilmiyorsak, bize bilmece gibi gelirse,anlamdıramazsak; Necati'nin,

"Şam-ı zülfünle gönül Mısırı harap oldu deyu
Sana iletti kebuter haberi döne döne"

beytini sözlüğe bakarak da anlamlandıramayız. Çünkü bu dizeleri anlamak için, onların üzerine oturduğu "felsefe"yi bilmemiz gerekmektedir. Necatil'in beytini anlamlandırmamız için, Şam kentinin adının "akşam", Mısır'ın "ülke" anlamına geldiğini de, divan şiirinin söz oyunlarına dayandığını da, ayrıca divan şairinin sevgilisinin saçlarının mutlaka siyah (zülfün gecesi) olacağını da, güvercinin "haberci" ve döne döne (takla atarak) uçtuğunu da... bilmemiz gerekiyor. İşte Necatigil şiire bu anlayışla yaklaştığı için onun şiirinin içine girmek "zor"laşıyor. Ama içine girilebilirse Necatigil'in şiirlerinin büyük bir bölümünün lirik olduğu da görülecektir bu yoğunlaştırma işi kimi şiirlerde lirizmi köstekliyorsa da, "nilüfer" bunlardan değildir.

Necatigil'in şiirleri için "içine girmek" sözlerini kullanmam bir rastlantı değil. Onun şiirinde "anahtar sözcükler" vardır. Bu anahtar sözcüklerle şiirin kapısını açabiliriz. Bu sözlerimizi şimdi "Nilüfer" şiirinde somutlayalım:

Şiirin cümle kapısının anahtarı dört kez yinelen "almışlar" sözcüğüdür. Bu eylemin kişisi çoğuldur ve belirsizdir. "Almışlar"ın öznesi belli değildir. Ama bu "gizli" özne, şairin "oraya" koyduğu, kendine ait olan "bir şey"i almıştır; bu da şairin yakınmasına, "almışlar"ın dört kez yinelenmesine neden olmaktadır.

Şiirin cümle kapısından girdikten sonra, onun mahrem odasını açacak olan sözcüğü arayabiliriz artık: Almışlar eyleminden yakındığına göre, alınan "şey"i, yani nesneyi bulmamız gerekiyor. Bu alınan "şey", "sıkışık saatlerin" arasına konmuş "kışken ilk yaz sularında açar", "ayna" dır, "anlam"dır, "lamba"dır. Bu özellikler şiirin adı olan sözcükte vardır. Nilüfer "sularda açan" bir çiçektir; ama "ilk yaz sularında" açmaktadır. "İlk yaz" mecaz olarak "geçlik, yeni yetme dönemi"ni anlatır. Nilüferin aynı zamanda bir kız adı olduğunu düşünürsek şiirin içine girmiş oluruz. Şairin gençlik anısı Nilüfer alınmıştır ve şair bundan yakınmaktadır.

Bundan sonra şairin ayrıntılarına girebiliriz:

Şiir üç dörtlükten oluşuyor. Çok yoğun bir şiir. İlk dörtlükte "sıkışık saatler" imgesi çıkıyor karşımıza. Şair, derslere girip çıkan, yazılı kağıtları okuyan, otobüs bekleyen, evin alış verişini yapan, kitaplar hazırlayan, eşine, çocuklarına, dostlarına vakit ayıran büyük kent insan olarak sürekli koşuşturma içinde, hep bir yerlere yetişme telaşında bir kişidir. İşte bu sıkışık saatlerin, dar vakitlerin arasında "kimseler yokken" çıkarıp baktığı bir "resim"dir Nilüfer.

Bu resim, gençlik döneminin fotoğrafıdır. Kuşkusuz bu resim somut değil, soyuttur. Çünkü Nilüfer bir anıdır. Bu anı, şaire "ben"i yansıtan bir aynadır. (beni bana gösterecek aynamdı." Dizesinde, şairin şimdiki beninden memnun olmadığını, "gençlik beni"ni "ben" saydığını rahatça çıkarabiliriz. Burada da şair, büyük kentin ve koşuşturmacaların "benini" parçaladığından, kendi olmadığından yakınmıştır. Böylece "almışlar"ın öznesini de çıkarmış oluruz: Büyük kent ve taşıdığı sorumlulukların getirdiği koşuşturmalar.

