28 Mart 2011 Pazartesi

Persona Filmi


Sinema konulu ciddi kaynaklarda sıklıkla sözü edilen Ingmar Bergman'ın Persona filmini izledim. izledim izlemesine de bu film hakkında birşeyler yazabilmek için birkez daha izlemek gerekir. Çünkü filmde felsefi derinliği olan öyle sözler ediliyorki filmi durdurup o söz üzerinde düşünmek gerekiyor. Ingmar Bergman'ın 1966 yılında çektiği bu siyah beyaz filmde klasik olarak Liv Ullman yine başrolde. Bu filme dikkatinizi çekmek istedik.

27 Mart 2011 Pazar

Şiir Denilen Cehennem


Bir hafta kadar önce Fergun Özelli, şiir yıllıkları hakkında yazdığı bir metindek şu cümle dikkatimi çekmişti :"Bundan böyle, onca düş, onca acı, onca emek birikimiyle can bulan şiirlerin, telif ücreti ödenmeden şiir yıllıkları ve antolojilerinde yer almasını istemiyorum." İşte Uzelli'nin ima ettiği yıllık. Şeçilip yıllığa alınan şiirlerden çok, 40 sayfalık sunuş yazısıyla ilgiliyim. Bence Fergun Uzelli eline bir hesap makinesi alıp tahminen 500 adet basılan ve kapak fiyatı 12 TL olan bu kitabın maksimum %10 olan telifini hesaplayıp sonra 200'e bölmeli.

Stanley Kubrick'in Sevdiği Filmler


Çektiği bütün filmlerle ilgilendiğim ender yönetmenlerden birisidir Stanley Kubrick. Usta yönetmen sevdiği filmleri aşağıdaki gibi listelemiş. Listelenen filmlere bakınca henüz ulaşamadığım birkaç tanesinin olduğunu fark ettim. İster istemez bu filmlerin peşine düşeceğiz.

I vitelloni(Aylaklar) -  Federico Fellini 1953
Wild Strawberries(Yaban Çilekleri) - Ingmar Bergman  1957
Citizen Kane(Yurttaş Kane) - Orson Welles  941
The Treasure of the Sierra Madre - John Huston 1948
City Lights(Şehir Işıkları) - Charles Chaplin  1931
La notte(Gece) - Michelangelo Antonioni  1961
The Bank Dick - Edward F. Cline 1940
Roxie Hart  - William A. Wellman 1942
Hell’s Angels(Cehennem Melekleri) - Howard Hughes 1930

23 Mart 2011 Çarşamba

Grease Flmi


Her ne kadar Grease filmi 1978'de çekilmiş olsa bile birkaç yıl geçikmeyle Adana'da sinemalarda gösterilmişti. Ayrıca Grease filminde başrolde oynayan Olivia Newton-John'un Let's Get Physical albümü o yıllarda çok revaçtaydı. Arşvimdeki film listesine bakınca Grease filminin DVD'sinin olduğunu fark ettim. Yıllar sonra tekrar Grease filmini izlemek keyifli olacaktır. Bu hafta Cuma gününün akşamında izleyeceğim filmi böylece seçmiş oldum:Grease. Bu filmi yüksek volumle izlemek gerekecek. Sonuçta Grease filmi bir müzikal.

22 Mart 2011 Salı

Nurten T. Yüksel - Hiçbir Şey Kalır



Nurten Turhan Yüksel'i sanırım 2000 yılında şiirleri dolayısıyla tanıdım. Bir süre sonra baktım Nurten Hanım ciddi ciddi resim de yapıyor. Aradan biraz zaman geçince baktık Nurten Hanım öğrenci olmuş, resim öğretmenliği bölümünde okuyor. Nurten hanımın öğrenciliğinin bittiği yılın ertesinde kendimizi yetiştirdiği öğrencilerin sergisinde bulduk.

Nurten Hanım durmak nedir bilmediğinden midir nedir 2010 yılının Aralık ayında karşımıza bir öykü kitabıyla çıktı. "Hiçbir Şey Kalır" adlı öykü kitabını 17 Aralık 2010 tarihinde yapılan imza gününde almış ve kitaptaki ilk öyküyü okumuştum. Yani kitabı değerlendirebilmek için henüz yeterince okumadım.

Birkaç gün önce Nurten Hanım öykü kitabının bir sayfasını Facebook'ta paylaştığını gördüm. Paylaştığı metin şiir-öykü karışımı bir şeydi. Doğrusu Facebook'ta paylaşılan metnin kitaptan alındığını düşündüm ama o sırada yanımda kitap olmadığı için kontrol edemedim. Bu nedenle kitaptan alınan metnin altına yorum olarak şunu yazdım:"Bu metni yazana ve burada paylaşana teşekkürler". Sonra öğrendim ki bu metin kitaptan alınmış. Şimdi bana düşen Nurten Hanımın bu kitabını baştan sona dikkatlice okumak.

20 Mart 2011 Pazar

Aydın Boysan Nasıl Yazar Oldu?

Sanırım 1981 veya1982 yılıydı. Hürriyet Gazetesi küçük boyutlu bir pazar eki vermeye başlamıştı. Bu pazar eki veya dergide o güne kadar adını duymadığım, yazılarını okumadığım Aydın Boysan adında bir yazar vardı. Aydın Boysan tarafından kaleme alınan yazıları mutlaka okurdum. O günlerde merak ederdim; Aydın Boysan madem bu denli keyifle okunan yazılar yazıyor ve bu kadar bilgi biriktirmiş ama bugüne kadar nerelerdeydi? Yoksa Aydın Boysan takma bir ad mıydı?
Daha sonraları Aydın Boysan Hürriyet gazetesinde Pazar günleri yayınlanan yazılarını bir araya getirip kitap olarak yayınladı ve kendisinin ünlü bir mimar olduğunu öğrendik. Aydın Boysan'ın ilk baskısı 1985 yılında yapılan Yalan adlı kitabında yazarlığa nasıl başladığını açıklayan bir yazı bulunmaktadır. Aydın Boysan'ın Yalan adlı kitabını henüz edinmemiş olanlar için bu yazıyı buraya aktardık

