29 Haziran 2010 Salı

30 Yıl Sonra Yazko Edebiyat: ÖZGÜRLÜKTÜR ŞiiRiN iMLEDİĞİ – Ahmet OKTAY(*)

İnsanın doğal ve toplumsal varlığını öncelikle gözönünde bulunduran her büyük şair yalnızca dolaysız özgürlüğü ister ve yapıtı yalnızca onu vadeder. Bireyci ya da toplumcu, yapıtın nesnelleştirdiği yadsımanın ve başkaldırmanın yöneldiği tek amaç tüm kuralların, sınırlamaların, yasaklamaların ve elbet yoksunlukların kaldırılmasıdır. Bu kurtarıcı kimliğin bilici bir kimliği gerektirdiğini de unutmamak gerekiyor: Şarkısıyla ölümü bile yenen Orpheus yetinemez sevgilisini geri almakla, yeraltı dünyasının “gizini” öğrenmek ister. Dönüp bakacaktır. yitirse de. Özgürlük yitirmeyi göze almayı gerek-tirir çünkü. Şiirin bu temel yönsemesi, insanın ilk çağ tanrılarının dünyasından kopup kendi dünyasına yerleştiği yeni zamanlarda da değişmez. Daha gelişir tam tersine, dizgeselleşir. Her türlü yetkenin baskısından, horgörüsünden arıtılmalıdır ruhsal ve toplumsal varlık, yoksulluktan kurtarılmalıdır. Doğanın efendisi olmak yetmez. Kendi kendisinin efendisi olmalıdır insan. Shelley'i analım: “Dünyanın kabullerıilmeyen yasa koyucularıdır ozanlar.” Kabullenilmeyen: çünkü karşı-yasalardır önerdiği: Eşitsizliğe karşı eşitlik, açlığa karşı tokluk, zorbalığa karşı hoşgörü, boyuneğmeye karşı seçme ve söz hakkı, çalışmaya karşı oyun. Bu istekler şairin “lanetlenmişliğinin” nerden kaynaklandığını yeterince açıklar. Yine bu istekler, son kertede, şiirin tarihine başkaldırmanın tarihi olarak bakmamıza da izin verir. Çünkü şairin özgürlük isteği ve vaadi. içeriğini dışlaştırış biçimi ne olursa olsun, verilmişin ve kurumlaşmışın yadsınmasını öngördüğünden siyasal bir istektir. Milton “Yitik Cennet’de” dinsel eleştiriden siyasal eleştiriye geçiyorsa boşuna değil. Özgürlüğün mümkün olduğu tek yer var çünkü: Dünya. Dünya dönüştürülmeden insanca yaşama olanağı yoktur. Budur şairin imlediği. Korkudan dili bağlandığında bile:

Değil mi ki ayaklar altında insan onuru
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın

Shakespeare'in sonesi doğrudan bir başkaldırmayı öngörmez, kuşku yok, ama bu eleştirinin, imlediği düzey konusunda herhangi bir yorum gerektirmediği de açık. Horgörü, yetke, sömürüdür “dark lady” ve “sevgili dost” arasında duran ve onbeşinci sonede değinilen “zamanın çöküş'le söyleşmesi” ancak bu somut - tarihselde insanal içeriğine kavuşabilir. Çünkü Marense'yi izleyerek: “Zamanın akışını durdurma çabalarını harekete geçiren, zaman ile baskı düzeni arasındaki anlaşmadır”2. Bu anlaşmanın kuramsal özünü Walter Benjamin'in bir yorumlamasında bulabiliriz: “Tarihin sürekliliğini kırmak konusundaki bllinçli istek, eylem anında devrimci sınıflara özgüdür. Bu bilinç Temmuz devrimi sırasında kendini göstermiştir. Savaşın birinci gününün akşamında. bir kaç yerde aynı anda, fakat birbirine bağlı olmaksızın Paris kulelerinin saatlerine ateş edilmiştir.3” Zamana ateş açılır, çünkü şunlardır bu zamanın imlediği kıtlık, baskı, zorlayıcı çalışma. Şurası kesin: «Yitik cennet» düşü, bütünüyle bu dünyada gerçekleştirilmesi istenen bir düştür.

Şiirin “özgür oyun” olarak da büyük ölçüde bu siyasal yönsemeye eklemlendiği söylenebilir. Çünkü oyun, özü gereği kurallan bozar ve kururulaşmaya izin vermez. Her dakika yeni bir öge bulucu yanıyla, oyun doğrudan doğruya imgelemin buyruğundadır. bu yüzden de her türlü kurgusallığı öngerektirir. Zorlayıcı çalışma ve yasa dünyası kalıplaştıncıdır, orada kullanılan dil de. Bireye ya boyun eğdirir bu dil ya uyumlandırır onu. Oysa şiir büyük bölümüyle imgesel düzeye özgü bir üretim olarak her türlü fantazi’ye açıktır. Bu fantazi tannlara bağışlayıcılcezalandırıcı bir güç yükleyebildiği gibi onlan öldürebilir de. Oyun kurumsal gerçekliği ve hiyerarşik düzenlerıişi bozar. Şiirsel dil, en amaçsız göründüğünde bile yitik cennet’e”, yani yasaklanmış olana gönderir. Özgürlüğün imlenrnesi, egemen sınıf söyleminin dıştalanması anlamına gelir. Budur faşizmin büyük bir şair yetiştirememesinin nedeni. Hemen akla gelebileceği için burada Ezra Pound'la ilgili bir ayraç gerekiyor: Pound'u doğrudan ve katıksız bir faşist sayamayız. Çünkü Pound faşizmin bir ideoloji olarak gelişip serpilmesi ve iktidan ele geçirmek üzere örgütlenmesi sırasında ortaya çıkmamış, dolaysız bir faşist söylem geliştirilmesine katkıda bulunmamıştır. Bir sonradan katılmadır Pound'unki. Şairin seçkinci tutumu öğretide kendisini kolaylıkla dışlaştırabileceği ögeler bulmuş, zaten mevcut olan “entellektüel” horgörüsü baskıcı yönetimin doğal bağlaşığı olmuştur.'


--Bu metnin devamı var—

(1) Shakespeare: 66. Sone, çev: C. Yücel, Her Boydan, s. 39, SHD yayını.
Aynı sonenin bir başka çevirisi için bak: W. Shakespeare, Sotıeler, s. 79, Çev: S. Bozkurt - B. Bozkurt.

Alıntıladığım mısralar bu kitapta şöyle çevrilmiştir:

“Hayasızca yerinden edllmesinden pırıl pırıl namuslu kişinin
Tertemiz genç kızın hoyratça kötü yola itilmesinden
Gerçek yetkinliğin haksızca çarpıtılmasından
Aksayan yöneticilerin yönetımi güçten düşürmesinden!
Sanatın dilinin bağlanmasından yetkili kişilere”

Kuşku yok: İngilizcesine uygundur bu çeviri. Gelgelelim, uygun olmadığıdır önemli olan: şiir.

(2) H. Marcuse, Aşk ve Uygarlık s. 262, çev: S. Cağarı, May Yayınları, Vurgulama benim.
(3) a.g.e.,
(4) Drieu la Rochelle ve Celine gibi yazarların faşizmle ilişkilerinin ayrıştınlması gerekir elbet. Sanatsal düzevle siyasal düzeyin örtüşüp örtüşmediğlnı, metinde nesnelleşen içeriğin hangi söylem kipine eklemlendiğini bu ayrıştırma ortaya koyabilir ancak.

* Bu metin Yazko Edebiyatın Kasım 1980 tarihli ilk sayısından alındı. Ahmet Oktay’ın Dergide yayınlanan Özgürlüktür Şiirin İmlediği yazısının yaklaşık yarısını buraya aldık. Bir süre sonra Ahmet Oktay bu yazısını Bir Arayış’ın Yazıları, Bir Yazı’nın Arayışları adlı kitabına aldı. Ahmet Oktay’ın o dönemde yazıklarını merak edenler bu kitabı arayabilirler.



Hüseyin Ferhad'da Üç Dönem - Sabit Kemal Bayıldıran(*)

Birinci Dönem: Sosyalist Gerçekçilik


Hüseyin Ferhad, edebiyat dünyasına ilk adımını 1977'de atar. İlk yazısının başlığı "Bir Şiir Ustası: A.Kadir"dir. Yazının ilk paragrafı da şöyledir:

Plehanov, Bielinski'nin estetik anlayışına atıfta bulunarak, 'Yeni şiir gerçekçiliğin şiiridir, hayatın şiiridir' der ve 'Şiir imge haline gelmiş düşüncedir. İmgeyle belirtilen fikir somut olmayıp da aldatıcı ve eksik olduğu zaman , imge bundan zarar görür ve sanatsallığını yitirir.' diye , toplumcu şiir anlayışını vurgular. Plehenov'un oportünizmi bir yana, yeni şiirin 'gerçeklik 'in şiiri olduğunda, bütün diyalektik düşünce biçimleri görüş birliğindedir. Yani şair, hayatın şairidir.

Hüseyin Ferhat (t'yi daha d yapmamıştır) yayımlanan ilk yazısında -henüz 23 yaşındadır- büyük sözlerle girmektedir edebiyatın kapısından. "Sosyalist gerçekçiliği" derinlemesine bildiği henüz söylenemez. E. Ficher'i, Lucas'ı okumamıştır daha. Ama, o günün havasından etkilenerek, Plehanov'un sözleriyle İkinci Yeni'ye gönderme yapmakta, İkinci Yeni'yi aldatıcı ve eksik, somut olmayan imgeye yönelmekle suçlamaktadır! O günlerin genel havası da budur: İkinci Yeni, kaçak bir şiirdir, hayatı yansıtmamaktadır.

Hüseyin Ferhad, ilk şiirini de bir yıl sonra yayımlar. O günler, sosyalist gerçekçi Üçüncü Kuşak'ın, estetik anlayış bakımından tam egemen olduğu günlerdir. Sosyalizme inanmayanların bile, bu dönemde sosyalist gerçekçiliğe eleştirilerini en alçak sesle yaptıkları günlerdir. Hemen hemen bütün dergiler, sosyalist gerçekçi doğrultuda şiirler yayınlamakta, Yeni Dergi(1964/1975) Soyut (1965/1977) kapandığından, M. Cevdet Anday, Oktay Rifat, Behçet Necatigil gibi ustalar, şiirlerini az satan dergilerde yayımlamak durumunda kalıyorlardı. İlk sayısı 1978'de yayımlanan, üç aylık kültür dergisi Yazı (Yöneten: Enis Batur), İlhan Berk, Salah Birsel, Ece Ayhan, Mehmet Taner,Behçet Necatigil, Edip Cansever gibi ünlü imzalarla çıkmasına karşın, 4 -5. sayıları birleştirilmiş olarak çıktıktan sonra kapanır. Çünkü şiirin okuru da sosyalist bir kitledir o günler. Kırk Kuşağı, eleştirellikten yoksun bir biçimde değerlendirilmekte, idealist bir yaklaşımla yüceltilmektedir. Sözünü ettiğimiz yazıda Hüseyin Ferhad, "... bir kavganın, bir sınıf savaşının; yani sosyalizmin ve sosyal savaşımların şairi" olduğu için A.Kadir'i selamlar!