Necatigil aile reisi, öğretmen, dost olarak taşıdığı sorumlulukları altında hep ezildiğini duyumsamıştır. Bu yüzden onun şiirlerinde bir kaçış özlemi vardır. Çünkü o, kendini büyük kentin ve sorumlulukların içinde "mahpuz" olarak görür. Tarancı'nın ardından yazdığı "Tarancı'da yaşamak" adlı yazısını da, kendini yansıtan dizelerle bitirir(2)

"Uzak bir iklimin havasında
Bütün sevdiklerim hülyamı paylaşır
Bense camlar, camlar arkasında."3

Necatigil bir çok şair gibi kaçmak, uzaklara gitmek ister. Kuşkusuz iki her şairin kaçmak istemesinin altında başka nedenler yatar. Fikret, "seninle" şiirinde:

"Seninle gel, bu muattar harim-i ilhamın
İlilibet kalalım zill-i ihtişamında"

derken sevgili ile güzel kokulu esin koyunun (muattar harim-i ilhamın) görkemli gölgesinde (zill-i ihtişamında) sonsuza kadar kalmak, saray'ın baskısı altındaki İstanbul'dan kaçmak ister. Ahmet Haşim "O belde"ye sığınıp "ince, saf, leyli" kadınlarla birlikte olmak, Yahya Kemal "küçük" bir cumhuriyetten kaçıp "koça" bir imparatorluğa sığınarak, üç yüz yıldır yenilmekte olan bir ulusun bireyi olarak ruhsal bir huzura kavuşmak ister. Cahit Sıtkı da, adımını atarken ölçülü olmak zorunda kalmayaçağı bir ülkeye kaçmanın özlemi içindedir. Necatigil de "Çarmıh" ta4 belirttiği gibi yıldızlara bile kaçmayı düşünebilmektedir:

"Tirenler, gemiler, yıldızlar...
Paramı yollara yatırmak isterdim,
Yaşamak uzak şehirlerde... Nerde?
Ev kirası, elektrik, su parası
Kasabı, bakkalı, terzisi...
Birini kaparım, biri açılır
Masraf kapıları masal kapısı "

Şairi, aile bireylerinin beklentileri yanında yakın akrabalarının beklentileri de yıldırmıştır. Bütün bu sorumlulukları yerine getirmek için verdiği savaşımlar yüzümden artık Nilüfer'ini anımsamaya vakti kalmamıştır. Bu küçük mutluluk ondan esirgenmiştir.

İkinci dörtlük, çok yaygın kullanılan iki mecazda başlıyor: Kış ve ilk yaz.

Bu iki mecaz, servet-i Fünun'dan bu yana şiirimizde çok kullanılmıştır. İnsan ömrünü günün saatlerine ya da yılın mevsimlerine benzetmek çok "klasik" bir benzetme olmuştur. Özellikle Cahit Sıtkı'nın şiirlerinde bu anlamda "bahar", "sonbahar" çok kullanılmıştır. Necatigil, yanılmıyorsam "bahar" yerine "ilk yaz"ı kullanan ilk şairdir. Kaldı ki "bahar" daha çok çocukluk yıllarını çağrıştırırken, "yaz" gençlik yıllarını çağrıştırmaktadır. Şair kitabına "Olgunluk şiirleri" yerine "Yaz dönemi" adını koyarken de aynı mecazdan yararlanmıştır.

"Kışken ilk yaz, sularımda açardı" dizesinde virgülün önemli bir işlevi var. Dizeyi iki düzlemde okutmak! Dizeyi "Kışken ilk yazdı." Diye okursak, şair yaşlılığında Nilüfer'i anımsadığında "ilk yaz"ı, gençliğini yeniden yaşadığını anlatmış olur: Nilüfer'le geçen günlerimi anımsadığım zaman, sanki gençleşiyorum! Dizeyi virgülsüz okuduğumuz zaman da "şu anda yaşlıyım, Nilüfer gençlik yıllarımda açan bir çiçekti" biçiminde okuyabiliriz. Ayrıca Nilüfer, ilk yaz, su, açmak sözcükleriyle tenasüp sanatı yapma olanağı da doğuyor.