Olayların Akışı - Aydın Boysan

79 yılı başlarında, bir konuşma çağrısı aldım. Bir derneğin düzenli yapılan yemekli toplantısında, yarım saatlik bir konuşma yapmalıydım. Konu da mimarlık olmalıydı.
<<Yok canım! Biz mimarlar, daha kendi aramızda mimarlığın ne olduğunu birbirimize anlatamıyoruz. Ortak dil hayal... Alfabede bile anlaşamadık. Nerede kaldı size dert anlatmak? Bağışlayın yapamam...>> dedim. 
Bırakmadılar. <<Konuş da, ne konuda olursa olsun!>> dediler. Bu incelik karşısında kıramadım, kabul ettim. O anda aklımda herhangi bir konu yoktu. Düşünecektim. <<Şimdi ne üzerinde konuşacağımı bilmiyorum. Dediğiniz günde gelir bir konuşma yaparım,>> dedim
O gün geldi. Lacivert elbise giydim. Koyu kıravat taktım. Düz lacivert palto ile lacivert kaşmir atkı... Siyah gözlük... Kafamda da geniş kenarlı bir Borsalino fötr şapka. Uçmasın diye paltonun yakasına ince bir lastik ile bağlı. Aynaya baktım. Eksiğim yok. Gittim, büyük otelin kapısından girdim. Merdivenleri inip toplantı salonunun kapısına vardım.
Başkan, eski bir dostumdu. O bile yanıma gelinceye kadar tanımadı. Selamlayınca, şaştı kaldı.  <<Bu hâlin ne be? Mafya babaları gibi ...>> dedi. Endişemi anlattım. <<Sizin kulübün üyeleri, beni başka türlü önemsemezler de>> dedim. 
Konuşmayı yaptım. Yanılmıyorsam severek dinlediler. Seçtiğim konu <<mizah>> idi. Hemen arkasından, aynı kulübün başka bir kolundan bu konuşmayı tekrarlamam önerildi. <<Olmaz. Size de ayıp, ben de sıkılırım. Yenisini hazırlar konuşurum>> dedim. Bu konuşmayı da yaptım. Konu yine <<mizah>> idi. 
Tam bu sırada, öldürücü olabilecek bir alkol vurgunu yedim. Müzmin demcilikten ömür boyu emekliye ayrıldım. Bu emekliliği hak etmediğim düşünülemezdi. Canla başla yaptığım hizmet, kırk yılı bulmuştu.
Bu kırk yıl içinde, yaşayışın bıktırıcılığında iki kadehle kurtulmayı başarabilen çelebilerden, biraz daha coşkulu içen dünya şirini pek çok insan tanımış, sevilmiştim. Garazsız-ivazsız can dostlar kazanmıştım. Ama içkiden başka umudu olmadığını sanan zavalılar da görmüştüm.
Ben de gün olmuştu, <<şişebaşı>> yapmış, sıkıntılarımdan kurtulacak neşeyi bulmuştum. Ama gün de olmuş, büsbütün hüzünlenmiş, güzelim zamanları katletmiş gitmiştim.
Olmuştu bir kere. Koskoca kırk yıl geçtikten sonra, özeti bu kadar şiirden yoksun muydu? Evet... Bu kadar yoksundu.
Ben hep sanmıştım ki, akşam olmadan neşelenilmez. Yudum almadıkça, surat asmak doğaldır. Oysa bir de baktım ki, sabah bile neşeli uyanmak olasıdır. İki kez, bir damla alkol almadığım 2 yıl içinde, bizim pazartesi demcileri  düzenli katıldım. İkinci bardak sudan sonra da, büsbütün kafayı buldum.
40 yıldır tüm çalışma gün ve saatlerini, gerektikçe hafta sonlarını ve geceleri, mesleğim olan mimarlığa ayırırım. Bu, bugün de böyledir. Şimdi de arada bir Babıali'ye gitsem, hafta sonu, oturur, mesleğime olan zaman borcumu öderim. Bu, 40 yıldır ekmeğimi kazandığım işe karşı bir vicdan hesabıdır.
Müzmin demciliği bırakır bırakmaz, bir de baktım ki ömrümde, sarsıntılı ve korkunç zaman deplasmanları var. İçki ile hırpalanan serbest zaman, birden boşalıverdi. Hani o uyku ile, geçim parasını kazandığımız zamandan artan 8 saat var ya! O.. Aslında ötekilerden de fazla bu... Çünkü, hafta sonu da buna katılıyor.
İşte o, batasıca deyimle, <<boş zaman>> dedikleri şey...
Bu kısacık ömürde, boşuna zaman mı geçer hiç? Boş vakit geçirerek zaman öldürmek, cinayetlerin en büyüğü... O halde ne yapmalı? Demcilikten emekliye ayrılmaktan artan zamanı, saniye yitirmeden, güzel ve hayırlı uğraşılarla doldurmak gerek... (Daha önce içki ile geçen vaktin ne derece anlamlı dolduğuda tartışılabilir yaa... Neyse!)
Bu sefer geceleri de, çok yıldır aklıma takıp, gündüz gailesinden yeterince uğraşamadığım konulara daldım. Pir aşkına iki <<Güneşevi>> projelendirdim. 78'de başladığım <<Güneş ve Mimari>> çalışmalarının devamı idi bu... Tübitak kanalı ile uluslararası tartışmaya da sunuldu bu projeler. Ödenek bulunup yapılamadı. Sonuç: Sıfır... Ama şimdilik.
Tarım yapılarımızdan seraların kepazeliğini gördüm. Pir aşkına, başta Hollanda olmak üzere, ileri tarım ülkelerinde, iki ay inceleme yaptım.Seraları ülkemiz şartlarına göre de tipleştirip prefabrike ve ciddi projelendirdim. Örnekler yaptım. Sonuç: Sıfır... Şimdilik.
Gecekonduların geçmişteki durumunu biliyordum. Bunların insanca organizasyonlarla planlı olarak yapılabileceğine inandım. Yine pir aşkına, tek göz odalı bir nüveden başlayarak, ziyankârlık etmeden kademeli büyüyebilen gecekondu projelendirdim. Derdimi, üç-beş aydın kişiden başkasına (hepsi de mimar değil) anlatamadım.
Sonuç:Yine sıfır. Hele bu, büsbütün yürekler acısı... Ama şimdilik sıfır...
Gündüzler zaten, çıkar savaşları ve kalleşliklerle iş hayatı içinde geçiyordu. Geceler de, başıma dert ettiğim bu çileli konularla sürüp gitmeye başlayınca yüreğime çöken kasveti dağıtacak bir taze esinti aramak zorunlu oldu.
Bu esintinin ne olduğunu ben zaten biliyordum. Daha önce yaptığım iki mizah konuşmasına devam ettim. Bu konuşmaların sayısı 14'ü buldu. Konuşmaları zaten kaleme almış ve tape etmiştim. Kopyalarını da bazı yakın dostlarıma yollamıştım. Hem ben nefes almış, hem de sevgili dostlarıma azıcık neşe verebilmiştim. Mizah konusunda 70-80 yıllarında yapılan bu konuşmalar, 1984 başında <<Paldır-Güldür >> adıyla kitap olarak yayınlandı.
Bu konuşmaların yapıldığı günlerden, unutmak istemediğim bir anı var. Bir gece, ertesi gün yapacağım konuşmayı yazıp bitirdim. Ertesi sabah erken, oğlum Burak ile çayda buluştuk. Türkçesi benimkine benzemez, iyidir. Yazıya bir göz atmasını rica ettim. Dediğimi yaptı. Hükmünü bildirdi: "Bu konuşma yapılamaz!" Hayret ettim. Sordum: << Niye? >> diye. Kısaca anlattı: <<Çok tarbiyesizce! >>
Gördünüz mü şimdi; dünyanın nasıl değiştiğini eskiden babalar çocuklara: <<Terbiyesizlik etme! >> derlerdi. Dünya tersine döndü. Şimdi çocuklar babalara diyor. Dinledim oğlumu... Yazıyı hemen, (ne kadar becerebilirsem o kadar) terbiyeli hâle dönüştürdüm.
Ben 14 konuşmayı yapıp bitirdikten bir yıl sonra, Hürriyet gazetesinde mizah üzerine bir sütun açılması düşünülüyor. İsim aranıyor. Ben Hasan Pulur'a da, mizah konuşmaları fotokopilerini göndermiştim. Onu hatırlamış. Lütfetmiş: <<Aydın Yazsın>> diye önermiş.
Sayın Erol Simavi haklı olarak tereddüt geçiyor: <<Ben onu ayakta tanıdım.  Ne yazar, ne yazmaz bilmem ki...>> İşte o sırada, evvelki mizah konuşmaları fotokopilerine göz atıyor. Böylece de denenmem uygun görülüyor. 