1978'de Türk Dili, Varlık gibi köklü dergilerin yanında,Milliyet Sanat gibi 'sermaye' dergisi de vardır. En etkin dergiler Sesimiz ve Sanat Emeği'dir. Sanat Emeği (Mart 1978/Eylül 1980), sosyalist gerçekçi Militan (1975/1976) dergisinin süreğenidir. TKP'li sanatçılar tarafından yayımlanmaktadır. Hüseyin Ferhad da bu siyasal çizginin yandaşıdır. Bu dergide ilk yazısı Haziran 1979'da (sayı:16) yayımlanır. Adı "Nâzım Hikmet Üstüne Yanlış Bir Yorum ve Bertholt Brecht-Nâzım Hikmet İlişkisi"dir. bu yazının temelini Cemal Süreya'nın Nâzım Hikmet'i değerlendirmesine itirazdır. Cemal Süreya'nın "Bence onun şiiri için ''materyalisttir' diye kestirip atmak işi biraz el çabukluğuna getirmek olacaktır. Temelde duygu adamıdır Nâzım Hikmet. Kendisiyle hesaplaşmaya cesaret etmesine, Osmanlı duyarlığını parçalamaya çalışmasına karşın yine de o duyarlığın kadrosu içindedir." yargısını Hüseyin Ferhad 'çarpık anlayış' diye niteler ve Nâzım'ın her bakımdan materyalist olduğunu vurgular. Hüseyin Ferhad'ın, siyasal ve estetik anlayışı Sanat Emeği' doğrultusunda olmasına karşın, bu dergide yalnız iki şiiri yayımlanır (Ekim 1978, S. 8). Bunları şair ilk kitabına almaz. "Kürt Çiçekleri" ve "Üçüncü Vardiyada Kalbim" adlı bu şiirler, şiirsel değeri düşük, güncelden yola çıkan ürünler. "Kürt Çiçek"lerinde şair "şafak vaktidir ağarıyor doğu" diye başlar şiire. Burada sıradan bir tevriye kullanılmış. Doğu'nun ağarması, hem gerçek hem de mecaz anlamıyla kullanılmış. Ardından "candarma geliyor dedi çocuk/bir çocuk başına çekti yorganı/bir çocuk tükürdü yere" kıtasıyla konuya girer: Doğu'da jandarma baskısı, ve bunun yarattığı korku. "Üçüncü Vardiya Kalbim"de o dönemin ajitatif söylemi, hüzünlü bir dille aktarılır. Taksim'de kutlanan 1 Mayıs bayramlarının yarattığı coşkunun onun şiirine yansıması, ince bir duyarlık biçimindedir. "madenciler türkü söyler" derken bile o coşkunun içinde değil, dışındadır. "bakır rengi gelincik/.../ kızıl güller açar/.../bir yanım karanfil" gibi, o günün gözde imgeleri vardır bu şiirde. Hüseyin Ferhad, bu şiirlerde, kendisinden önce şiire başlamış Üçüncü Kuşak şairlerinin izinden gitmekte, etkilere açık bir şair görünümündedir.

Sanat Emeği'nde Hüseyin Ferhad'ın başka şiirleri yayımlanmaz. Bunda, onun şiirinin ajitatif olmayışı etkili olmuş olabilir. Hüseyin Ferhad, her ne kadar sözlerinde katı bir sosyalist gerçekçi olarak ortaya atılıyorsa da, şiirlerinde Sanat Emeği'nde şiirlerini yayımlayan (Yaşar Miraç, İsmail Uyaroğlu, Ozan Telli, Abdülkadir Bulut, Ahmet Erhan, Turgay Fişekçi, Adnan Özer, Hüseyin Haydar, Muzaffer Özdemir...) şairler gibi 'güncel'in içinde değil, kıyısında durmuştur. Ayrıca bu şairlerin önemli bir bölümü "işçi sınıfına bilinç taşımak" görevini sorumluluk olarak bellediklerinden, kendisini daha çabuk veren imgelere yaslanıyorlardı. Oysa, Hüseyin Ferhad, çoğuna göre daha 'rafine' bir şiir yazıyor, imgelerini geniş çağrışımlar yaratacak biçimde seçiyordu.

Hüseyin Ferhad, ilk şiir kitabın Deniz Çobanları'nı, Temmuz 1982'de çıkarır. Kitap, Yeni Türkü Şiir Yayınları'nın ''İlkyapıtlar' dizisinde yayımlanır. Bu dizi, Sanat Emeği kadrosunu kapsar.; dizide kitabı yayımlanan şairler şunlardır: Ozan Telli, Barış Pirhasan, Ahmet Erhan, Turgay Fişekçi, Adnan Özer, Suat Vardal, Haydar Ergülen, Muzaffer Özdemir, Adnan Azar. Bu şairler arasında, o günün şiirinden; yani güncelin içinde ajitatif söyleme yatkın şiirden iki kişi ayrılır: Haydar Ergülen ve Hüseyin Ferhad . Bu her iki şairin de dili, imgesi daha bir farklılık gösterir. Hüseyin Ferhad'ın kitabının adı bile -daha çok Homeros'u çağrıştırır- öbür şairlerden ayrıldığını gösterir. "Yeni Türkü" adı bile, Üçüncü Kuşak'ın genel yönsemesini verir. Üçüncü Kuşak'ın en belirgin özelliği 'halktan yana'lığın bir uzantısı olarak folklora yaslanmaktır. Ayrıca dizide yayımlanan kitapların kapağında (İsa Çelik tasarımı) Nazilli Basma Fabrikası'nın desenlerinin kullanılmasıdır. Onların folklora yaklaşımı, kapağa bile yansımıştır. Ayrıca, kimi kitapların sonuna "Açıklamalar" başlığı altında sözcüklerin açıklamaları verilmiştir. Bu da, geniş bir kitleye yönelme isteğinin bir yansımasıdır. Çünkü sosyalist gerçekçiler, şiire bir işlev yüklediklerinden, mümkün olduğu kadar geniş kitleleri kucaklama çabası içindedirler. Hüseyin Ferhad'ın kitabında açıklanan sözcükler bile, onun farklılığını vurgulamaktadır: Ay-Na, Ayn Zaliha, Fenikyeliler, Halil İbrahim, Karşı-Yaka, Kavafis, Mahmut Abdal, Mevlâne, Merih, Bercis, ney, Nietzche, Ülgen... Bunlar, hem Hüseyin Ferhad'ın bir özel ad şairi olduğunu, hem de sonradan varacağı mistisizmin kökenini vermektedir.

Hilmi Yavuz'un, Bedreddin Üzerine Şiirler'i (1975) yayımlandığı yıl büyük yankılar uyandırır. Hilmi Yavuz, Türk heretedoksisinin muhalif geleneğini, bir sosyalist olarak yeniden üretir. Bu üretimde birçok tasavvufi terim kullanır Hilmi Yavuz. Bu, genç şairleri oldukça etkilemiştir. Urfa'nın mistik ortamında iki yıl öğretmenlik yapan Hüseyin Ferhad da bu mistik kaynaktan, bir sosyalist olarak yararlanmaya kalkar. Bu yararlanma, sonunda onu bütünüyle mistik bir çizgiye çekecek, sosyalist gerçekçi geçmişini reddetmesi sonucunu doğuracaktır.

Hüseyin Ferhad, Kılıç İpekte Sınanır'a, önceki şiirlerini, sözcük ve biçim değişiklikleriyle alacaktır. Bu arada kimi şiirleri de eler. Bunda, kitabın 12 Eylül sonrası yayımlanmış olmasının etkisi olabilir. Sözgelimi, Somut'un Ağustos - Eylül 1979 tarihli sayısında yayımlanan "İlk Şafakta" adlı şiir kitaba alınmaz. Oysa bu şiirde, iyi bir şairin gelmekte olduğun müjdeleyen dizer var:

Kızıl bir tülle örtülü fabrika duvarları
yayılarak örüyor sokakları birbirine
....
Islak bir mendil gibi nehir, Seyhan.
....
-ıslak yüreğim toz içinde-
....
Zamanın turuncu ağını
çeker gibi - bu mensucat şehrine
indi yaslı haber.

Benzetmeler de, imgeler de özgün. Şiir, başta ve sonra düzyazıyla desteklenmiş.

Deniz Çobanları, iyi şiirin nüvesini taşımasına karşı, yayımlandığında yankı bulmaz. Kitapta 23 şiir vardır. Bunlardan sekizini, biçim ve dil değişiklikleriyle toplu şiirleri Kılıç İpekte Sınanır'a alır.

Hüseyin Ferhad'ın daha ilk kitabında, izlek çeşidi şaşırtır insanı. Gözlemlerinden, yaşantısında, okumalarından izlek ve imge devşirir. Günceli, geçmişle iç içe isler. Özellikle eski uygarlıklara düşkünlüğü göze çarpar. Bu, günümüzü anlamak için geçmişe yönelen bir kazıdır. Doğup büyüdüğü coğrafyanın sözcükleri doluşur şiirine. Âsi Nehri, Antakya, Mığır Dağı, Osmaniye, Nizip, Seyhan, Çukurova... Yer adlarıyla yetinmez; o coğrafyanın kişilerini de bulursunuz şiirlerinde:Şeyh Cüneyt, Samandağlı Fettan, Kuseyri, Dadal, Ceritoğlu Hakkı, Çökeleğinoğlu Arif, Danaboruk, Arnavut Ökkeş, Kürtdağlı Keçecizâde... İlk kitabında adını andığı, İspanya İç savaşında ölen İngiliz şairi John Cornford ve ve Alman filozofu F. Nietzsche dışında adını andığı kişiler, Ege havzasından doğuya doğru uzanan coğrafyadandır.

Hüseyin Ferhad'ın Homeros'a ve eski Yunan kültürüne sevgisi çok belirgin. İliada'ya, Odisesus'a sık sık göndermelerde bulunur.

Bütün bunlar, Hüseyin Ferhad'ın ikinci döneminin nüvesini oluştururlar.

Sosyalist gerçekçi döneminde, Hüseyin Ferhad'ın güncelin içinde değil, kıyısında durduğunu söylemiştik. Şiirlerinin çoğu 12 Eylül sonrasına rastladığından, onun temel izleği daha çok 12 Eylülün kıyımlarına, kırımlarına bir tepkidir. Bu tepkinin içinde sosyalist gerçekçiliğin ilkelerinden biri iyimserlik, gelecek günlere güven yanında, yoldaşlara moral vermek de vardır:

(Ölü gömücülerine terketme cesaretini. Çekil bir kenara
ama, aklından sil: Gözyaşlarının buğusuyla sönmez çakılan kibrit)

Bu dizeler, ve Yürüdük Gecenin Ateşleri İçinden adlı ikinci kitabında yer alan "İmgelem Atları" şiirinden. İkinci kitap adıyla da 12 Eylüle bir anıştırma. 'Yürüdük' eylemi de yoldaşlara moral verici bir eylem. Yoldaşların ilerleyişini hiçbir şey durduramaz! Şair, yukarıdaki dizelerle, o günlerde yaşanan acıların yaratabileceği karamsarlığı silmek istiyor. "Umut sürünerek iner ardıç oluklu pınara" umut asılarken, ağlayıp sızlanmanın çözüm olmadığını vurgulayarak yoldaşlarını uyarır.