Sularında" sözcüğü "su"yun çoğulu olarak okunabileceği gibi, "zamanın da, sıraların da" olarak da okunabilir. Necatigil bu yönteme çok sık baş vurur. Şair, burada Divan şiirinin tevriyesinden yola çıkar. Ama o, bunu bir söz oyunu olarak kullanmaz, şiiri yoğunlaştırıp az sözle çok şey anlatmak için kullanır. Bunu o kadar ileri götürür ki, şiiri yalnız iki düzlemde değil, bir çok düzlemde okutur bize:

"Aşkın bir yüzü vardır değişir dağlar
Ozanlar o yoldan yürümeli elleyin".

Yukarıdaki dizelerde "aşkın" sözcüğü: a) alışılmıştan çok fazla, b) felsefi terim olarak, deney yoluyla saptanmasına olanak olmayan, duyular dünyasını aşan, deneyüstü, c) aşk sözcüğünün tamamlayan eki almışı anlamlarında üç düzlemde kullanılmıştır. "Dağlar" sözcüğü de "dağ"ın çoğulu olarak kullanılırken, "dağla-" fiilinin geniş zamanı olarak da kullanılmıştır. "Elleyin" sözcüğü hem "yabancılar gibi", hem "el ile", hem de "elle-" fiilinin emir kipi olarak kullanılmıştır. Bu durumda yukarıdaki dizeler, on sekiz ayrı biçimde okunabilir. Her okunuşta da dizelere yeni anlam açılımları sağlanabilir.


"Buzlu dağlar" burada "anımsayamama" anlamında kullanılmış bir mecazdır. "Buz" soğukluğu, sevimsizliği çağrıştırmaktadır. Nilüfer, sorumlulukların doğurduğu yükümlülükleri yerine getirme koşturmacası yüzünden anımsanamaz olmuştur. Daha doğrusu onlar, şairin o günleri anımsamasına izin vermemektedirler. Bu da "yaşar gibi" yaptığı dünyasının anlamsızlaşması sonucunu doğurmuştur. Şairin gençliği sararmış bir defterdir. O, bu defterin sayfalarını geriye doğru çevirdiğinde yaşantısına "anlam" katan Nilüfer'le geçirdiği anları yeniden yaşamaktaydı. Oysa o defter artık sararmış, solmuş; o günleri iyi seçememektedir şair. Burada ayrıca gençlik yıllarında defterler arasına çiçek koyup kurutmaya bir anıştırma var. Çünkü Nilüfer, aynı zamanda bir çiçektir. Şair, sözcüğün bu iki anlamından, yukarda da Nilüfer'in suda yetişen bir çiçek olması dolayısıyla yararlanmıştı:

Üçüncü kıtada şair, Yunan mitolojisinin ünlü bir aşk öyküsüne gönderme yapmaktadır:

Şimdi bu öyküyü Necatigil'in kaleminden okuyalım:

Heles pantos (Çanakkale boğazında) Abydoslu bir genç olan Leandros, boğazın karşı yakasında Sestos şehrinde bir Aphrodite rahibesi olan Hero'yu seviyor, her gece yüze yüze karşıya geçip sevgilisiyle buluşuyordu. Hero'nun koyduğu bir ışık, Leandros'un karanlıkta yolunu bulmasını sağlıyordu. Bir gece fırtına ışığı söndürdü. Leandros boğuldu, Hero kendini kuleden aşağı attı.5

Üçüncü kıtayı bu öykünün ışığında okursak, Necatigil'in bize anlatmak istedikleri daha iyi anlaşılır.