19 Mart 2011 Cumartesi

Joan Baez'î Nasıl Keşfettim?


1982 yılıydı, bir arkadaşın doğum günü yaklaşıyordu. Hediye olarak ne olacağımı düşünürken Joan Baez hayranı olduğunu öğrendim. O güne kadar Joan Baez'in adını duymamıştım. Hemen kaset doldurmak üzere Gazipaşadaki Şah Plak'a gittim. Ellerinde olup olmadığını bilmiyorlardı. Oturup yüzlerce mevcut LP'lerin arasında Joan Baez aradım. Baktım Greathits 1 ve 2 var. Yani Joan Baez'in müzik geçmişinin özeti elimdeydi.

Hemen her 2 Long Play'deki şarkıların tümünü kasete çektirdim. İlk dinlediğimde Joan Baez'in sesine çarpılmıştım. O gün bugündür belli aralıklarla Joan Baez dinlerim. Tabi daha sonra biraz da Zeynep Oral'ın sayesinde Joan Baez hayranları Türkiye'de arttı.

18 Mart 2011 Cuma

Broken Embraces - Kırık Kucaklaşmalar filmi


Bu akşam saat 19:00’da Pedro Almadovar'ın Embraces(Kırık Kucaklaşmalar) filmini izleyeceğim. Filmi izledikten sonra film hakkında buraya birkaç cümle ekleyeceğim. İçinde bulunulan hafta izlemek üzere seçtiğim filmi burada duyuracağım.

Şimdiye kadar Pedro Almadovar'ın hangi filmini izlediysem beğendim. Broken Embraces(Kırık Kucaklaşmalar) filmi sinemalarda gösterilirken izlemeye fırsatım olmamıştı. Bir süre sonra filmin DVD'di çıkınca edindim. Dün akşam meraktan filmi biraz izleyince konunun oldukça ilgi çekici olduğunu fark ettim: Bu filmde anlatılan, gözleri artık görmeyen bir yazarın hikâyesidir.

"İlginç bir konuya sahip filmi baştan sona bazen zevkle bazen hüzünlenerek izledim."

Trend Setter Dergisinin 7. Sayısı..


Her ne kadar tasarım, yen stiller ve modayla ilgili olmasam bile şimdiye kadar 7 sayı çıkan Trend Setter dergisinin birkaç sayısını alıp inceledim. Şimdi elimde en son çıkan sayısı var. Bu sayıda Nevzat Çalışkan tarafından kaleme alınan Zamanın Ruhunu Yakalamak başlıklı özsöz oldukça ilginç. Derginin bu sayısının önzöz metninin bir kısmını buraya alacağım.

"Bilgi Üniversitesi'nde öğretim görevlisi olarak da çalışan, yılların reklamcısı Levent Erden, bir televizyon programında, bilgi bombardımanı altında
nas
ıl bir şemsiye açmak gerektiğinden bahsediyordu. Örnekler ilginç:
I800'lü yıllarda insan ömrü ortalama 55 yıl olarak tespit edilmiş. Ve tüm
ömrü boyunca kar
şılaştığı ya da edindiği bilgi sayısı
, günümüzde New York
Times'
ın herhangi bir pazar ekindeki haber sayısının yarısı kadarmış.
Şu an bir işte çalışıyorsanız mailleşmeniz, telefonda konuşmanız.
iPadlerinizden gazete dergilerinizi okurnan
ı
z, film izlemeniz, tiyatroya
gitmeniz, etkinliklere kat
ılmanız, ek eğitimler almanız, çocuğunuz
varsa onunla ilgilenmeniz, sevgiliniz varsa ona ilgi göstermeniz, trafikle
bo
ğuşrnanız, sevişrneniz, yemek yemeniz, tüm faaliyetlerinizi paylaş
manız ve uykunuza dalarken yapamadıklarınızın aklına gelmesi yüzünden uyuyamamanız gerekiyor... Bombardımanı yönetebilmek için her fani gibi sizin de en fazla yirmi dört saatiniz var. Aldığınız bilgiler ve bu bilgilere karşılık yapamadıklannız, gidemedikleriniz, yiyernedikleriniz, okuyamadıklannız, göremedikleriniz, tadamadıklarınız..."

Mahmut Temizyürek - Ülkü Tamer Adlı Çocuğun Savunması(*)