Şair, yine ikinci kitabında yer alan "Uçurumlar Dolambacı, I"de şöyle der:

Dipçikle ezilmiş çığlıklar, çiğnenmiş grev bildirileri;
bir toplu iğneyle boynuma asılan suçlu bilinç.
Hayır, tüm soruların yanıtını biliyorum aslında,
üzerime çevrili silahların namlusunda sallanıyor tutku ve erinç

Şair, bilinçlenmiş olmanın bir suç olduğu dönemi ilk dizeyle vermiş. Sosyalist gerçekçiler, Diyalektik ve tarihi materyalizmi 'bilimsel düşünce' olarak niteledikleri için 'tüm soruların yanıtını' bildiklerini söylerler. Son dizede şiirselliği yakalıyor Hüseyin Ferhad. 'Tutku' ve 'erinç' sözcüklerini somutlayarak, geniş çağrışımlı bir imge kuruyor. Şair burada darbecilerin iktidarının 'tutku ve erinç' adına yapıldığını işaret ediyor; hem de bu silahların ondaki tutku ve erinci yok etmediğini.

Şair, bu şiiri Kılıç İpekte Sınanır'a alırken son dizede küçük(!) bir değişiklik yapar: "üzerime çevrili silahların namlusunda sallanıyor diplomalarım, nüfus cüzdanım". Bu iki sözcükle, şair yaşadığı büyük değişikliği ortaya koyuyor. Toplumsal ben, bireysel bene dönüşüyor.

Hüseyin Ferhad'da sosyalist gerçekçi bakış açısı, ve Yürüdük Gecenin Ateşleri İçinden'in ikinci bölümünde noktalanır. Bundan sonraki şiirlerinde topraksız bir köylünün çocuğu olmaktan kaynaklanan 'yoksuldan yana tavır alma', bir renk olarak kalacaktır.

* Bu yazı zamanında adanasanat.com'da yayınlanmıştı. İlk fırsatta Sabit hocaya bu metni gösterip aradan geçen yılların Hüseyin Ferhad'a bakışında bir değişikliğe neden olup olmadığını soracağız.

28 Haziran 2010 Pazartesi

Yasakmeyve Dergisinin 44. Sayısı: Şair ve Çocuğu


Yasakmeyve Dergisinin bu sayısında dosya konusunun adı:Şair ve Çocuğu. Tezer CEM tarafından hazırlanan bu dosyada yaşayan çok sayıda şairden çocuklarıyla ilgili birer şiir talep edilmiş. Şiir ve fotoğrafa aynı sayfada yer verilmiş. Derginin bu sayısındaki Şair ve Çocuğu dosyasına örnek olması için birkaç şiiri ve şairin çocuğuyla çektirdiği fotoğrafı buraya aldık.

Gülseli İnal
Beliza

Beliz'e

Bir gün ecesine sormuşlar seni
ece ki kandan ve sudan

bir gün vakti doğmuşsun
doğuşun eşiğinde gözlerin

tüm acılarım senin yüzünden
gözlerin gözlerin yüzünden

gün ışığından sızan
ince hoyrat hovarda çiçek
öyle yanlız öyle içli öyle dileyen

bilinmez doğuşun eşiğinde
bırakılmışlığın ince uzun elleri
kara sıcak gözlerin nasıl da aramakta sevgiyi

sen ki ufak
sen ki esmer sularım
sen benim hiç bitmeyen güzelliğim
sen geyiklerin güldüğü
sen akdiken çiçeği
benimsin hep bilsen


Şükrü Erbaş
Ömrümle Öderim

Kızım mavi
Oğlum yağmur
Bengisuyu toprağımın
Sevdim telaşını
Dünya evim
Gök bahçemiz
Karım gölgesi derin
Bir mihnet ağacı


Yaşadım kırk yıl
Sevinç ve hüzün
Aşk ile cesur
Büyüdü yüreğim
Boyun eğdi çokluk
Düşlerim gerçeğime
Aklım ömrüme yük
Yürümeyi öğrendim


Işık ve su
Ekmek ve rüzgar
Azizmiş meğer
Az da olsa payım
Yaşamayı sevdim.
Bu büyük bağışı
Bir gün elbet ben de
Ömrümle öderim...
   

24 Haziran 2010 Perşembe

30 Yıl Önce : Yazko Edebiyat

Yaklaşık 30 yıl önce çok sayıda yazar bir araya gelip Yazko adında Yazarlar ve Çevirmenler kooperatifi kurdu. Kooperatifin asıl amacı üyelerinin yazınsal ürünlerini yayınlamaktı. Yazko ilk olarak kitaplar yayınlamaya başladı. Devamında zamanında çok ilgi gören Yazko Edebiyat dergisini. Bu sayfalarda sizleri 30 yıl geriye götürüp Yazko Edebiyat dergilerinin içeriğinin bir kısmını size sunacağız. İlk size derginin Memet Fuat tarafından kaleme alınan Başlarken adlı yazıyı sunuyoruz.




BAŞLARKEN - MEMET FUAT
Yazko-Edebiyat”, adından da anlaşıldığı gibi, Yazko Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Kooperatifinin edebiyat dergisidir. Ayda bir yayımlanacak, öncelikle Yazko üyelerinin ürünlerine yer verecek. Ama bu kesin bir sınırlama değil. Yazko üyesi olmayan ünlü yazarlar, edebiyat alanına yeni giren gençler de dergide yapıtlarını yayımlayabilecekler.
Yazko-Edebiyat’da öbür sanatlara ancak edebiyat kapsamı içine giren yönleriyle yer ayrılacak, edebiyat dergisi niteliğinden uzaklaşmamaya özellikle önem verilecek. Bunun, sayfa sayısını çoğaltmama kaygısından daha önce gelen nedenleri var. Bir kere, Yazko bir yayın kooperatifi; üyeleri yazarlar, edebiyatçılar. Sonra, memleketimizde, baskı tekniğindeki gelişmelerle birlikte her sanat dalının ayrı dergiler çıkaracak olanaklar edindiği, çok güzel örnekler verildiği de bir gerçek.

Daha bu girişten, sanırım. Yazko-Edebiyat’ın Yeni Dergi’nin devamı olmadığı kesinlikle anlaşılıyor. Yeni Dergi’nin yalnız yöneticisi değil, her bakımdan, tek sorumlusuydum. Zaman zaman yazarlar, sanatçılar dergi yönetiminde de bana yardımcı olurlardı. --Yeni Dergi’de yapılmış güzel işler varsa bunların büyük çoğunluğunu birlikte çalışmalara borçluolduğumu çok iyi biliyorum-- ama o dergi, gene de, son noktası vurulurken, çoğu zaman, bir kişinin damgasını taşıyordu. Yeni Dergi’yi kapatma düşüncesine beni götüren, her şeyden çok, birlikte çalışmaları artık gerçekleştiremeyeceğimi anlamak olmuştur sanıyorum. “Gelen yazılarla çıkan bir dergi” durumuna düştüğünde «Yeni Dergi» bana görevini tamamlamış görünmüştü.

Sonradan tasarladığım daha küçük boyutlu dört aylık eleştiri dergisini de giderlerini karşılayamayacağımı anladığım için çıkarmaktan vazgeçmiştim.

Yazko-Edebiyat ise benim yönettiğim, ama her bakımdan sorumlusu olmadığım, ortak çalışma ürünü bir dergidir. Önce, bize, bu dergiyi yayımlama görevini veren bir Yönetim Kurulu var. (Ayrıca, onu da her yıl bir Genel Kurul denetliyor, yeniden seçivor.) Bize dedim, çünkü yazıları okumak, değerlendirmek, sıralamak, baskı işlerini kovuşturmak, kısacası dergiyi çıkarmakla görevli oldukça geniş bir kadromuz var. Bu kadroda dergicilikte hepimizden eski olan Salim Şengil gibi bir usta, tek başına yüksek düzeyde bir dergiyi uzun süre ayakta tutmuş Afşar Timuçin gibi çok yönlü bir yazar, Bertan Onaran gibi yorulmak yılmak bilmez bir çevirmen, Adnan Özyalçıner gibi dergiciliğin görünmeyen işlerini yürütmeyi çok iyi bilen bir sanatçı da yer alıyor. Herbiri tek başına bir dergi çıkarabilecek kişiler...

Zaten «Yazko Edebiyat»ın en güçlü yanı, bugün dergiyi çıkarma görevini yüklenen bizlerden, herhangi bir nedenle, boşalacak yeri hemen dolduracak pek çok kişiyi Yazko Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Kooperatifinin üyeleri arasında bulabilecek olmasıdır.

Yalnız şu da bir gerçek: Yazko-Edebiyat kesinlikle «Yeni Dergi»nin devamı değildir ama, benim yönetimimde kaldığı sürece bu dergiye «Yeni Dergi»den bazı özellikler kaçınılmaz olarak yansıyacaktır. Şiirlerin, öykülerin başa alınışı, her sayıda bir uzunca «ana yazı» sunma özlemi, oraya buraya yazı ya da şiir sıkıştırmamaya gösterilen özen, dizgi düzelti işlerine önem verme vb gibi... Ayrıca, yazarlar Yazko-Edebiyat’da gene yaşlarına, edebiyata verdikleri yıllara göre sıralanacaklar. Bunun dışında bir değerlendirmeye gidilmeyecek. Her bölümde -başka türlü davranmayı gerektiren özel bir durum yoksa- eskiler yenilerin önünde yer alacaklar. Şiir, öykü, sanatsal yazılar, düşünce-inceleme-deneme yazıları, değinmeler, tartışmalar, edebiyat olaylarına eleştirel yaklaşımlar, kitaplarla ilgili deneme, tanıtma yazıları dergide hep aynı sırayla birbirini izleyecek. Bütün bunlar, bilindiği gibi, Yeni Dergi’nin ilkeleridir; on yılı aşkın bir süre uygulanmış, çok duyarlı olan sanatçıların alınganlıklarını, kırılmalarını büyük oranda önledikleri görülmüştür. Yazko Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Kooperatifinin dergisinde bu ilkelere uymanın daha da gerekli olduğu kanısındayım.

Yazko-Edebiyat’ın siyasal tutumuna gelince. Yazko Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Kooperatifi siyasa dışında kalmak zorunda olan bir kuruluştur, Ayrıca, üyeleri arasında da gerek dünya görüşleri, gerek sanat anlayışları bakımından birbirine uzak duran kimseler var. Böyleyken, Yazko Edebiyatın yazarlarına bir Siyasal tutum önermesi düşünülemez. Kooperatif'e üye yazarların dünya görüşleri ile sanat anlayışlarındaki çeşitlilik, ister istemez, dergiye de yansıyacak, giderek Yazko-Edebiyat bir forum havasına bürünecektir. Nitekim ilk sayının tartışma yazılarında bu hava hemen belirdi.

Onun için de, yazarlarımız bu dergide, kendi kooperatiflerinin dergisinde, istedikleri gibi yazabilecekler, ama yazdıklarının sorumluluğunu yalnızca kendileri taşıyacaklardır. Önem verilerek yöneticilerce seçilmiş görünmesi doğal olan ana yazı’lar için de böyle. Dergiyi Yazko Yazarlar ve Çevirmenler Yayın Kooperatifi adına yönetenler yazılardaki görüşleri paylaşmak, doğru bulmak sorumluluğunu hiçbir zaman üstlenmeyeceklerdir.

Okurlarımızdan Yazko-Edebiyat üzerine düşüncelerini, eleştirilerini bildirmelerini dilerim.