Nilüfer, Hero'nun, sevgilisine yolunu yitirmemesi için tuttuğu ışık gibidir. Çünkü Nilüfer'in aydınlığıyla "karşı kıyılar"a, gençliğine dönebiliyor, o günleri yeniden yaşayabiliyordu. Burada gece hem gerçek anlamında, hem de simgesel olarak "mutsuzluk" olarak okunabilir. Bu durumda da şairin Nilüfer'e, dolayısıyla gençliğine kaçışı yalnız kaldığı gecelerde olmaktadır. Çünkü bunu başkasının yanında yaşayamaz. Başkasına açamaz. Toplamsal baskılar nedeniyle "evli, mazbut" bir kişinin "başkası"nı düşünmesi hoş karşılanmaz bunun sonucunda şair o mutluluğu sadece yalnız başına kaldığı gecelerde yaşayabilir. "Yalnız"ı bir edat olarak "sadece" anlamıyla okursak, şairin Nilüferi yalnızca mutsuz olduğu zamanlarda anımsadığı, mutsuzluktan kaçmak için ona sığındığı sonucunu çıkarabiliriz.

"Akşam" sözcüğü çok kullanılan yaşlılığı anlatan bir simge. Şair yaşlanmıştır; güzelliği, mutluluğu kaynağı olan "çiçekler" uyumuşlardır artık. Gençlik, uzak, ulaşılması imkansız bir kıyıdır. Karşı kıyı artık bellekten silinmiş, karanlıktır, seçilememektedir. Şairin o yolu seçebilmesine yardımcı olan "lamba"sı yoktur artık. O, büyük kentin hızlı akışına teslim olmuş, Leanrdros gibi boğulup gitmiştir.

Şiirin son kıtasında şairin "y" ve "k" aliterasyonuyla yarattığı ses estetiğine de dikkati çekeyim.

Bu çözümleme fazla didaktik oldu belki. Öğretmenliğimden gelen bir alışkanlık olsa gerek.

Asıl istediğim, günümüz şiirindeki "imge" kargaşasına dikkati çekmek, günümüz şiiri üzerinde düşünmeye çalışmak.

Günümüz şiirinde baskın olan eğilim özgün "imge"ler yaratmak bir kez tutturduk ya "şiir imgeler yaratma sanatıdır" diye, şairler imge avına çıkar oldular. Bir şiiri değerlendirirken "A... şu imge ne güzel!" demeye başladık. İmge güzel de şiir nerede? Güzel imgeleri üst üste yığınca "güzel şiir" doğmuyor. Şiirin bütünlüğü için imgelerin birbiri ile bağlantılı olması gerekli. Bu bağlantı sağlanamadığı için günümüz şiirinde belkemiği yok. İmgeler yığınında şiir çıkmaz!

Necatigil'in öğüdünü anımsamanın sırası. Şiir geçmişimizi bilmeden güzel şiir yazmak olası değil. Bu bilmek, "okuyup geçmek"de. O şiiri çok iyi irdelemek gerekir. Konuştuğum tüm genç şairlere Mehmet Fuat'ın Nazım'ın "Bugün Pazar" atlı şiirinin olumuyla ilgili yazısını öneriyorum. Nazım en güzel şiirlerinden biri olan "Bugün Pazar"ı oluştururken metinle nasıl kavga etmiş ilk yazılışında da güzel olan bu şiiri nasıl yetkinleştirmiş bunlar okunup üzerinde düşünülmeden yazılan şiirin sadece bir taslak olacağı açıktır.

Şiire hiçbir zaman sıfırdan başlanmaz. Şiir bir dil olgusu olduğu için, mutlaka geçmişin üzerine kurulur. Bu sözlerim hiçbir zaman "gelenekçilik" olarak yorumlanmamalıdır. Geleneği dönüştürmek için bile geleneği bilmek gerekir. Garip şiirinin bir saman alevi gibi olmasının, kurucuları tarafından bile hemen terk edilmesinin altında "inkarcılık" vardır. Geçmişin birikimin tümüne karşı savaş aştığın zaman, sıfırdan başlaman gerekir ki, buda şirin dışına düşmemiz sonucunu doğurur. Genç şairin görevi, şiirin bayrağını ustaların elinden alıp daha yükseklere çıkarmak olmalıdır. Yoksa bir ustayı sürdürmek nasıl ki kişiliksiz bir şiir yazılması sonucunu doğurursa ustaları tanımadan yazılan şiir de gece kondu olur. II. Yeni, I. Yeni'ye tepki olarak doğdu. Tez değil, anti-tez dir II. Yeni. Şimdi II. Yeni'den bugüne kalan şairlere bir bakalım. Hangi şiirleri okunuyor? Turkut Uyar'ın eşi bile yakınıyor onun okunmayışından Cemal Süreyya ise okunuyor. Ece Ayhan'ın "Bakışsız Bir Kedi Kara"sı okunmuyor ama, "devlet ve Tabiat"ı okunuyor.