Güya Marks’ın annesi şöyle diyesiymiş: “Oğlum avukatlığı bırakmasaydı, çok büyük bir adam olurdu”.
Ben de Marks’ın annesine öyküneceğim: Eğer Ülkü Tamer, İkinci Yeni gibi, Türk şiirinin en büyük modern atılımının içine boylu boyunca dalmasaydı ve yalnızca halk şiiri tarzı şiirler yazsaydı, onu büyük bir halk aşığı olarak anardık, diyeceğim. Aslında öyledir; bu yanı, onun üzerinde en az durulmuş yanıdır. Tamer’in halk şiiri tarzında yazdıkları, yazılırken bestelenmiş gibidir. Kim bilmez, Memik Oğlan, Atlının Türküsü, Mayıs Tarlasında Maniler, Üşür Ölüm (Hasan Yükselir ne güzel okuyor!) ya da  Güneş Topla Benim İçin’i. Bu türkülerin müziği de büyüleyicidir ama o ezgiye o duyguyu kazadıran da sözleridir.
Ülkü Tamer şiiri içinde, şimdilik, lezzetli “Antep fıstıkları” gibi duruyor bunlar, diyelim. Onun şiirinin asıl gövdesi İkinci Yeni içindedir. Ancak hem biraz geç katılmış olmakla (İlk şiiri 1954’te yayımlansa da, ötekilere göre geç), hem de oval bir şiir kurmakla (köşeli değil), o gövdenin içinde kalmıştır.  O gövdeye dirilik ve güç kazadırmış bir şiirdir, gövdenin kurucusu öğesi değil. Belki o yüzden az görüldü. Ancak, dallara su veren kılcal damarlar gibi akışkan ve zengin bir şiirdir bu. İkinci Yeni şiir yolunun, kurucu öğesi olmasa da  yalın kılınç delikanlısı olarak yeni temalara atılmaktan kaçınmayan, her yönüyle serüvenli bir şiirdir. Öyle bir serüven ki, şiiri, Cemal Süreya’nın deyimiyle adeta Nuh’un Gemisi gibi. Yeni bir hayatı tatmanın sevincidir şiire getirdiği. Yeni bir hayata dokunmanın, onun dokunsal hazzını, yeryüzünün tüm nesnelerine yaymanın, her bir nesnede öznenin neşesini bulabilmenin şiiridir. Soğuk Otların Altında, “Otların soluklarına yanarak” başlanmış bir yolda, acaip ve türlü “donlar” giyerek dolaşan o eski güvercin, Ülkü Tamer’in çoğunlukla gökyüzünde dolaşan şiiri olur. Gökyüzünde dolaşan ve biricikliği her parçasında görülen bütün bir şiir.
Hem eskileri içermek hem de tazecik kalmak, (“her sabah uyanır/yıkar kelimelerini/harflerini tarar”) ustalığını bile bile saklayıp, acemi, dahası esrik taklidi yapmak. İlhan Berk’in son zamanlarda ısrarla dillendirdiği “acemi şiir”in ağabeyi denebilir Ülkü Tamer için. Bütün şairleri acemiliğe, o ilk âna davet edercesine acemi. Çocuk ve Allah’daki kamaşma hali, en canlı biçimiyle Ülkü Tamer’de devam eder. Daha dünyevi, acar, hatta haylaz denebilecek bir çocuk vardır şiirde; onun gözünden izlediğimiz yeryüzü mahlukatı, özellikle atları, silahları ve haydutları... bütün kötülükler insanı güldürmek için vardır sanki. Ülkü Tamer, her ortama dalmaya hazır bir çocuktur şiirinde. “Çocuğun savunmasısıdır” onun için şiir.
Kasten acemi bir şiir; belki de bu yüzden oyunbaz bir şiirdir, her an şakanın içindedir, alışılmadık, deyim yerindeyse “deneysel bir şaka”nın. Oturaklı, ağır delikanlı oluşunu kırmak için iliştirdiği, özenle iğreti bir sözcüktür onun sekmesini, sıçramasını sağlayan. “Dün bazı sulara eğildin, bazı geyikler özledin; saçları uzundu galiba.” Sanki sakar bir ata binmiştir şiir; iki anlamda da sakar, anlında bembeyaz, güvercine benzer bir lekeyle sakar, bir de sakar bir at işte; tökezler, en olmadık yerde kişner, suvarisini zorda bırakır filan... Beri yandan, yola gitmiyor da yolun kendisi oluyordur, öylesine uzun ve ince bir sakar.
Daha doğrusu şunu demek istiyorum; şiirine aldığı nesneyle özdeşlik düzeyinde bir ilişki kurar, erir içinde onun, o olur. Bu, ölüm de olsa böyle. “Ölüm en uygun durumu yaşamın”. Bir başka dize: “En kötü alışkanlığım benim ölmekti durmadan/Bir kamyon geçince ölmek, camilere girince/Utanınca büyüklerden ve bahar yollarından,...”
Aslında nesnesine dalma hali değildir bu. Nesnenin şiirde kımıldanışını sağlamak için bulunmuş bir yöntemdir. Nesneyle ürperilmelidir, onun soğuğuyla, sıcağıyla, dahası, onun ışığıyla. Belki de en uygun niteleme, “nesneye düşen ışıkla ışıma ışıma hali” demek olabilir.
Dili mahsustan dolaştırmak, kekeme bir sesi oluşturmak, sekmek üzerinden, imgelerin saçmaya en yakın, en uç değerlerini metne koşmak, alaysı bir edayı, hiçbir varlığı incitmeden taşımak, dokunduğu herşeyde yaşama sevincini ayaklandırmak. Şiirde fovizm olsaydı, Türkiye’nin baş fovist şairi derdik ona. Renkleri o kadar parlak ve boldur.
Tabii, sürgit böyle değil. Şairin kırıldığı, daha doğrusu içerlediği bir zaman var. Belirgin biçimde 1970’lerde, (en delikanlı takvimde) dünyanın lanet ile umut arasında salındığı yıllar. Türkiyenin alacakaranlığı, Vietnam Savaşı’nın en kanlı dönemi. Hollywood Amerikası’nın, katliamı örtmek için, Bob Hope kılığında iğrenç sırıtkanlığının görüldüğü yıllar daha belirgin olmak üzere, Gök Onları Yanıltmaz’da işaretini veren, İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür (1966) ile belirginleşen, eski neşesini yitirmiş, bir kırılmanın, bir burukluğun hafif kekre tadını taşıyan dönemdir bu dönem. Bu şiirlerde de şair ışıma halindedir ama, biraz daha kasvetli bir sevinçle. Bunu en belirgin biçimde taşıyan şiir, kuşkusuz Bir Soyguncunun Yüzü’dür. “Artık yüzün/Yaşlı bir adamın yaşlanmaya başlamış yüzü/Uzun süredir yolcuların inmediği/Bir hanı andırıyor gözlerin” dizeleriyle başlar ve bir çağrıyla biter: “Çık güneşe, yeni bir ateş kur/Herkesin, ama yalnız ikimizin boğasıyla”.
Artık imgeler bir ağır çekim içindedir, ütopik uçuculuğunu yitirmiş, hüzünle bir yerçekimi bilgisi kazanmışlardır; uçarılıkla gökyüzüne baka baka yürüyen şair, (“Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor”) artık başını eğmekte, kendinin tuhaf bekçisi olmakla, kendinin bekleyicisi olmak arasında düşünceli bir kırılganlıkla ilerler. Dünya, yalnızca sevincin yaşanacağı bir yer değildir, soğumanın ve tiksintinin, hüznün ve kederin de mekanıdır. Ülkü Tamer, bu deneyimi şiir serüveni içinde en şeffaf yansıtan şairlerimizdendir. Dünyayı gövdesinin içinden geçirir sanki. Bir zamanlar bir oyun alanına, bir film platosuna dönüştürdüğü dünyayı, platonun yaldızları dökülüp başkalaştığında, ardından sırıtkan kötülük çıktığında, o başlangıca dönmeye hazırdır: “Evet yapacak ne var ki/Otların uykusunu uyumaktan başka”. Bir pişmanlık durumu değil asla, bir kırılmışlık durumu.
Başlangıç, “Soğuk otların altında büyeyen çocukların” yeriydi. Ölüm ile çocuk arasında kurulmuş o büyülü dünyayı yeniden kurmak; bu çaba, kişisel mitolojisini yeniden kurma çabasıdır. “Belirsiz bir mitoloji adına nesnelerin ilk envanterini çıkarıyordu sanki. Daha doğrusu böyle bir envanterden bir mitoloji yaratacak gibiydi” demişti Cemal Süreya 1967’de. Sonra ne dedi, bilmiyorum ama, yazdıklarını yorumlama, onlara bir poetik anlam yükleme çabası ağırlıktadır Ülkü Tamer’in sonrakilerinde. Sıragöller (1974) çoğunlukla şiir üzerinedir. “Yanadağın üstündeki kuştur şiir” ya da “Çocuğun savunmasıdır şiir”.  Yeniden daha tutumlu biçimde Tabiatın Bahçeden Görünüşü gibi, eski “uzmanlık alanlarına” bir dönüş olsa da, yaşananlardan duyulan sıkıntı öne çıkar; içinde ironi taşısa da kederi belirgin şiirler öndedir: “Yaz”, “Ay Yolunda”, “Çocuk ve Şehir”, “Ölüm Seçen Çocuklar” “Bir Mektup”, “Allende İçin” , “Fevzi Paşa”... Şiirle kurulmuş teatral neşenin oyuncusu Virgül’ün oyunbazlığı gitmiş, olgunlaşmış, ölümün yırtıcı ağırlıklarını tatmıştır; kötülükleri tanımış bir “suçsuz adam” iyice görünür olur. “Acının çetecisi, hüznün haydutu” olarak (Hüseyin Peker’in dizelerinden ilhamla) iyice belirginleşir, Antep Neresi’nde...
Onu artık çok az görüyoruz (Tabii, şiiriyleyken). Dolayısıyla ve doyasıya merak ediyoruz: Çocuk kendini nasıl savunuyor? diye.
Ve tabii özlüyoruz; ah güzel abim!