Yasakmeyve Dergisinin 44. Sayısı - Sabit Kemal Bayıldıran

Sabit hocanın imzasına ilk olarak yaklaşık 30 yıl önce Yazko Edebiyat dergisinde rastlamış olsam bile kendisiyle yüz yüze tanışmam 1999 yılında gerçekleşti. Sabit hoca Adana'da yaşadığı için sıklıkla görüşüyorduk. Sabit hoca zamanında adanasanat.com'a mevcut yazılarıyla destek olmuştu. Sabit hocanın yasakmeyve dergisinin 44. sayısında ders niteliğinde bir yazısı var: Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü :Kemalettin Kamu. Yazının bir kısmını dergiden buraya aldık. 

EDEBİYATIMIZDA İSİMLER SÖZLÜĞÜ

Çankaya

Ebedi bir güneşle burada doğdu Gazi,
Yaprak yığını gibi burada yandı mazi.

Burada erdi Musa,
Buradan uçtu İsa.
Bülbül burada varsa
Hürriyet için öter,
Şehit kanı buranın
Yapraklarında tüter.

Ne örümcek ne yosun,
Ne mucize ne füsun,
Kabe Arabın olsun,
Çankaya bize yeter!

Kemalettin Kamu, Milli Edebiyat'ın elenen ilk şairlerindendir. Edebiyat tarihi niteliğindeki kitaplarda ona hiç yer verilmemiş, kimi kitapta adından söz edilip şöyle geçilmiştir. Ama bütün antolojiler ona yer vermiştir. Elbette .Milli Edebiyat'ın öteki şairlerine de elenme sırası gelecektir; çünkü zamanın insafı yoktur. Obürlerinin elerımesi, gündemden düşmesi için henüz vakit var. Milli Edebiyatçılar, iyi şair oldukları, estetik haz verdikleri için değil de resmi ideolojinin ve resmi estetiğin kurulmasına katkıda bulundukları için, bugünü anlamak noktasında okunması gereken kişilerdir.

İktidar ister savaşarak ister miras olarak ele geçirilmiş olsun, o hükümranlığın sürmesi için yönetilenlerin gözünde onun meşru kılınması gerekir. Yönetilenlerin meşru görmediği bir iktidarın kalıcı olması söz konusu değiL. Bu nedenledir ki iktidarı ele geçiren güçler, hakimiyederini kalıcı kılmak için yönetilenleri etkilernenin, onları kendilerine yabancılaştırmanın ideolojik mücadelesine soyunurlar. Bu mücadelede radyo, televizyon, okullar yanında özellikle sanattan, teknolojinin iletişimi bu kadar geliştirmemiş olduğu dönemlerde daha çok şiirden yararlandılar. Bunun için de şairleri kazanmaya çalışırlar. Yusuf Has Hacib'in, şairlerin "dilinden kendini satın allı 1 derken işaret ettiği, bütün yönetenler tarafından dikkate alınmıştır. Muktedirlerin, kendilerini şairlerin dilinden satın almaları, ihsarılarla, iyi mevkilere getirmekle, mebus etmekle, kısacası refaha erdirip saygınlık bahşetmekle sağlanır. Böylece şiir aracılığıyla egemen ideoloji yeniden ürettirilir. Resmi ideolojiye karşı çıkanlar 'din, millet' kavramları kullanılarak kötülenir. Muktedirler göçüp gitseler de şairlerin övgüleri, yüceltmeleri uzun süre kalır. Muktedirlerin ideolojisi gönüllere ve beyinlere kazınır.

Muktedirlerin iktidarını tanımayanların, onaylamayanların başına binbir türlü gaile gelir. Mütenebbi'nin, Pir Sultan'ın, Nazım'ın başına gelenler gibi ...

--Bu metnin devamı yasakmeyve dergisinin 44. sayısında--

23 Haziran 2010 Çarşamba

Gülseli İnal'ın Kaleminden Nilgün Marmara(*)

Senkronize Bir Anı


1986'nın sonbaharı; Nilgün ve ben Boğaziçi Üniversitesi dış taşlığının 'Umutsuzlar' merdivenlerinde oturuyoruz. “Ama derslere pek girmeyen ve umutsuzlar merdiveninde oturmayı seçen bir tuhaf öğrenci; daha doğrusu benzersiz bir öğrenci" (Sivil Denemeler Kara, sayfa: 54) Nilgün'e “haydi" diyorum "Yaprak'a -kızkardeşim- çaya gidelim evi buraya çok yakın.” Konuşa konuşa üniversiteyi geride bırakıyoruz. Yaprak; bizi harika bir coşkuyla karşılıyor. Çaylar, sohbetler, duygu paylaşımları. Sonra evlere dönmek için bir taksiye atlıyoruz. Tam benim semtime geldiğimizde Nilgün bana dönüp; "biliyor musun” diyor, “ben şiir yazıyorum ve yazılmış çok şiirim var.”

Şaşkınlıktan donup kalıyorum.

"Bundan hiç söz etmedin."

"Hiç kimseye söz etmedim, yalnız sana öylüyorum."

"Ece ya da İlhan Berk de mi bilmiyor?"

"Hiçbiri. Ama şiirlerimi sana göstereceğim."

"Hemen. Peki neden göstermedin şiirlerini?"
"Hiç sormadılar ki. İşte öyle" diyor Nilgün,"önümüzdeki hafta buluşalım. Okumanı istiyorum.

Belki iki yüz elli sayfalık şiirim var."

Nilgün'le tanışalı neredeyse bir buçuk yıl olmuş, Ece ise onu tanıyalı dört yıl... Bir gariplik var. İkiyüzelli rakamı kafamı kurcalıyor. Hiçbir zaman, evet hiçbir zaman, onun evinde, orada burada, Pera'daki buluşmalarda şiir üzerine konuşmalar, özellikle Boğaz'daki Kaptan'da yemekli buluşmalarımızda, tüm gün konuştuğumuz şiir dolu saatlerde Nilgün'ün şiir yazdığına dair en ufak bir işaret yoktu ve hiç olmamıştı. Kaptan'daki yemekte, Ece'nin bana sorduğu soruya Nilgün'ün çok gülmesi; "0 şiirinde gözlerini balıkların yediği delikanlıyla gerçekten tanıştın mı?" Yine aynı gün şiirin yoğun konuşulduğu, Nilgün'ün şiir konusunda hiçbir konuşmaya katılmayıp sadece herkesi dinlediğini anımsıyorum. Birkaç gün sonra Nilgün'le yine Kızıltoprak'taki evinde buluşuyoruz; salonun ortasındaki cam masanın üzerinde sayısız şiir tomarı içinden, birini bana uzatıyor okumam için.

"Ece bunları görmedi mi?"
"0 ilgilenmez."

Ve oldukça tuhaf bir gerçeğin su yüzüne çıkışı...

"Tarihteki bir nesnel karşılığı şiirde bir nesnel karşılıkla anlatmaya çalışıyorum. Şiirdeki nesnel karşılık çok başka bir kavram, onu bulamayınca şiir şiir olmaz olamaz." "Tarihten geliyoruz, noktalı virgüllü insanlarız, noktalı virgül kendimizle buluşmaya gidiyoruz." (Başıbozuk Günceler, sayfa: 126). Bize sohbetlerimiz sırasında söylediklerine çok sonra kitaplarında rastlıyorum.

Ece Ayhan; yakın çevresinde olup biteni pek sezmeden karşısında marjinal, sıradışı kadının şair olabileceği ihtimali üzerinde durmadan sadece kendinden söz ediyor. Karşımızda bu kez; karşı taraftan beklediğini kendisi uygulamayan, "zihinle bakarak" görmeyen, görmek istemeyen, elinin tersiyle iten biri var; bir usta şair yine marjda, yine atak. Ne olursa olsun kendi isyan iktidarını yaşayan ve sivil iktidarlar kuran biri. 13 Ekim 1987'de, Nilgün'ün cenazesinde, doğru Nilgün'ün annesinin yanına gidip o yaslı kadına Nilgün'ün okul numarasını sorma ve ardından yanıt olarak verilen sayının aslında Nilgün'ün mezar numarasıyla aynı oluşu. 128 Nilgün. İnsanın insana fütursuzca sadistçe 'acıtmak, canını yakmak' eylemine karşı çıkan kara şair, bu kez sırılsıklam aşık olduğu Nilgün'ün canını yakıyor. Garip kısırdöngü, içinden çıkılamayan çark, insanın kendini algılayamaması. 'Zihinle bakmak'ın uğramadığı yer. Bir etikçiye dönüşen şairin garip paradoksu. Bir karşılaştırma yapıyorum ister istemez, Ezra Pound düşüyor aklıma; Anglo-sakson edebiyatına inanılmaz katkılarda bulunan marjinallerin marjinali bir şair. Karşımızda kara mı kara anarşist bir edebiyatçı var, Ece'nin çağdaşı Amerikalı asi adam Ezra Pound. Pound, sadece dehamsı şiirleriyle, başkaldırılarıyla değil, 20, yüzyılın çok önemli İngiliz, İrlandalı şairlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1913'te James Joyce'u ilk keşfeden Pound oldu. Joyce'un ilk gençlik şiirleriyle, dev eseri Ulyysess'in ilk yayımlanışı Pound'un çabaları sayesinde gerçekleşti. Pound; D.H. Lawrence, Wyndham Lewis ve T. S. Eliot içinde aynı şeyleri yaptı. Henry Miller'ın Dönenceler'ini, kimsenin ilgilenmediği bir dönemde sonuna kadar savunmuştu. Eliot'ın Çorak Ülke'si Pound'un sayesinde tanındı ve onun çabalarıyla edebiyat tarihine böyle dahiyane bir şiir armağan edildi ... Robert Frost, Hemingway, dönemin Anglo-sakson yazarlarının hepsi, Pound'tan coşkulu destekler aldılar.

Nilgün'ün ani ölümünden sonra, Ece Ayhan, günah çıkartır gibi Nilgün üzerine sayısız yazı kaleme aldı. Bir gönül borcu olabilir mi! Ya da yaşarken takındığı aldırmazlığın üstünü örtmek olabilir mi?! "Aldırma Nilgün Marmara" adlı ilk yazısında ise, şaşırtmacalı bir dille Gümüşlük'te Nilgün'ün şiirlerini bildiğini yazar ki, bu baştan aşağıya koskoca bir aldatmacadır. 128 Nilgün, artık toprak altındadır ve kimse onu yanıtlayamaz öyle değil mi? Nilgün'ün ölümünün birinci yıl anma toplantısında Ece Ayhan, herkesin içinde Nilgün için sadece bir anekdot anlatıp ortadan kayboluyor; Nilgün'ün bir gece Cemal Süreya ve Cihat Burak'ın başlarından aşağıya toz şeker dökmesinin çok ilginç olduğunu söyleyerek... Öncesi ve sonrasında ise dile gelen hepsi bu kadardır. .Nilgün'ün intiharından sonra, bir günahın tilmizi gibi sayısız yazı yazar, ama nafile, olan olmuştur... Belki derin bir pişmanlık, belki ona çarpıp geçen bir kuyrukluyıldızın şaşkınlığı. "Nilgün Marmara'nın başına da 1987'de bir SCORPİO olayı getirildi ama Nilgün Marmara bunu yazmaya 13 Ekim 1987'deki ölümü yüzünden vakit bulamadı.” (Sivil Denemeler Kara, sayfa; 39) diyecek denli her şeyi bilen! Acaba Scorpio kendisi olmasın, ya da ölüm meleği...