İmgeleri üst üste yığmayı "kent şiiri" yazmak sananlar, kentin çok katmanlı, çok karışık, değişken dinamikleri olan oluşum olduğunu farkında değiller. Sen kenti tek renk olarak mı görüyorsun? Kente çokgen bakmadığında da, kentin damarlarından kan almayan, kentten, dolayısıyla hayattan topuk, insansız bir şiir yazarsın. Adını da, şiirini de, hatta bir dizeni bile hatırlayan çıkmaz. İnternetle birkaç arkadaşına okutursun şiiri.

Ölümünün yıl dönümünde Necatigil'i yeniden okumak, onun şiirinde divan şairlerinden gelen sözcükleri istif etme ustalığı yanında, dili çok boyutlu kullanma dikkatini bir kez daha değerlendirmek genç şairlerimiz için çok yararlı olacaktır.
--------------------------------------------------------------------------------
(1) Bir gün ders çıkışında Necatigil'in yanına sokulup "Hocam, ben II. Yeni'yi okuyorum, anlamıyorum." demiştim. Elini omuzuma koyup "Servet-i Fünun'u, Ferc-i Ati'yi, I. Yeni'yi... biliyor musun? Bunları bilmeden II. Yeni'yi bilemezsin." demişti.

(2) Bak. Orhan Veli, Fransız Şiiri Antolojisi, İst. 1963, s.46,çev. Sabahattin Eyüboğlu. Kötülük Çiçekleri, İstanbul 1996, s. 283, çev. Sait Maden.

(3) Cahit Sıtkı Tarancı, Sonrası, İstanbul 1962, s.131

(4) Eski Toprak, İstanbul 1965, s.23

(5) Behçet Necatigil, 100 Soruda Mitologya, İstanbul 1969, s.57

* Büyük bir ihtimalle daha önce bir edebiyat dergisinde yayınlanan bu metni Sabit bey zamanında adanasanat.com'da yayınlamamız için bize vermişti.

14 Eylül 2010 Salı

Mazhar Candan’ın Korkunun Gözbebekleri Kitabından : YAZMAK(*)


Yazdığımda, ki sen okuduğunda, iki tanışın oturup söyleşmelerinden öte bir anlamı, değeri oluyor bu raslaşmanın. Kimse yeni tanıştığı biriyle, bu denli içten bir söyleşiye girişemez çünkü. Gözlerin ucuz satın alma, gücünü gösterme çabası; boşa harcanmama direnci gözlerin; engelli bir koşuya çeviriyor, yokuşa sürüyor söyleşileri daha başlangıçta ... Sen 'yalnızlığında söylenirsin; kendince önemli gördüğün, yazmaya özeneceğin denli etkilendiğin nenleri, yaşamın nasıl nasıl geldiğini gözlerine, ellerine, tüm duygularına ... Bakarsın, sende bulurum kendimi. Bir an gelir, bakarsın, şimdiye dek el değmemiş kuytularıma doğru bir geziye çıkarım, ıssız tutsaklığıma bir yoldaş katılmış olur ya da... Yazmak ya da okumak, can sıkıntısı sağanaklarına gerçek bir saçak altı sağlıyor her şeyden önce.

Kişinin dağarcığında bıraktıysa bir şeyler yaşamak; yıllarla büyüyen bir yel, ne bıraktıysa elde avuçta yazmak... "Gökyüzüne sıkılmış bir kurşun da olsa, nasılsa rasgelir gücü yeterliyse bir yıldıza" diye yazmak... Yazdığında, içinden dışarıya, boyutları belirgin ölçüde irileşerek çıkar sözcüklerin bana raslasın diye; yoksa sen yitik bir can ötelerde, ben belirsiz bir ışıklı pencere uzaklardan...