* Zamanında yani bundan tam 10 yıl önce şair yazar Mahmut Temizyürek adanasanat.com'da yayınlamamız için mevcut yazılarından birkaçını göndermişti. Bu yazılardan birisini buraya aldık.

10 Yıl Öncesine Gidelim : Adana Edebiyat Dergisi (*)




Bildiğim kadarıyla Adana Edebiyatçılar Derneği 3 yıl kadar önce kuruldu. Yine bildiğim kadarıyla bu dernek henüz bir adrese veya bir büroya sahip değildir. Buna rağmen Adana Edebiyatçılar derneği geçtiğimiz günlerde 2 aylık bir edebiyat dergisi yayınlamaya başladı. Derginin kapağında belirtildiğine göre dergi Kültür Bakanlığından sağlanan mali destek sayesinde yayınlanmaktadır.

Adana Edebiyat dergisinden başka Adana'da yıllardır düzenli olarak yayınlanan 3 dergi(Aykırı Sanat, Ardışkuşu ve Söylem) bulunmaktadır. Bana kalırsa Adana'da ikamet eden edebiyatçıların ürünlerini yayınlamak amacıyla yeni bir dergiye ihtiyaçları yoktur. Ama olsun, madem Adana Edebiyatçılar derneği bir dergi çıkarmış, bize bu dergiyi inceleyip değerlendirmek kalıyor. 

Şimdi gelelim dergi hakkında bilgi vermeye. Yukarıda belirtildiği gibi dergi Kültür Bakanlığının katkılarıyla yayınlanmaktadır. Bayi veya kitapçı satışı çok sınırlı olacağı şimdiden söylenebilecek bir edebiyat dergisini dışarıdan kaynak bulmadan sürekli kılmak çok zordur. Dergide 3 tam sayfa reklam olmasına rağmen edebiyat dergileri okur dışında katkıya gerek duyarlar. Umarım Kültür Bakanlığının katkısı uzun sürelidir ve bu kaynak iyi kullanılır. Dergi kapak hariç 2 forma yani 32 sayfadır. Derginin ilk sayısında 10 şiir, 3 öykü ve 6 yazı bulunmaktadır.

Dergide şiirleri yayınlanan Burhan Mendi, Ardıçkuşu ve Mehmet Çetinkaya ise Söylem dergisinin sahibidir. Ayrıca dergide bir öyküsü yayınlanan Arslan Bayır Aykırı Sanat dergisinin yayın kurulunda bulunmaktadır. Uzatmama izin verin: Derginin ilk sayısında şiiri bulunan Adnan Gül'ün Aykırı Sanat dergisinin aynı günlerde piyasaya verilen Mayıs-Haziran sayısında da bir şiiri bulunmaktadır. Adnan Gül, Adana Edebiyat Dergisinin Sanat Yönetmenidir. 

Dergide bence en önemli yazı Turan Altuntaş'ın kaleme almış olduğu Orhan Kemal konulu yazıdır. Ancak bu yazıda Orhan Kemal'in yayınlanan kitapları listelenirken çok acemice davranılmış. Bu arada Ali Ozanemre tarafından yazılmış olan Önce Düzgün Türkçe başlıklı yazıyı beğendiğimi belirtmeliyim. 

* Durmuş Ali Özkale tarafından kurulan Adana Edebiyatçılar Derneği zamanında 2 aylık bir dergi çıkarmıştı. Bu metni derginin ilk sayısını değerlendirmek üzere kaleme almış ve adanasanat.com'da yayınlamıştık. Baktım yazı güncelliğini koruyor, yani benzer şeyle şu aralar yayınlannan dergiler için de söylenebilir bu kısa yazıyı buraya aldım.

Oray Eğin - Latif Demirci İle Söyleşi

'Press Bey'le arkadaş olamazdım'
Belki büyük kurumlar, kendilerine saldırılmasın diye açıklarını kapatacak ufak supaplar bulup, en ufak bir eleştiride bunları gösteriyorlar. Hürriyet gibi bir gazetenin kendi kendisini eleştirmediğini iddia edenlere cevap hazır: 'Press Bey' ne güne duruyor?

Ertuğrul Özkök, ta GazetePazar'dan beri Latif Demirci'nin Hürriyet için bir şeyler yapmasını istiyormuş. Press Bey işte böyle, sadece bir haftada ortaya çıkmış: Belki de büyük kurumlar, kendi kendilerini koruyacak yapay muhalefet unsurlarını arayıp bulmaktansa sadece iyi işe, doğru ürüne değer veriyorlardır..

Tepelerde yaşayanların akıllarından geçeni anlamak güç. Öte yandan, doğru bir adım atılmışsa, öküz altında buzağı aramanın hiç mi hiç anlamı kalmıyor.

Mizahçının Hürriyet'te tutunması zor mu?

Benim için Hürriyetin çok satması önemli bir şey. Karikatürün çok fazla insana dağılması bakımından. Ama bu yüzden de çok ince espriler yapmamaya çalışıyorum. Dört kişi anlayıp, iki kişi gülsün diye değil de, biraz daha anlaşılır olmayı istiyorum. Çünkü az çok Hürriyet okurunun kimler olduğunu biliyorum. Balon gerekmiyorsa bile, daha da anlaşılır olsun diye balon yazıyorum.

Anlaşılma kaygınız olmadan daha rahat çiziyor muydunuz?

Yo, hep anlaşılsın istiyordum. Nokta'da Çizerken de Nokta okurunu biliyorsun, espriyi daha ince yapabiliyorsun. Press Bey'de ilk başlarda daha çok gazete içinden espriler yapıyordum, şimdi çok içeriden yapmamaya özen gösteriyorum. Giderek gazetecilerin güldüğü, onların anlayacağı esprilere dönüşecekti. Ondan kaçtım. Şimdi daha çok evde geçiyor, gazeteye gidip gelmiyor.

Press Bey'den önce medyayla çok ilgili miydiniz?

Çok içinde değilim ama biliyordum neler olduğunu. Medyayla da bir derdim yok. Medyayı eleştireceğim diye yola çıkmadım. Press Bey'i reklamcı da yapabilirdim ve yine gündelikçisi, karısı, şoförü olurdu. Basında Olmasının, espri dünyasını biraz daha genişleteceğini düşündüm. Sadece 2000'li yıllarda yaşanan bir hayat, farklı bir sürü insanın bir aradaki halleri derdim.

Bu karakter nasıl şekillendi?