*Yasakmeyve Dergisinin 44. sayısında Gülseli İnal’ın Ece Ayhan ve Nilgün Marmara'dan söz ettiği bir yazısı var. Yazının Nilgün Marmara ile ilgili kısmını buraya aldık. Çünkü genç yaşta aramızdan ayrılan Nilgün Marmara üzerine yazılanlar çok az. Bu metnin burada yayınlanmasına yasakmeyve yöneticilerinin veya Gülseli hanımın bir itirazı varsa bizi bundan haberdar etmeleri yeterlidir. Yakın bir zamanda bu sayfada Nilgün Marmara arşivi oluşturmaya çalışacağız.

Yasakmeyve Dergisi 44. Sayı – Haydar Ergülen

Yasakmeyve'nin 44. sayısında Haydar Ergülen'in uzunca bir şiiri var. Hasbelkader Ada Mektubu adlı bu şiirin bir kısmını aşağıdadır. Bizim önerimiz Yasakmeyve dergisinin 44. sayısını edinip şiirini tümünü okumanız şeklindedir.

Hasbelkader Ada Mektubu

Ada ne demek bilirim
ada pul demek
iki ayrılık arasında
elinde eski bir put
belki de çocukluğundan kalma,
gelmeyen mektubu beklemek değil,
puluna mektup aramak demek

Ben o adada durdum
ben o adada kayboldum
pulum o adadan kalmadır
ve oradan kalmadır yokluğum
pul beklemek demek
sabır yerine de söylenir
insanın kendisiyle konuşmasında
ve kimsenin mektup ne
zarf ne pul ne
hiçbirini bilmemesi demek

Gençtim, ama bir pul kadar
küçük gelirdim kendime,
öyledir, biz de genç olduk biliriz
genç olmak gençliğini bilmemektir
ya çocuk bulur kendini hala
ya da erkenden yaşlanmış bir budala,
gençtim, kırıldım ama bir pul
yetmez anlatmaya bunu
kiminin kırgınlığından bir yaprak düşer
o yapraktan bir kanat takar kendine
kimi avazı çıkıncaya kadar susar
kimi elinde puluyla boşluğu yazar
herkes gençken boşluğa yazılır
ve boşluğu yazdığını sanır

---devamı dergide--

Haydar Ergülen

Yasakmeyve Dergisi 44. Sayı – Tahir Abacı

Yasakmeyve dergisinin 44. sayısında Tahir Abacının 3 şiiri bulunmaktadır. Bu şiirlerden en çok beğendiğimiz Asi Sufi'yi buraya aktardık.

Asi Sufi

Gün eğik
Güneş hülyalı
Bozkırın ruhu donmuş
Dönsem mi eyvan ateşlerine

Ensiz gövdesiz ses
Ufka koşan atların
O günler olduğunu fısıldadı

Düz gidip çileye yatmış dervişi bulsam
Sıcak ekmeği koysam önüne
Kırk zeytini bir kerede yesek

Fesat!

Şehla şeyh eğri baktı kırklar makamında
Kaş belertti kutb hazretleri
Kırk şeyhin kırkı da yanıldı
Nasipleri bol ise de ezberleri kıt
Ruhları tam ruh, yangelmiş ...

Kalbimle tutuşturdum sönmüş yanartaşı
İsyan ateşleriyle doldurdum bozkırı
Tek asi ilişmedi

Yol yok, izler şehre doğru ...

Tahir Abacı

22 Haziran 2010 Salı

Yasakmeyve Dergisinin 44. sayısı

Enver Ercan tarafından yayınlanan 2 aylık Yasakmeyve Şiir dergisinin Mayıs-Haziran 2010 sayısı(44) Metin Üstündağ yani Met Üst şöyleşisi ile başlıyor. Dergide ayrıca Metin Üstündağ’ın 3 şiiri var. İşte bu şiirlerden birisi:


Bir Şair Fazla Ürkek

Manayla bozmuş kafayı
bir şair fazla ürkek

ancak yazdığı şiirlerde jön olan
ve fakat gerçek hayatta ise
hep jönün arkadaşı

sesinde bir dost fonu
sever durur cüssesini

buharlı doğu
ya da şişede maket gemi
bir şair fazla ürkek
insan derecesinde acemi
kelimeleri tırnak içinde yer

kurduğu dizelere
yalnızlık kokusu sinmesin diye
zahir sakız çiğner

Enver Ercan'ın Metin Üstündağ ile yapmış olduğu söyleşi tahmin edeceğiniz üzere şairlerle yapılan klasik şöyleşilere benzemiyor. Örneğin Enver Ercan'ın ilk sorusu şöyle:

"Apartman Haikuları'nı okurken bizim apartmanın derleriyle uğraşıyordum. Bu kış çok yağmur çamur oldu ve bizim binanın dış duvarları dayanamadı, bütün duvarları kabarmış durumda. Tamir şart. Şart da apartman yarı tarihi olduğu için bir sürü bürokratik işlem gerekiyor ve biz işin içinden çıkamıyoruz. Sizin apartmanda durum nasıl?"

Bu soruya Metin Üstündağ'ın cevabı şöyle oluyor:,

"Apartman hayatı eskiden lüks ve özel bir seçenekken, zamanla bir kuşatılmışlık bir sıkışmışlık hali olmaya başladı. Beton kutular içinde selamsız sabahsız geçiyor günlerimiz. Yeşil, tahta ve organik hayatı özlüyoruz. Aprtman Haikuları bu hayat tarzına bir misilleme. Buradaki apartman imgesi zaman zaman memleket ve başka göndermelerde de bulunuyor. Bizim apartmanda işler yolunda gitse bile memlekette bütün işler karışık."

10 TL'ye satılan yasakmeyve dergisini belli başlı kitapçılarda bulabilirsiniz. Doğal olarak Türkiyede yayınlanan bütün dergi ve kitaplardan haberimiz olmuyor. Burada(eylül ayı ile birlikte yeni domian'de...) duyurmamızı istediğiniz dergi ve kitaplarınız varsa bize gönderebilirsiniz.

İşte adresimiz:
Memik Yanık
Cemalpaşa Mah. Rona Apt. No:15/11 Adana
Telefon: 322-459 71 80, 532-316 06 23

MEKÂN VE MÜHÜR(*)


Yerlerin, mekânların hayatımız üzerindeki etkileri yadsınamaz. Enine boyuna düşünülecek, düşünülmesi gereken bir konu bu. Dünden bugüne, her toplumun, her bireyin yaşamında, yerlerle, mekânlarla ilgili izler vardır. Geçmişinde, anılar haznesinde, yer, mekân, olay, zaman ağırlığı taşımayan var mı? Yer, mekân, zaman kavramları birleştirildiğinde, konu, katmerli bir sorun olup çıkar sanatın, sanatçının karşısına. İlkin, sanatların anası sayılan şiirde görülür söz konusu etkiler. Sanat üretiminin başat 'tema'larındandır, kişinin ömrünü işgal eden, metaforları anlamlandıran, zenginleştiren; haliyle sanat üretimini estetize eden, esinleyen duyu-düşün tetikleyenidir yer ve mekânlar. Öyle olunca sanat ortamları, mekânlar da sanatsal iletişim için vazgeçilmezdir. Elzemdir, alacağım, algılayacağım diyene.

Pek çok büyük kentte var olduğu bilinen her sanat kişisi (şair-yazar-ressam-müzisyen) için ortak adres denebilecek yer bulunmaktadır. Adana'da ise sanatçıların randevusuz karşılaşma, buluşma noktası denebilecek semt, sokak veya mekân yoktu düne kadar. Bugün, Adana'da bir ilk olma özelliği taşıyan “Taş Mekân” var. Herkesin bildiği, eşi, arkadaşı, sevgilisi ile buluşabileceği, sanat soluyabileceği yer. Şiir tüten bir ocak.

Atatürk Caddesinden kuzey kolda akıp giden sokaklardan, Reşatbey Mahallesinin 7. Sokağından içeriye, ileriye yüründüğünde, (Arı sinemasından kaç adımdır saymadım ama) üç-beş dakikada varılıyor “Taş Mekân”a. Dipte, sokağın sağındadır. Adana Eczacılar Odası’nın (inşaatı bitmek üzere olan) binasını geçince sağa ayrılan 8. sokağın doğu köşe başında... Kahverengi kilittaşlı kaldırım yolun sağında akasya ağaçları ve kuş sesleri altında geçiliyor varıncaya dek. Bahçesi ağaçlı. Muhafaza altına alınmış, duvarının üzeri çatı örtüsüne kadar şeffaf naylonla çevrili. Tam karşısında Kredi ve Yurtlar Kurumu Bölge Müdürlüğü binası bulunmaktadır. “Taş Mekân” adına uygun türde bir yapı; taş bina. Yaşı 53. Yontmataş örülü duvarları hem bezginliğe hem de zamana karşı güven ve cesaret atmosferi sunuyor, dikkatlice bakana. Binanın 8. sokak cephesinde, "Mühür Apt." yazan solmuş levha selamlıyor merakla başını kaldıran yolcuyu. Bu arada taş binanın olduğundan daha yaşlı göründüğünü vurgulamak yanlış olmaz. Zira saygınlığı, zamana meydan okumuşluğu simgeliyor, şiirselliğiyle, 'eski eser' havasıyla.

“Taş Mekân”ın ön bahçesinde bir zeytin ağacı, (Kasım Gülek’in bahçesinden getirilip dikilmiş zeytin), iki iri çam ağacı, iki palmiye ve 7. sokak cephesinin bitiminde, köşede, (“Taş Mekân Çıkmazı”, Galeri Gösteri ve Toplantı Salonu tarafında) tek portakal ağacı, konuklarla dostluk etmekte, mekânın bekçiliğini yapmaktadırlar. Gövdesiyle; gölgesi ve esintisiyle şiire çağrışım uyandırmaktadır. Mekânın bahçeye bakan yüzündeki balkon-teras sahne işlevi de görür. Olağan zamanlarda üç masa süslemekte orayı... Terastaki masalar özel konuklar içinmiş izlenimi verir ilk anda ama teras sevenleri ya da erken gelmişleri ağırlar daha çok. Bahçede küçük masalar ve tabureler doğu usulü samimi sohbet ve çay-kahve molasına, şiire, öyküye davet eder adeta.