Daha yazılmamış yazılar tutar kanımızı, yazmak gelir içimizden. Ah, yazabilmek! Eline aldığın gibi kalemi, ne geliyorsa dilinin ucuna, susku bile olsa, suskuyu yazmak geçer içinden o an. Çoğun, susmak zorunlulukları çekmiştir seni hep. Suskunluklar, yapayalnız bir iskemlenin giz dolu gıcırtısı, külçe gibi adımlar, belirsiz mırıltılar, hep anahtar deliğine çağırır kişiyi. İnsanı yapan ya da yıkan her neni yüklenmiştir çünkü susku. Kulakların duymadığı, gözlerin görmeyip ellerin uzanamadığı susku... Sonra bir soluk alınır derin, aniden çatlar sessizlik orta yerinden. Kozasından sıyrılan bir kelebeğin kanat vuruşları duyulur, sakıncalı bir yarasanın ya da... "Dünyada her nen, bir kitapta son bulmak iç'in vardır." diyor Mallarme, bundan ötürü, "nesneyi değil, onun oluşturduğu etkileri yakala" diye ekler kendi kendine.

Yazmak... Tükenmek ... Özsuyunu sıkıp, posasını atmak düşüncelerin. Öksürmek gibi, soluk borusuna kaçan bir nesneyi. Boşlamak gibi barsaklar, meniyi. Acıyı ağlıyabilme dinginliğine varmak. Karanlığı betimlemeden geceyi yazmak. Sessizliğinden söz açmaksızın anlatmak yalnızlığı. Tıpkı gürültüsünden soyutlamak kasırgayı. Koklamadan gezinmek bir çiçek bahçesini ezmeden dolaşmak yeşilliği,kır çiçeklerini.

Kalem ve kâğıt! Ardlarında nice bin yıllar sürükleniyor. Boşa devinmiş, çıldırasıya boşa devinmekte olan düşler, günler, güneşler. Ne elden ne ayaktan hiçbir şey gelemeyen umutsuzluklar, düş kırıklıkları. Bir aralık umut, bir aralık ölüm 'korkusu, bir sevi, iki sevi, bir yığın sevi atılımları, sanrılar, sanrılar ve harcamalar yığın yığın. tıpkı su oluklarını zamanla tıkayan toz toprak gibi; usdan, insanlıktan, dostluklardan kalıntılar. Kuruyan bir bataklık!

Yazmak, bir iç-söyleşidir çoğunlukla. Söyleşinin yazılı olmıyan kuralları geçerlidir böylesi yazılarda. Bir ikinci kişiyi karşısına oturtur yazarlığı üstlenen, söyleşi başlar. Sorular, yanıtlar, dertleşme, içlenme sürüp gider. Çekişme, alçakgönüllülük, hoşgörü, içtenlik. aldatmaca çıkıp iner sürekli. Bu arada ilginç olan; kişisel bölünmedir. İkinci kişi varsayımı, usulca kalkar ortadan. Bir aralık uyanırsa, derin karınlık bir kuyuya eğilmiş duyar kendini yazar. Az ötede diyeceklerini bilemediği o an uyanacak olursa; kendi karanlığına, bilinmezliğine saldığı kovayı, o çok ağır kovayı toprak düzeyine çıkarma savaşında bulur kendini. Gücü kesilir hemen, bezginlik duyar. Bir kapı açılmıştır sanki önünde geceye, karanlığa. izlenecek yol, yapılacak şey kalmamıştır. Kapıyı örtercesine karanlığın yüzüne, noktalanıp çevrilir sayfa.

Yazmak! .. Okumak!.. Bir yerde, yaşamaktan alıkoymasıdır kendisini kişinin. Kalemi ele alan kimisi de, başkaldıran biridir; yaşam biçimine, çevresine. kendine. Yazmak; yaşamadığını, yaşayamadığını bunun böyle de süreceğini iyisinden sezinlemiş olanların uğraşıdır bir yandan da ... Kafka, "Yazı, bir şeylere yaslanmak zorundadır" der."çerden çöpten de olsa, bir şeylere bağımlıdır. kendi kendine varlığını kanıtlayamaz. "

Ah kara örtülere sarınmış iblisleri usumuzun.. Gölgelerde kımıl kımıl, gecelerde hora tepiyorlar. Bir tırpan gibi savruluyor kalem, bu kötü tohumların sürgünlerine, saplarına, başaklarına. Bir silah gibi eli ısıtıyor, güvence veriyor yüreklere....