Aslında 80'lerde çizdiğim tek tük karikatürler vardı. Bu da çizdiğim bir tipti. 12 Eylül sonrası entelleri, küskünleri, tutunanları, tutunamayanları tek tek karikatürler halinde yapıyordum. Bunların hepsinin yansıması Press Bey.

Onu seviyor musunuz?

Seviyorum. İnsan bir tarafı var. Yumuşaklığı, insan sıcaklığı yansıyor. Sevmeden de çizemezmişim gibi geliyor. Güllü'yü de seviyorum, karısını da...

Kalabalık değiller mi?

Beş tane tip var ama artık oturdu. Bazen bir hafta birinin üzerine gidiyorum, kişiliği oturtmak için. Bazen üç hafta birisi olmazsa, fark etmez artık. Çünkü artık insanlar biliyor.

Peki Press Bey'le arkadaş olur muydunuz?

Arkadaş olamazdım herhalde. Ama oturmak isterim onunla bir masada. Muhabbet etmek isterim. İyi malzeme verir çünkü. Ama arkadaşlık başka.

Biraz cahil mi?

Hayat hakkında o kadar bilgili değil. Belki başka şeyler biliyor ama dışarı çıkınca korunmasız kalıyor. Onun için de halkın arasına karışmıyor. Hayatın içinde yaşıyormuş, halkı tanıyormuş gibi yazıyor ama halbuki değil.

Gazeteci olarak da etikten yoksun, bütün değerleri yamultmuş sanki...

Evet, yok öyle şeyleri. Öyle şeylerle yüzleşmiyor da zaten. O hayatı başka türlü yaşıyor, kurmuş kendi kendine. Evinin içinde. Onu belki diğerleri sempatik yapıyor, koruma ya da Güllü...

Press Bey çok kazanıyor mu?

Köşe yazarlığına 90'lardan sonra başladı diye düşünüyorum. Güneş'te falan başlamıştır herhalde, belki bir Cumhuriyet tecrübesi de olabilir. İki arada bir derede, bir girmiş çıkmıştır.

Böyle biri için 'liboş' falan demek ağır mı olur?

Öyle görmüyorum Press Bey'i. Karısı bazen öyle zannediyor aslında, 'Sen eski Marksist misin?' diyor bir yazısını okuduğunda...

Acaba çok okunan bir yazar mı?

Sanmıyorum. Çok etkin, popüler bir yazar değil. Kendi çapında yazıyor.

Herkes soruyor: Kim bu Press Bey'?

Bir sürü insan da 'Press Bey benim' diye yazıyor. Tuhaf bir şey tabii karikatüre 'Benim' demek. Sevimli buluyorlar herhalde. Aynı espriyi köşe yazısı yapsam, böyle bir şey gazeteye girmeyebilir ya da kızabilirler.

Press Bey'in ardından köşe yazarları aramaya başladı mı sizi?

Hayır, özel olarak değil ama rastlaştığımızda 'Bayılıyorum, harika' diyorlar...'Beni çizmişsin' diyenler de oldu. Ben de 'Öyle mi olmuş?' gibi şeyler dedim: "Ben de tam o konuyu yazmıştım" diyor ve kendince denk getiriyor. Halbuki ben okumamışım o yazıyı! 'Karikatürden çıkış alıp verir misin?' gibi taleplerde bulunuyorlar.

Press Bey'in bir geleceği var mı?

İşten atılmadı bu son dönemde (Gülüyor). Başka tipler girer mi, çıkar mı, bilmiyorum. Her hafta bekliyorum aslında ne çizeceğim diye. Bir ara bir çocuk düşündüm, tipini de çizmiştim, sonra vazgeçtim. Bir depremzede çocuğu evlat ediniyorlardı. Adını da buldum hatta; Artçıcan... Onunla daha çok Güllü ilgileniyor, servise bindiriyor falan. Deprem sonrasıydı bu, kalıcı bir tip olacaktı. Ama o zaman çok olacak diye düşündüm bir altıncı karakter. Bir çocuk aslında yeni bir şey getirirdi. Media'nın hamileliğini de düşündüm bir ara. Ama şu anda bilmiyorum.

Sahi, Kanat Atkaya'nın yazdığı gibi az konuşan biri misiniz?

Hayır, benim hakkımda öyle bir şey çıktı ya. Bazen çok geveze olabiliyorum, bazen de durabiliyorum. Ama sanki ben evden çıkmaz ve konuşmazmışım gibi oldu. Hiç değilim halbuki. Bazen de oluyorum ama ne bileyim. Karikatür öne çıktığı zaman bir şey oluyor, duruyorsun. Ya senden espri bekliyorlar, onu yapmayacağın bir zaman oluyor. Ama bazen 'Ya ne gevezesin, sus kardeşim' oluyor.

Bir de mizahçı hep 'sessiz adam'ı oynar ya...

Benim için öyle bir şey olduğunu zannetmiyorum. Karikatürcülerin bir dili var; O dili anlayan ve ona katılanlar olduğu zaman muhabbet uzuyor, tırmanıyor. Durdurulamayan bir dil oluyor. Katılmayan biri olduğu zaman ise kendimi geri çekiyorum, aklıma gelse de bir şey söylemiyorum.

Karikatürcünün kısıtlı yerde, az sözle çok şey anlatma derdi yok mu?

Sözden, kelimeden uzaklaşmakta bir şey var galiba. Çünkü ben hakikaten bazen karikatür gibi düşünüyorum. Mesela bir film izliyorum, oradan hemen bir karikatür çıkarıyorum. Halbuki yanımdakiler başka bir şeyi görüyorlar. Bense çocukluğumdan beri böyleyim. Kendim de farkında değildim ama bazen kendinle dışarıdan gelen bir sözle yüzleşiyorsun. İki sevgili oturur mehtaba bakar, ben mehtaptan karikatür çıkarmaya çalışıyorum. Gündelik hayat içinde öyle bir kopukluk var.

Böyle yaşamak zor değil mi?

Herhalde bir alışkanlık var artık. Hayata öyle bakıyorum, öyle görüyorum. 12-13 yaşında başladım böyle bir iş yapmaya. Başka bir tercihim de yoktu zaten. Demek ki öyle bir kafam vardı. 75'te çalışmaya başladım ve üç aylık askerlik dışında çizmediğim olmadı. Orada da binlerce asker çizdik; havuzun oraya falan (Gülüyor)...

Karakter yaratmaya ne zaman başladınız?

Gırgır döneminde başladı. Bu kendiliğinden çıkan bir şey, istediğin zaman olmuyor. Düşüneyim de bir tane daha bir şey yapayım dediğin zaman olmaz. Birikmiş bir şey oluyor ve ona artık bir ifade buluyorsun.

Miadı ne zaman doluyor?

Ben hissediyorum. Galiba 6-7 yıl sürüyor. O süre içinde kendimi tekrarlamaya başlıyorum. Esprilerin bir versiyon farklısını yapmaya başlıyorum. Onları çakmaya başlarsam 'Tamam, bitmiştir' diyorum ve başka bir şey üretmiyorum. Bitiriyorum. Demek ki sıkılmışım. Mesela şimdi Press Bey dört yıllık galiba. Henüz sıkılmadım. Hâlâ fark ediyorum, espriyi yaparken gülüyorum.