Sanat söyleşilerinin, dedikodularının alışkanlıkla tiryakilik arası ‘meddi-cezir’ ortamı yaratır. Edebiyat; şiir, öykü, deneme ve güncel ayrıntılar kümelenmelerle tartışılıp yoğruluyor. Çünkü “Taş Mekân”a gelenler, (müdavimler mi denirdi?) Adana'nın birbirini bilen, bileyen benzeş simalardır. Kültür tartışmalarının odağı, sözlü sanat alışverişinin sevimli paylaşıma dönüştüğü yerdir “Taş Mekân”. İç odaları, şömine başı, yarenlikleri unutulmaz anılara gebedir her daim. Bahçede iki, içeride bir tane şömine alazı sözcükleri de ısıtır kuşkusuz. Kış günlerinin romantik köşeleridir, şömine başları. Binanın içi de dışı da sıcacık gülümsemesiyle karşılar, kucaklar konuklarını, Cezbe kavşağıdır “Taş Mekân”... Adana dışında, büyük kentlerdeki sanat edebiyat şövalyelerince de bilinmekte, konuşulmaktadır, düzenlen söyleşi ve imza günleri dolayısıyla. Sanatın inceliğini hayata zerk edip dolaşıma geçirmektedir. Zamanın akışını ve hayat üzerindeki şiddetini azaltmakta, tükenişe mim koyarken hüsran ve hezeyan koşullarında bile umut ve aşk tohumları ekmektedir. Zaman tükenir, insan tükenmez anlayışını belleklere, anılara nakşetmektedir “Taş Mekân”. Sohbetin koyulaştığı ve zamana sanatsal 'mühür' vurulduğu Adana mekânıdır, insanlara dair bütün hallerinin yaşandığı otantik yuva... Göz göze gelindiği, sevgi sözcüklerinin fısıltıyla uçuştuğu, sevinçlerin ve hüzünlerin felsefi derinliğe indirgenip anlam yüklendiği ya da öyle sanılan hoş zaman kesitleri yaşanır orada. Hangi yönden, hangi katmandan düşünülürse düşünülsün 'kutsal' addedilen güneşlenmeler, bulutlanmalar pasajlarıdır söz konusu yaşantılar. Her şeyden önemlisi şiirseldir çatısı altındaki an'lar... Gözlerden, kulaklardan, dudaklardan akan, zamanın anlam dağarına biriken sevgi atmosferi, beklentisiz, gizemli dokunuşlarla besler ruhları. Dokunuşsa hayatı paylaşma hazzının doruğuna tırmanıştır.

Sanatın büyüleyici yanını keşfetmiş insanlar, doğaya bakışını, birbirine bakışını sevgi potasında oluşturur, olgunlaştırır. Sürekli değişim güzergâhında zenginleşir ve dörtnala giden zamana direnme bilinciyle donanırlar. O bağlamda estetik ve pratik olanı tüm ince ayrıntılarıyla ve hızlı biçimde özümserler. Mekân-uzam algılaması, yaşama/varolma koşullarını da belirler hiç kuşkusuz. İnsanoğlu için mekânın önemi "dünyada mekân ahrette iman" özdeyişinden daha keskindir denebilir “Taş Mekân” varsa cümlenin içinde. Değeri, kişilerin ruh halinin kıvamıyla örtüşür. Demem o ki; bazı mekânlar, bazı insanlar için özeldir. Yaşam ayrıcalıklar taşır, renkler, hazlar sunar. Ruhu dinlendirir. Bir şeyler paylaşıldığı için iyi gelir. İyilikler, (bazen çok geç anlaşılsa da...) paylaşıldıkça çoğalır çünkü. Adana'nın “Taş Mekân”ı da öyle bir yer: Sanatın, sanatçının gençlik, enerji odağı, iletişim otağı olarak anlam çoğaltır.

Gençlik iksiri sayılabilecek paylaşma ortamıdır, sanatın esinlenme, esinleme ve algılama mekânları. Zamana karşı, bezginlik, mutsuzluk anlarına karşı silahtır olsa olsa... Tanımı yoktur ama insanı içeren yapıt zamanın dehşetine karşı tampon işlevi görür. Heyecanın ve umudun tüttüğü ocaktır, bireyin yalnızlığını, çoraklığını yeşerttiği noktalar. Birbirini arayan, merak eden ve sözleşmeden buluşabilenlerin adresidir “Taş Mekân”; unutulmaz, güzel, hoş mekândır, söz konusu nitelikleriyle. Buyurun, şiire bekliyor, akan zamana çiçek ekiyor sizler için.

Adana, Aralık 2002

*Bu metin yaklaşık 8 yıl önce zorunlu nedenlerden dolayı Bursa'yı terk edip Adana'ya yerleşmek durumunda kalan Hilmi Haşal tarafından kaleme alındı. Tabi o günden bu güne Taşmekan gelişti, büyüdü, sundukları hizmetler çeşitlendi. Yine de 8 yıl önce Bursalı bir şair'in gözünden Taşmekan'ı değerlendirmek çoklarınıza orijinal gelecektir.

18 Haziran 2010 Cuma

Hilmi Haşal : Şiir Yazamama Notları - Şiirin Kor Kıyısı - 6

51.
Sıcak bir iştir şiirle cebelleşmek.

İlk dize sıcağı sıcağına yazılmamışsa kayıt dışı kaldı demektir. Yüzde altmış unutulacağına inanılmalı, anında not alınamayan her sözcük, kurgu, olgu, imge, ayrıntı... Bellekte kalanla yetinirim dendiğindeyse şiir baştan zora girmiş sayılır. Biline, diye telkinde bulunuyorum kendime. Şiirin tavı sıcakken kavranamaz çünkü.

52.
Bazı geceler televizyon denen nesnenin düğmelerine dokunmamayı elzem bilmeli şiire gidecek kişi. Ben bu cümleye "birçok geceler" diye başlamalıydım.... Çünkü deneyimlerim, televizyonun şiir için, şiir zamanı için intihar aracı olduğunu öğretti bana. O nedenle televizyondan korkuyorum şiire durduğum daha doğrusu yüreğimin, beynimden şiire amade olduğu zamanlarda. Uğraşlarımın güme gideceğini çok iyi bildiğimden, korkuyorum ve sokulmuyorum güncel ayrıntılara, televizyon mekânlarına... Şiire düşman haller bana da düşman. Hem sonra, neden o görsellik kötülüğüne 'angaje' etsin ki güzelim zamanını, şiir yolu süren kişi.

53.
Televizyon, magazin, günübirlik haber, politik, ekonomik oyunların yapay dayatmaları, polemik balonları ve de bireysel popüler rollerin sahnelenişi ve daha neler, neler... şiirlerin baş düşmanıdırlar tümü.

Orada, o gezegende şiir adı anılmaz. Anılamaz. Anıldığında ise şiire kötülük gelecektir kesinkes. Ki bence anılmamalı. Anılmaması elzemdir şiir için. Televizyonun düğmesi şiiri pek çok şeyi katleder diyenler beri gelsin. Şiirin ilgi-sevgi yelpazesinde serinleyenler... elektronik, sanal görselliğin ağusunu ayırt etmeli.

Şiirin özel durumu görsel magazinsel şiddeti reddeder. Zamandaki, yaşamdaki yeri tektir. İçine başka şey; bölüm, parça, kısım, küme, seksiyon; ne denirse densin kabul etmez. Şiir özerktir, özgürdür. Yaşama, doğaya katılışıyla... Sözcüğün tam anlamayla özgür. Yoksa özgün olamaz, kalamaz.

54.
Şair kendinden birçok şey koyar şiirine. Hatta kendini koyar. Okur ise kendinden bir şeyler arar şiirde. Bulduğuyla da yetinir. Sonra unutur gider belki. Ama o bulduğu an, yani okurken tattığı o sanatsal an duygusunu, düşüncesini karşılayan, okşayan 'kendilik' önemlidir. Şairle okur arasındaki benzerlik tam da o anda, o tuhaf örtüşmededir.

Sonuçta şair kendini koyar, yazdığı yayımladığı metinde. Farklı anlatı/söyleme yolları arar o amaçla.

Sonuçta, okur, yani şiir okuru, kendinden izdüşümler yakalarsa, ısınır, yüreğini ısıtır söz konusu metinde. Onlarca metin okumayı sürdürür o amaçla.

55.
Şiir yapaylığı, maskeyi, maskeliliği sindirmez bünyesinde. Sindiremez. Salt saflık-doğallık: üç dakika önce doğmuş (erken doğmuş) bir bebek için kuvöz neyse, şiir için içtenlik , doğallık ve saflık odur. Yalın olan yalan olamaz dememişler mi?

Ötesi yok bu işin. Onunla geçilen zaman tekliği (mutlak yalnızlığı yani) gerektirir. Yüzde yüz yoğunlaşma için, yani doğum için, 'şimdi' içinde tek kalmayı ister şiir. Yoksa alınır, incinir, küser, kirlenir... ve intikam alır. İçeriğiyle, biçimiyle zorlaşır, başkalaşıverir. Şiir olmaktan çıkar. Düşüktür... Bir cenin midir salt? O bile değildir artık.

56.
Şiirin mayası mi ?

Şiirin mayası arının çiçekten havalandıktan sonra, havada çizdiği dalgalı izdir. An üzerindeki iz ... Arının taşıdığı nektar, o dünyanın en güzel yükü. İşte şiirin mayası...

57.
"Şiir kuma kaldırmaz" mi demişti birisi. Kim olduğunu anımsayamıyorum şimdi. Düşünüp not almayı zorunlu kılan bir tümce bu. Ne yazık ki yapmamışım o işi. Bilenler anlatsın, şairin-yazarın kimliğini. Anlatsa keşke !

58.
Şiir, şiire adanmış ömrün tek sevgisidir. Tek bereketi. Biriciğidir. Ölümüne tutkudur son uçta... Sonsuzluk yemininin tek maddesidir. Şiir yaşamsal engebeleri aşmayı zorunlu kılar. Derinlik yapısının özündedir. Donuk, arzunun salgılayıcısı bir tarifsiz vitamin, büyülü bir güçtür şiir. Kendi kendine uygulanan doping...

59.
İmge dişidir.

Şiirin içindeki tek güzel dişi.

Doğurgan, teni ve tini büyüleyen tütsü...

Sözcüklerin en cilvelisi: imge.

60.
Varolmak öğrenmeyi sürdürmektir. Ben buna, "sevmeyi dünyanın kesintisiz akarsuyu kılmaktır' ı da eklemek isterim. Öğrenmenin içinde, öğrenmeye değer; dirim için gerekli güzelduyu ayrılıklarını kavramaya değer, ilk koşul varolmak ve sevgide yoğrulmaktır çünkü.

Birbirini bütünleyen iki kavram ki, (öğrenmek ve yaşamak) insanı ayakta tutar.

"Bunun şiirle ilgisi ne" mi diyeceksiniz. Gökyüzü altında yanıt aranan her anda ve her yerde şiirin gözü, kulağı vardır diye düşünerek sürdürüyorum arayışımı. Şiirin, imge sızıntısını bir yerde var olduğunu bilmenin merakı, düşünmeyi/duyumsamayı kamçılıyor. "Şiiri arıyorum, öyleyse varım" mı desem acaba?

61.
Yerçekimsiz ortama düşüyorum sanki. Çevrenim yok. Ufuksuz kalıyorum. Uzay sonsuz bir anlamsızlık soyutluğuna bürünüyor. Durmuş, durulmuş tinsel-tensel yapı kendi amaçsızlığını özümsemiş, o kıvamda bir uyku halidir. Gıdasına aşırı miktarda haşhaş katilmiş keşiş gibi, yalpalıyorum kendi eksenimde.

Korkunç bir durum: şiirin acısını, akışını duymuyorsa, yaşamıyordur insan. Kendimde deniyorum, öğreniyorum bunu bir kez daha. Kim bilir kaçıncaya... Öğrenmek ilk ve son ibadettir, düşüncesiyle.

Şair, buluşu olan ilacı ilk kendinde deneyen otacıdır. Şiir için gönüllü kobaylığı benimsemiştir daha yolun başında.

62.
Şiirsizlik dünyanın en büyük cezasıymış meğer... Güncel sayılan her şeyi kendime dert edinsem de şiire ait hiçbir belirti yok. Dünyayı düzeltecek misyonu yüklenmişim gibi sıkılıyorum. Sarsılıyorum. İçimdeki yer değiştirmeleri çevresel sorunları ve oyunları ıskalama pahasına kaydetme olanağı arıyorum. Olmuyor.