Ellerimizde, masamızda, duvarlarımızda kitaplar.. Ettiklerimizin, eylediklerimizin karınca duası, işte durduğumuz karanlık yerde, gecede... Anımsanabilse bir an; tümüyle geçmiş, anlamlarını gizlemiş bir takım eylemler, yinelenip duran etkilenmeler, cansız bedenler gibi önümüzde, gecede işte...

Öyleyse yazmak gerek. Bu gizemli gücü barındırdığı için eller. Yazmak!.. Bir kör gibi yoklaya yoklaya çevreyi, bir kokunun izinde, bir düş, bir umut itkisiyle. Yalnızlıktan doğma anlatı açlığına şenlikli bir şölen vermek için yazmak... Daha bağırış ve çığlık ve inilti evresini aşamamış bilisizliğimize, yalnızlığımıza yepyeni bir dil öğretmek için yazmayı denemek... Bir ıssız adadan; ötekindeki Robenson'a seslenmek, yaklaşmak, bütünlenmek için yazmak gerek...

* Mazhar Candan'ın 1981 yılında Oluşum Dergisi tarafından yayınlanan bu kitabı 96 sayfadır ve 23 deneme bulunmaktadır. Bu denemelerden birisini kitaptan buraya aktararak kitabın içeriği hakkında fikir edinmenizi amaçladık.

12 Eylül 2010 Pazar

Özgür Edebiyat Dergisi: Sevtap Ayyıldız'dan Bir Öykü(*)

Sevgili;Sen bu mektubu okuduğun zaman ben, çok uzaklara gitmiş olacağım. Demeyi çok istediğim için dedim ama bir yere gittiğim yok, oturuyorum oturduğum yerde. Gitmek istiyorum, her şeyi geride bırakıp gitmek. 0, "her şeyin" içindeki şeyler ne çok olsa da. Gidemiyorum. Ereksiz bir davranış olarak gitmek. Gözümü kapatmışım, bir de açmışım ki gitmişim. Gitmek ya da gidememek, işte bütün mesele.

Bu mektubu yazmamdaki sebep, ruh sağlığımı korumak. Aylardır kendi kendime konuşuyorum. Yataktan kalktığım an başlıyor içsel konuşmalarım. Kimseyle konuşamadığım için. Dilime kilit vurmadım elbette, konuşmak istediklerimi konuşamıyorum. Biraz kaçığım ya kim anlar beni? Senin anlayacağın bugün içimden konuşmayacağım, sana yazacağım. Şu gelecek zaman ekine sinir oluyorum, kelimeyi ne çok uzatıyor.

Sabah uyandım, kızım çoktan uyanmış, televizyonda çizgi film izliyor, her zamanki gibi. Etrafa rahatsızlık vermez, öyle usludur benim kızım. Bu gün neler yapacağımı düşündüm, iş yok, dün epey çalıştım, sildim, toz aldım, yolluk bile yıkadım. İç çamaşırlar makineye atılacak, başka da bir iş yok. Kızıma kek yapayım, sever. Her öğlen olduğu gibi tam on iki buçukta ablam yemeğe gelecek. Dünden yemeğim var. Yine şefinden yakınacak, ben dinleyeceğim. Çarşıdan alınacak bir şey yok, ama illaki bir şeyler uydurmalı, ya da parka gideriz. Ömrüm parklarda geçiyor. Akşam yedi, sekiz gibi kızımın babası gelir, yemek hazır olmalı. Ona patlıcan da kızarttım, sarımsaklı yoğurtla iyi gider rakının yanına.