Peki bir karakteri bırakırken hüzünlü bir veda oluyor mu?

Hayır, hiç olmuyor. Demek o bitmiş bende. Yeni bir şey gelecek diye düşünüyorum.

Yurtdışında karakterler daha uzun ömürlü değil mi?

40-50 sene devam ediyor. Sen bıraktığın zaman insanların hâlâ sevdiği, okuduğu bir şey oluyor. Ben yapamıyorum. Herhalde okurdan çok, kendimle daha ilgiliyim (Gülüyor). Çizerken en başta kendim keyif almak istiyorum, gülmek istiyorum. Zaten basıldıktan sonra sadece düzgün basılmış mı diye bakıyorum. Yoksa sadece çizdiğim gün çok keyif alıyorum.

Türkiye çok değişken olduğu için mi karakterler de hemen tüketiliyor?

Yurtdışında fabrikasyon gibi. 35 kişi falan çalışıyor bir karikatür üzerinde. Artık onu yaratan adam ne esprisini buluyor, ne çiziyor. Belki sonunda şöyle bir bakıyor. Artık başka bir şey haline geliyor o. Ben hep balonunun çizgisine kadar tamamı benden çıkmalı diye düşünüyorum. Titizlik değil de, bundan keyif alıyorum.

Bir çizerin sadece işine bakarak, onun nasıl biri olduğu anlaşılır mı?

Ben çizerlerden çıkarıyorum. Çizgisi bile kendisiyle ilgili ipuçları veriyor. Press Bey'de de benden bir şeyler vardır mutlaka ama koruma karakterinde de vardır. Ben seviyorum o insanları. Sevmeden çizemem zaten.

Sanki uzun soluklu bir Hürriyet okuru olduğunuz çıkıyor Press Bey'den. Öyle misiniz?

Çocukluğumda evde Milliyet okunurdu aslında. İlk karikatürleri orada gördüm. 'Güngörmüşler', Altan Erbulak, Bedri Koraman... Zaten sonra ilk kez karikatürcü olarak Altan Erbulak'a gittim. Sonra bir-iki yıl tiyatroya gitmeye başladım. Ama nereden cesaret bulduğumu da bilmiyorum. Bizim oturduğumuz yere yakın tiyatrosu vardı, karikatürcü olarak da onu biliyordum. Kısa pantolonla, çizdiğim şeyleri de kolumun altına alarak gittim.

Hürriyet'te çiziyorsunuz diye mizahçı
çevrelerden tepki topladınız mı?

Hayır, aslında tam tersi bir durum söz konusu. Ben işte on sene önceki Latif'im. Başka bir yerde- olsam da bunu yapacaktım, burada da aynı şeyi yapıyorum. Başka biri olup da başka bir şey çizmiyorum. Gazete olması başka bir şey. Eğer mizah dergisinde olsaydı bu kadar ilgi çekmeyebilirdi.

* Oray Eğin tarafından yapılan bu söyleşi 19 Ocak 2002 tarihli Radikal gazetesinin Cumartesi ekinden alındı. Şu aralar Oray Eğin kalemine hayranlık duyduğum yazarlardan birisi. Nerede yazısına rastlasam okuyorum. Baktım; adanasanat.com'un arşivinde Oray Eğin imzalı bir söyleşi var burada sizinle paylaşmak istedim. Olur ya Oray bey "benim söyleşiyi izinsiz yayınlamışsınız derse hemen kaldırırız".

17 Mart 2011 Perşembe

Murat Gülsoy’dan Yaratıcı Yazarlık Seminerleri

Twitter’a adanasanat adıyla üye olup hemen bir şeyler yazmaya başlamıştım. Twitter’da gelenek olduğu üzere bir şeyler yazmanın ötesinde ilgilenilen kişiler izlenir. O günlerde izlemek üzere seçtiğim yazarlardan birisi Murat Gülsoy’du. Bugün Murat Gülsoy’un yazdığı twit’ten öğrendim ki, Murat Bey “Yaratıcı Yazarlık” seminerleri veriyormuş, atölye çalışmalarına aracılık ediyormuş. Murat beyin blog’unu ziyaret edince “Yaratıcı Yazarlık” adında bir kitaba sahip olduğunu ve bu kitabın 5. baskıya ulaştığını öğrendim.
 



Murat beyin Yaratıcı Yazarlık seminerleri için hazırladığı duyuru aşağıdaki gibidir:

“Uygulamalı bir seminer dizisi olarak tasarlanmış olan Yaratıcı Yazarlık Kursu’nda kurmaca edebiyat yapıtlarının (öykü ve roman) nasıl üretildiği konusunda bilgiler aktarılacak; hikâyenin unsurları, kurmaca metinde zamanın kullanımı, mekânın işlevi, karakterlerin yaratılması, olay örgüsünün yapılandırılması, klasik ve modernist anlatım biçimleri, edebi türler, dramatik gerilimin oluşturulması gibi yazma tekniğine ilişkin konular yetkin örnekler* üzerinde tartışılacaktır. Tüm bu yöntemlerin yanı sıra, edebiyatın insan yaratıcılığı ile ilişkisi irdelenecek, ilhamın kaynakları araştırılacaktır. Amaç, katılımcıların kendi kurmaca metinlerini yazarken yaratıcılıklarını daha iyi ortaya koyabilmeleri için yol göstermek ve içgörü kazanmalarına yardımcı olmaktır. Atölye süresince katılımcılar yazdıkları öyküleri tartışacak, yazma tekniğini etkileşimli bir eleştiri ortamında geliştirecektir.

Başvuru ve Bilgi için:  Tuba Taşyürek,  0 212 359 58 13, tubatasyurek@bumed.org.tr
Ek: Biraz gecikmeyle de olsa Murat Gülsoy'ın burada sözünü ettiğim kitabı edinip neredeyse tamamını okudum. Kitapta Murat bey kurma nedir sorusuna kendince cevap veriyor. Bana göre bu kitap Yaratıcı Yazarlık seminerlerine gidenler için eğitim kitabı olarak seçilecek içeriğe sahip değil. Bu kitap kurmaca nedir sorusuna ayrıntılı cevap almak isteyenlere uygundur.

Twitter İçin Adres Kısaltma

Twitter'da her twit en fazla 140 karakter olduğu için twit metni içinde herhangi bir adrese yer verildiğinde bu 140 karakterin çoğu gidiyor. Bunun çözümü adres kısaltma servislerinden yararlanmaktır. Kendim bit.ly'den yararlanıyorum. Bunun öncelikle twit metni içinde kullanılmak istenen adres panoya alınır. Sonra "http://bit.ly/" sitesi ziyaret edilip bu sitenin ana sayfasındaki metin kutusuna uzun adres yapıştırılır.



Devamında Shorten düğmesi tıklanıp adresin kısaltılmış hali elde edilir. En son olarak bu kısa adres alınıp twit metni içinde kullanılır. Adres kısaltma işleminden Facebook kullanıcılarının da yararlanması önerilir.