Kendimi suçluyorum.

Şiirsizlikle cezalandırıyorum kendimi.

Kim anlayacak şimdi bu hali?

63.
Kentler, kasabalar, köyler, obalar: tüm insan korunaklarını, barındıran cehennemi yadsımaya yönelik. Öyle biçimlendiriyor kendini. Düşten uzak, arşın arşın uzak gerçek mahzenine benziyor. Dönüşüyor . Bu mahşer ortamlarında kendini ıslah etme, düzeltme uğruna ne yapıyor insanoğlu? "Yer"i, yani bulunduğu alanı güzelleştirmek, anlamlandırmak için ne yapıyor? Şiir için ne yapıyor?

64.
Yerleşimlerin en küçükten en büyüğe doğru geliştiğini yadsımadan, tepedeki yerleşime, kente ait olmak, ona bakmak gerekir son noktada. Şiir oradadır, içine bakınca, içinden bakınca. Bireyin farklılaştığını, güzelden, şiirden uzaklaştığını görmenin sancısını duyuyorum kendi payıma. Şiir sorumluluğu, kent üyesi olma sorumluluğu, üretme gücünü törpülemiyor belki, dahası kışkırtıyor da sayılır. Yazma, yayımlama arzusunu, o tuhaf hevesi güçlendiriyor. Bunun farkına varmak, yani şiire akan ilişkiler yaratmak adına atılmış adımlarda tökezlemeler oldukça kendimi suçluyorum daha çok. En büyük yerleşim, kent şiire kapamışsa gecelerini ve gündüzlerini, şiiri kovmuşsa içinden, insanlara acıyor, kendimi suçluyorum. Bütün şiir ışıkçılarını da biraz....

Şiirsiz bireyler ortasında yaşamanın sıkıntısını, ürküntüsünü anlatmak derdine düşüyorum salt, kentin şiirsizlik halleri nedeniyle. İnsan yazmadığı / yazamadığı şiirden de sorumlu değil mi? Okuyamadığı, okutamadığı kentten sorumlu olduğu kadar.

Şiir kenti bağışlamaz, ama yine de kentin keşmekeşinde, bereketli kaosta, zengin çöplüğünde yuvalanıp yaşama karışıyor şiir. Şiir kentte.

65.
Şiir, gece ve gündüz parlayan bir yıldız değil mi? Görene, görebilene. İnsanoğlu yazan da olsa, okuyan da olsa, o şiir yıldızının etkisindedir. Yaşama ve zamana meydan okuma eylemidir şiirin dinamosu. Zaman yok edendir çünkü, şiirse var eden. Ölümü yadsıyan bir ışıltıdır şiir. Mutsuzluk bozkırında şırıl şırıl taşan kuyu. Hiçliğe, anlamsızlığa direnen suyun içinde yansıyan tayf cennetidir. İmgenin büyülü sonsuzluğu.

66.
Şiirin sunduğu kutsanmış (yüceltilmiş) duygularsa, kutsayan (yücelten) kişi de şairdir mi diyeceğiz?

Yalvaç (peygamber) ve önbilici (kâhin) sayıldığına göre, mitolojik kaynaklarda... Çok abartılı kaçmaz umarım bu niteleme. Eskilere giden saptamaların yolu şiir ve şair için sonsuz sözler öğretiyor insana. .. Duygu cambazı, bilgi cambazı, göz boyamacı, aşağılık sahtekâr, şeytan, vb. tanımlara 'maruz' kalmıştır şiir. Şiirse onun savunma silahıdır hep. Tek silahı. Metafor gezegeni mi? O da cephaneliğidir.

67.
Söz zincirini ören, inci kolyeye, soyut kolyeye dönüştüren, dönüştürmeyi deneyen kişi mi şair? Bunu ne oranda başardığı şairler loncasındaki yerini belirler kuşkusuz. Zaman tortusu ürünlerin, kolyenin sunulması, yani arzı ayrı bir konu, belki de ayrı bir sorun. Olay, demek daha doğru. Öylesi aşkınlığa geçmiş, diliyle kalemini trajedisini özdeş kılmış "kişi"dir şair. Çabası, yaşamsal acıları ve tatları içerir dense çokça abartılmış olmaz umarım şair tanımı. Söz vardı, var, var olacak hayatta. İmgede, gizemde vücut bulur şiir, gider gelir kulaktan, gözden, beyinden ve yürekten öteye. Şiir sözün cennete ulaştığı yerdir; uzamda, an'da konuşlanmadır çünkü....

68.
Kendi şiiri üzerinde hummalı çalışmaları sürerken, başka şairlerin; değişik biçemde ve kıvamda meyve sunanların son yazdıklarını okumakta yarar mı var, zarar mi?

Etkilenmeyi ya da uyarımın (konsantrasyonun) bozulacağı kaygısını düşünerek sormuyorum bu soruyu. Önce kendime, evet kendime... Öylesine soruyorum : başka şiir gıda mıdır şairin külliyat sofrasına?

Sordum, öyleyse önce kendim yanıtlamalıyım :

Yarar var. Çalışmayı ve ürünün bitimini, bitmiş halini etkileyeceğinden değil. Zaman açısından da değil, salt kendinden çıkıp şöyle tenha bir avluda dolaşmış olmak için, değişik şairlerin son cümlelerini (kimilerince cürümlerini) okumakta yarar var bence.

Geç gelen şiir daha sıcak, daha olgun şiirdir diye düşünerek söylüyorum bunları. Hummalı didişmeye kısa bir ara verdiğimde, yeniden döneceğimi, nereye döneceğimi biliyorum çünkü. Çünkü her şiir, şairine aittir doğumu aşamasında. Her şiir kendince özel atmosfere ve ruh atlasına bağlıdır gelişinde.

69.
Ya bir yerde okudum, ya da düşündüm ve bir yerde söyledim. Kayıt düştüm : Şöyle; şiir sözcüklerin suyun üstünde, yani tümcede batmadan durmasıdır. Öyleyse, şair için sözcükleri suda yürüten sihirbaz diyebiliriz. . Sözcükler, öylesine göze, kulağa ve beyne hoş gelir olmuşsa imgedir. Ritim, melodi ve çağrışım deryasında seken haz taşıdır mı demeli?

Evet, düşünüp söylediğim, ya da bir yerde okuduğum bir görüş bu. Tam kestiremiyorum. Eh öyleyse şiir ve bellek üzerine beyin yormak gerekebilir ciddi ciddi... Pek öyle can sıkıcı bir saptama değil herhalde : Açıldıkça zenginleşecek gibi..

70.
Uçurumun en ucu, şiirin getirdiği yer. Eğer şiir için bir yer aranacaksa orasıdır: Uçurumun ucu. Şairin dili getirdiği, getirmeye yeltendiği düşün öncesi. Düşer mi ? Düşmez mi? Düşene şiirin yeri uçurumun dibi olur artık. O karanlık dipte bir ışık belirir, ışık şiirin kök tuttuğu, filiz sürdüğünün kanıtıdır.

Uçurumun en dibi, şiirin soluduğu yerdir. Uçurumun içindeki fosfor olamaz mı; yaşayan, ışıyan? Neden olmasın?

71.
Şiir ki sözcükle yazılır, yaşamla ödenir ve (aşkın) aşırı miktarda alkolle... Çilesi ölümle dinen süreçtir. Yani, şiirin bedeli çekmektir. Çekmektir öyle ya da böyle...

Yaratım öncesi sıkıntıda üç kadeh... (Defalarca üç kadeh günahtan sayılmaz.) İlk yazılış sonrasında üç kadeh... İlk dinlendirme seansında, kendine ödül niyetine üç kadeh... Sonrası mı? Damıtmanın zamana nanik yaptığı dolambaçlı yokuş.. Eksiklerin tamamlanması, fazlalıkların atılması... Yani işçilik. Eh, orada da üç kadeh çekilir, ve üç kadeh daha, gerekirse. (Ki çoğu kez gerekir.)

Şiir sözcükle ve çileyle, alkolle yazılır; kimi hallerde.

72.
Yaşam şiir içiçeliği mi?

O kötürüm halidir insanın. Tıpkı aşk gibi: beyin ve beden devre dışı kalıverir. El ayak tutmaz... Göz görmez, kulak işitmez, dil konuşmaz... Tümü yürek denen yanardağ ateşinin yani 'lav' püskürten zirve duygunun işgali altındadır. Oysa, yamaçlarda dil etkendir, bellibelirsiz. Sözcükler yanardağın püskürmesiyle saçılıp seçilen, sonra da yiten kıvılcımdır...

İmgeye dönüşen ve ateşböceği olan ışık... Şiir artık karanlığı güzelleştiren ateşböceğidir. Yaz ortalarının ateşböceği şölenini canlandırın gözlerinizin önünde. İnanılmazdır... Şiirdir işte o an. Heyecanlıdır. Gecelerin büyüsü yaz ortalarında mı devreye girip etkinleşiyor yoksa, diye sordurur insana? Daha neler neler sordurduğu gibi.

73.
Yalnızlığın tanrı sayıldığı evren; şiirin tek tanrılı evreni. Şairin de.

74.
Şiddetin hiçbir türüyle bağdaşmaz şiir. Ekolojik şiddet yaşamı kuşattığında yalnızca şiire zerk edemez 'habis' özelliklerini. Çünkü şiir şiddeti bağışlamaz. Şair de şiddetin kurbanı olur olursa, kölesi veya celladı, asla. Şiir giyotinde sınanır. Şair de...

Zaman giyotindir.

75.
Şiir dişidir... Ve bakiredir sonsuz. Aksi bilinmiyor. Şiirin Meryem soylu olmadığını kim söyleyebilir?

76.
Gerçek şiir değildir.

Gerçeğe uzaklaşan metaforların varlılığınca şiirdir söz... Çünkü gerçek gaddarlığı, katliamı içerir çoğunlukla. Bambaşka amaçlara güdülüdür gerçek. Gerçeğin amaçları şiirin evrenine sığmaz.

Demiştik, zaman giyotindir, şiirin soluk alıp verdiği coğrafyada.

77.
Gerçek ve şiir yan yana anıldığında anlaşılır ki ikisi aynı potaya sığmaz kesinlikle. Gerçek imge barındırmaz bünyesinde, barındırsa gerçekliği kalmaz. Üzerinde imge durmaz... İmge gerçeği taşımaz, gerçeklikse imge elbisesi giydirilmeye kalkışıldığı anda yamalı bir tedirginliği sunar okura. Gerçeğin yüzü hep günceldir çünkü.; statiktir, çıkarcıdır...

Şiirse çıkar gütmemekle - yaratmamakla büyüktür. Öyle kutsar yürekleri. İmge hiçbir çıkara hizmet etmez. İmge karadır, "şiirimiz karadır abiler"...

78.
Şiir ayrıntılarda can bulur. Umulmadık anda, umulmadık yerde, umulmadık koşulda gösterir kendini. İlk gelişte yazıldı yazıldı... Yazılmadıysa, ya unutulur ya da bir başka metin olur, olursa. Genleri belirsiz canlı gibi.