Ve yataktan kalktım ve tanrı zaten beni çoktan yaratmıştı, ama bir köşede unutmuş olmalı- kahvaltıyı hazırladım. Kızımla kahvaltı yapmak kabus gibi. Peynir sevmez, zeytin sevmez, yumurta yemez. O direniyor, ben diretiyorum. Çayımı içerken bir dolu ter döktüm. Hava da çok sıcak. Kahvaltı boyunca ki ben de pek bir şey yemedim, içimden konuşmaya devam ettim. Bu gün onu, yani seni aramayayım dedim. Her gün, her gün arıyorum, bıktı ilgiden dedim. Nasılsın, ne yapıyorsun, hep aynı. Sen de benim yüzümden her gün aradın. Telefona verdiğimiz paraya yazık. Aman ne yapayım, bu da bizim tek lüksümüz. Farzet günde bir paket sigara içiyoruz, hem de en pahalısından. Amma da uzattım, ararım ben seni birazdan. Şimdi mutfağa gidip kek yapayım. Önce banyo yapayım, dün gece işte, bilirsin. Bari birimiz mutlu olsun.

Saat on ikiyi geçiyor. Benim için gün yarılandı bile. En sevmediğim saatler, dokuz- on arası. O saatlerde kendimi çok yalnız hissediyorum. Kek yaparken düşündüm de geçen gün Dilek'le konuşurken -dertleştik biraz, beni çok neşesiz, mutsuz gördü- "Seni böyle görmeye alışık değilim dedi, neler oluyor?" Anlattım biraz, çok fazla üzerine düştüğümü söyledi. "Belki yoktur öyle bir durum, uyduruyordur" dedi. Olabilir mi? Ben her gün, nasıl, şimdi ne yapıyordur diye merak ederken sen bir güzel mesajı esirgiyorsun benden. Oysa eskiden ne şiirler yazardın bana, ne çok ağlamıştın benim için. Sen kendi içsel elişkilerinle uğraşırken, hayatın anlamını, var oluşunun özünü düşünürken ben burada eriyorum. Fakat tüm bunların arkasında, en basit anlatımıyla, kendini naza çekme olmasın? Hep yalınlığı seven sen neden karmakarışıksın? Hep sen beni merak ettin, benimle ilgilendin, benim için korktun, endişelendin. Sonra artık yeter dedin ve beni harekete geçirdin. Böyle mi düşünmeliyim?

Ablam gitti. Bir değişiklik yapıp yarın öğlen birlikte yemeğe çıkacağız. Sonra ben annemlere giderim o da gelir. Çamaşırlarımı da astım. Sana çok kızıyorum. Bu aşamada sana kızmamın ne faydası varsa? İçimden küfür bile ediyorum. Biliyor musun, sen, ömrümde ilk lanet okuduğum insansın. Hem de seviyorum seni. Sana uzun zaman güvenememiştim, haklıymışım. Keşke yanılsaydım. Beni yarı yolda bırakacağını biliyordum. Benim de suçum var, sana çok çektirdim. Sen de bana çektir. Ama ben hep iki kişiydim. Sense ne yaparsan sırf kendin için yapıyorsun. Ah be sevdiğim, yokluğun bir dert, varlığın ayrı bir dert. Yazdıklarım hoşuna gitmiyor biliyorum, biraz dağıldım da. Toparlayabilsem, toparlanabilsem...

Yalvarmamı mı istiyorsun? Lütfen ne istediğine artık karar ver? Bilmiyorum? cevabını kabul etmiyorum. Başka biriyle mutlu olacağına inansam çekilirim aradan. Sen de bana öyle derdin hatırladın mı? Yün yumağına sarılmış gibiyiz, bir açılıp bir sarınıyoruz. Biz birbirimize çok emek verdik, birlikte olgunlaştık, sen daha çok piştin ben biraz ham kaldım ama geliştim yine de.

* Sevtap Ayyıldız tarafından yazılan ve çok beğendiğimiz bu öykünün tamamını Özgür Edebiyat dergisinin Eylül-Ekim 2010 sayısında bulabilirsiniz. Bu öykünün bir kısmının buraya aktarılmasına Özgür Edebiyat Dergisin yöneticilerinin veya Sevtap Ayyıldız'ın bir itirazları varsa bizi uyarırlarda bu metni buradan hemen sileriz.