16 Mart 2011 Çarşamba

30 Yıl Sonra Yazko Edebiyat : İlhan Berk - İstanbul Kitabının Serüveni (*)


İkisini de masama koyuyorum: İstanbul'u ve İstanbul Kitabı'nı. Birincisi Ankara'da basılmış. «İstanbul» başlığı ayrı bir kağıda basılıp kapağına yapıştırılmış. Abidin Dino'nun düzenlemesiydi kitap. Kapağın en yukarısında «N. İlHAN BERK» adı yazıyor. Sonradan attım o «N» yi adımdan. Aslında, bir bakıma, «N. iLHAN BERK» in «iLHAN BERK» den, şiirin ozanından öç alması bu. Uzun yıllar yok saydığım bir kitap ikinci baskısını yaptırarak benden öcünü aldı. Üzerinde bir yayınevi adı bulunmadığına göre parasını ben verip «Sakarya Basımevi»nde bastırmışım. Parayı nasıl buldum? Ansımıyorum, belki de borç aldım. Aldığım borcu kim verdi? Ödedim mi? Bunu da ansımıyorum. Şimdi önümde duruyor. Bir barışma mı? Sanmıyorum. Çünkü şiir ozanını bağışlamaz. İkinci baskısının yapılmasına, ödül almasına karşın beni bağışladığını hiç sanmıyorum.

İstanbul benim dünyamdı. Uzun aylardan sonra koşarak geldiğim, yaşamaya ve çoğalmaya geldiğim bu kent, coğrafyadan çok tarihti. Tarih sandığınız anda da bir yeryüzü ve zamanın içinde bir zamansızlıklar atlası. Nerede olursa olsun, adımımı ilk attığı m anda yenilmeye başladığımı görmüşümdür. İçine girdikçe dışına fırlatmıştır beni, bir merkezkaç gücüyle. O güçle dolaşıp durmuşumdur çevresinde, «Motosiklet ölüm üstüvanesi»nde dönermişim gibi. Dönme durur ve insan düşer. Düşünce, yenilince kapısından içeri girebilirsiniz.

İstanbul'la, İstanbul’un ve küçük insanların mitologyasını kurmaya çalışmışımdır. Bilindiği gibi şiir insanın mitologyasını kurma savaşıdır. Bu yüzden İstanbul Kitabı'nın ikinci bölümüne «Mitologyalar» adını vermem boşuna bir rastlantı değildir. 30-35 yıl önce yaptığım işe adını vermişim, aynı serüveni bir kez daha yazmışım.
ŞİİR ANLAYIŞIM
Çok ters gibi gelecek ama, benim şiir anlayışım yer sarsıntıları gibi bozulup bozulup yeniden kurulmuştur. Düz bir çizgi göstermez. «Anlayış» kavramı bana göre değildir. Hiç değilse ben böyle anlıyorum. Şiirlerim, şiire değgin yazdığım tüm yazılar bunun doğrulanmasından başka nedir ki?

Şiir yazan adam yenilgi ve bozguna yargılıdır. Bütün şiir tarihi yenilgilerin tarihidir. Büyük ozanların tümü yenilgi fermanlarını boyunlarında taşırlar. İsa’nın kendi haçını Golgota tepesine taşıması gibi. Ronsard, Baudelaire, Verlaine, Rimbaud, Mayakovski. Yesenin, Arthaud, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Nazım, Dranas, Necatigil, Cahit Sıtkı, başka? Poe, Dylan Thomas hepsi yenilmiş insanlardır. Yengiyle şiir yanyana olmamıştır hiç. Tanrılar tarafından bir kayayı bir dağın tepesine yuvarlamaya yargılanmış Sisyphe'ten ne farkı vardır ozanın? Dağın tepesinden eteklerine yuvarlanan kaya tekrar tepeye çıkarılacaktır. Sonsuza kadar. Çünkü ozan sonsuzluğa inanır! Ozan, sürekli bir «Prometheus durumu» yaşar, tıpkı «Sisyphos durumunu yaşadığı gibi. Ozan da «Prometheus» gibi iki kavramı değer olarak benimser: bilinç ve özgürlük. Zeus, Prometheus'u kayalara zincirlediği zaman kurban bir bilinç durumu yaşar, yenilgisinin bilincini, tıpkı Sisyphos gibi. Prometheus'un durmadan karaciğerini yiyen kartala ve sonsuz acılara katlanması onun sürekli özgürlüğünü oluşturur. Ozanlık bir seçmedir, yaşama biçimidir; bu yüzden şu ya da bu şiir anlayışı içinde olmuş bunun hiçbir önemi yoktur. Ozanın bir yaşama biçimini seçmesi önemlidir. Benim için şiirin ve ozanın üç simgesi vardır: Prometheus, Sisyphos ve kendi küllerinden doğan Anka. Çünkü cehenneme nasıl katlansın. Bir ozanın çağı kendi cehennemidir. Her ozon o cehennemi yaşamalıdır; bunsuz ozan olunmaz.

Şiir ister sözcüklerle kurulsun, ister imgelerle. Bunların önemi yok. «Söz» bir araçtır, «dil» bir araçtır. Bunlar şiirle özdeşleştikleri zaman ozan yenilgiye yazgılı «Fatih» durumunu yitirecektir. Ozanın yerine şiir ve «poetika» geçecektir ve kendi kendisinin amacı olacaktır. Duragan bir durumdur bu. Kendi kendinin amacı olmak ölümle eş değerdedir. Ozan yenilgiyi seçmiştir, ölümü değil. Öyle sanılır ama ölüm yenilgi değil, eksiksiz bir yengidir.

Şiir anlayışım benim yaşamamdır, tıpkı Prometheus gibi, Sisyphos gibi, kendi küllerinden doğan Anka gibi.

NECATİGİL ÖDÜLÜ:
Bu ödül büyük bir yenilmişin adına konulmuş ödüldür, bu bakımdan benim için çok değerlidir. Necatigil'e ozan olarak, insan olarak büyük saygım ve sevgim olmuştur. O bir «saklı su» şiirini yazıyordu. «Saklı su» kavramı yukarda andığım üç kavramla eş değerdedir. Necatigil, insan ve ozan olarak, utkuyu seçmemişti. Utku'ya üniforma gereklidir, oysa şiir üniforma giymez; saydamdır, çıplak dolaşır. Şiire en çok yakışan «ünvan» bu iki sıfattır. Necatigil bütün yaşamı boyunca bunları büyütmek için kendi kanını vermiştir.

«Necatigil Ödülü» yaşadığımız bu çağda bir yenilmişlik diploması olsun isterim; sürekli bir uzlaşmazlığı simgelesin isterim. Ülkemizdeki ödüllerin hemen hemen tümü uzlaşmaya adanmış görünüyor. Bu yüzden de gözümde hiç birinin önemi yoktur. Uzlaştığınız anda artık ne Sisyphos'luğunuz kalır, ne Prometheus'luğunuz, iğdiş olmuşsunuzdur artık.

* Bu yazı 30 yıl önce Yazko Edebiyatın Ocak 1981 tarihli Yazko Edebiyat Dergisinin 3. sayısında yayınlandı. O günlerde nelerin yazılıp çizildiğini hatırlatmak amacıyla İlhan Berk'in bu yazısını dergiden buraya aktardık.