79.
Nüvelerin hayata yürüdüğü dehlizlerde mi şiir. Söz?

80.
Şair nesnesizliği tanrı bellemeli. Çırılçıplak zamanda, boş olmayan anlamların çetelesi bir tümceye sıkıştırılmalı : Sıkıntı, yaratmanın olmazsa olmaz ateştopudur.

Yalın bir varoluşu hedefler şiir. Biraz saçmalığa, biraz düzyazıya, anlatıya akraba durmasında ne sakınca var? Bütüne bakıldığında şiir olsun yeter.

81.
Şiir zamanın ve acının durmazlığını müjdeler. Kaynağı yaşam gibi görünse de şiirin esas pınarı ölüm olgusuna varır, damarı orada... Sezdirdiği geniş duyu ve düşün platformu başka türlü nasıl kalır ayakta? Umut atomu, imgelerin çekirdeğinde, çünkü zamanın dağarcığı bilincin dirim kıblesidir. Bilinçse, şiirin en delidolu halinde tanrısallığını korur. Korumalı. Şiir sözcüklerin tanrıya yakınlığıyla bilindiği büyülü hal değil mi zaten?

82.
Şiirde anlatı yemekteki çeşni gibidir mi demiştik?

İnce, tadılmış ayarı korundu mu tamam... Şiirin tuzu biberi olmalı anlatı, olur kimi zaman. İşlevli olmalı şiirde tutuğu pay. Geri tepmemeli. Okuru rahatsız edecek düzeyde bulunmamalı asla. Yazana cesaret vermeli, okuyanaysa kolaylık... Düşünceyi besler, iskeleti güçlendirir, ama şiiri istenen/beklenen şiir olmaktan çıkarabilir de. Tehlikesi içinde bir dinamit deposunu canlandırıyorum gözümde... Şiir bir öyküye dokunmaz mı önünde sonunda?

Her canlının vazgeçilmez bir öyküsü vardır çünkü. Kaçınılmazdır bu.

83.
Şiir bir gerilimdir, desem... Diyene katıldığımı beyan etsem. Şöyle bir eklemeyle : Şiir ölümcül bir gerilimdir.

84.
Şiir cinayeti önlemektir. Ağaçların ağlaştığı doğada ormanı kutsamak... Gerçek kötüyken, katilken doğaya, insana karşı, düşü kalkan kılmaktır şiir.

85.
Şiir bal şerbetidir. Göğün eflatun musluğundan dökülür. Biz yağmur yağdı sanırız.

Sanmak ne lezzetli, ne şehvetli bir duyu! Şiiri bile baştan çıkarır... Çıkarırmış. Çıkarmıştır.

86.
Son zaman kavşağı : geçmiş-şimdi-gelecek kesişir odağında... Sözün tılsımı şiir odur işte. Zaman yönlendiren, yaşamı tıkanmalardan koruyan düzenleyici meyve / ürün.

Tanrısal ürün.

Geçmiş kırmızıysa, gelecek yeşilse, şimdi'ye sarı mı kalıyor? Kalsın! Yakışır! Şiire bütün renkler, istisnasız bütün renkler yaraşır. En yakın, en yapışkan -akışkan olanı sarıdır diyeceklere itirazım olmaz. Sarı ateşi ve güneşi de imleyen değil mi?

87.
Kavşaktaki kaza!

Kavşaktaki ölümlü kaza! İmgenin zaman rahmine düştüğü an : Şiir... Herkesin bir (kesinlikle bir) kavşağı vardır. Yaşamının belirsiz anı. Şiirin doğum sancıları başlamıştır ya... Anlayan anlar.

Her kavşak kazasından binlerce ölü ve bir (kesinlikle bir) doğum (şiir) kalır.

Hilmi Haşal : Şiir Yazamama Notları - Şiirin Kor Kıyısı - 5

41.
Şiir sözcükleri en göz alıcı biçimde giyinmeli.

Çünkü şiir şıklığı, yumuşaklığı sunmalıdır.

En saf doğa ve yaşam koşullarında bile. Tartışmasız, şiirin dili, sertliği de, çirkinliği de dizginleyip, sakin uslu yürüyebilen dildir.

Şiir imgeyi giyinmeli, ama imge çıplaktır. Yani şiir şeffaftır sonuçta. Sözcükler 'transparan' halde çıkar beyaz sayfalara. Sonuçta, çelişkinin gayri meşru çocuğudur şiir...

42.
Şiir, uyarıcı, uyandırıcı söz kıvamıyla nükseder okuyucunun algı dünyasına. Yaşama, iletiye; düşünüş ve duyuş hallerine katkısı ordadır. O özelliğinde; şık biçem, yumuşak içerik , doğal, zorlamasız ritim... (kolaycılık olsa da), algılanabilir bir atmosferi önüne sermiştir okurun. Şiirin kavramları en gerçekçi biçimde yontmalıdır. Şiir şıklığı, yumuşaklığı sunmalıdır, demiştik bir kez...

43.
Dize sorunu yeterince tartışılmamış olsa da hep gündemde. Son günlerde okuduğum bazı görüşler eleştiriler beni haklı çıkarıyor. Şiir konuşulduğunda iki sav, terazinin iki ucunu gösteren düşünce çıkıyor ortaya. Dize ve ritim ve uyak ve ses şiiri şiir yapan öğelerdir diyen sava karşılık; şiir hiçbir kalıba sığmaz, ölçüleri dinlemez boyutlandırılamaz, kendi doğasınca çıkmalı okurun önüne diyen ikinci sav. Bir metin (anlatı) içerisinde imgesel, sessel, ritimsel özellikler barındırıyorsa o şiirdir. O metin şiirdir yargısı ağır basıyor gibi şimdilik.

Ben de kalıpçılıktan dizecilikten yana değilim. Şiirim değil. Arada sırada uyak-ölçü, aruz kuşanır şiirler çıksa da, pek çok yazanda olduğu gibi.

44.
Yazdıklarım hele hele yayımladıklarım benim değildir. Arada sırada uyaklı şiirlerim çıksa da... Altındaki imza benzerimindir ki o bana yabancıdır artık. Çünkü şair beni atmıştır içinden. Özeğini okuyacaklar için boşaltmıştır yayımlanmakla.

Nasıl ki ben onu yazarken, (üretirken, işlerken) hep içindeki beni boşaltmışsam, şiir de yayımlanana dek barındırır içindeki ben' i. 'Orada sen yüksündür artık' demektedir metin. Akıllı, seçme, anlamlı anlamsız hiç de önemli değil algılayana göre. Ben onu unutmuşumdur.

45.
Bir hastalıktır. Tıpkı aşk gibi. Nedeni bilinmez, bilinemez. Hiçbir tıp uzmanınca tanı konamaz.

Müzmin hastalıktır.

Şiir konuşulacaksa sonsuz bir hastalığın konuşulacağı bilinsin. Bence yerkürenin tüm çıkmaz sokakları konuşulacaktır. Bunu benimsemeyenin şiir dışında diyecek sözü de yoktur pek. Evet yoktur.

46.
Şiir kime ait ?

Gökyüzüne, bulutlara, yıldızlara ve aya aittir.

Samanyolu en lirik dizelerin tozunu (yoksa imgesini mi) ışıldatıyor. Venüs'ün göz kırpan ve derinden gülümseyen hali kadar romantik görünüm var mı ?

47.
Şiir kime ait?

Yeryüzündeki gelincik tarlalarına, yaban güllerine, böğürtlenlere ve şebboy kümelerine, zakkum pembelerine ve daha nice yol kenarı çiçeklenmelerine... Ne bana ne de sana aittir şiir. Bütün yüreklenin içine düşmüş gökkuşağıdır. Önce göğe sonra yere aittir. Ne güzel bir şiir adaletidir; suskun yıldızlarla suskun yakamozlar arasında gerçekleşen. Değil mi?

48.

Bir çalkantılı 'içevren', mucizevi doğa sarsıntısı.

Etkisini dipten yüzeye doğru, görünmeyenden görünene doğru duyuran sarsıntı. Adına şiir sözcüğü yakıştırılan olgu, 'Hüzün ve heves' Özlem ve Özgürlük... Yenildiğimiz tutku.

49.
Can yanmasından söze girmek nedir ?

Düşündüm de 'şiir can yanmasıdır' diyen bu yanıtta karar kıldım. Öyle ya, bir imge için ne can yanmaları yaşanır... Ne ölü zamanlara gömüt olur insanın yüreği. Bir tek imge uğruna ya da imge çarpıcılığındaki o korkunç tatlı kıvamda sözcük-sözcükler dizgesi uğruna, ne karanlıklar, ne uçurumlar, ve ateşler göze alınır.

Bunları yazdıktan, bildikten sonra gönül rahatlığıyla şiir can yanmasının ürünüdür diyebilir herkes. Canı yanan ve sözü oraya demirleyen, zamanın cenazesine katılmış herkes: ölmüş zamanın ardında kalan cenaze kortejidir ' şiiri temsil eden. Kortej beni ilgilendiriyor...

50.
Yitmiş zamanın ardından...

Halen yitmekte olan zamanın ardından...

Şu anın ardından...

Tinsel ve tensel felaketi tanımlamak ne denli zorsa, şiir adına verilen-çekilen iç savaşları tanımlamak da o denli zordur. İnsanın iç deltasına dökülen kan ve ter karışımı akan harı tanımlamak olanaksızdır. Akış hızını, şiddetini ve debisini saptama, tanımlama cesareti ancak şiirde vardır. Şiir bir tür olanaksızlığa yanıt aramak değil mi ? Zira , yaşanan iç depremdir söz konusu insan hali...

Ömrümün tükenmiş kısmına ait genel anlamlar / anlamsızlıklar toplamı bir hiçtir... Bedeli ödenerek yazılmış imgeler, (eğretilemeler) kalıcılığı aramaya yarayan heceler, çok alın teri, çok sarsıntı, çok uykusuzluk, yenilmişlik..... ve de çok sarhoşluklarla ödenerek yazılmış şiir sorularıdır.

Bir tek imge için ne derin yaralar açılır, kabuk tutar sonra, yine açılır bu saf yazı ülkesinde. Som sözden işlenmiş söze, üretme istasyonları tarifesi...

Hilmi Haşal : Şiir Yazamama Notları - Şiirin Kor Kıyısı - 4

31.
Çok düşündüm. Zaman çıplaktır! Zaman boştur. Hele şiirsiz zaman. Peki ne olacak öyleyse?..

Zamanı şiir giydirecek diyorum ben. Boşluğu imgeler süsleyecek. Yaşanan her an, şiirin ayak sesiyle kendine gelecek. Saçmalığa bir çentik vurulması olacak şiir.

Çünkü zaman çıplaktır ve oradan ötesi hiçbir canlıyı bağlamaz. Giyotine boyun uzatmış bir haklılıktır şiir... Giyotin düşmeye cesaret bulamaz hiç... Şiir giyotine 'nanik' yapan bir edebi türdür de ondan. Şiirini önünde tüm nesneler kördür ve güçsüzdür çünkü.

Şiir nesnelerin ve nesnelliğin tanrısı değil mi? Bu konuya dönüleceğini, sık sık dönüleceğini seziyorum.

32.
Şiirin oluşumunda üzüncün (bazen de buruk sevincin) etki oranı nedir? Sorun şiir yazıldıktan sonrasını kapsamıyor elbette. Şiirin yaratım süreci, yani kağıda kaleme bulanmadan önceki aşamasıyla ilgili yanıtlanmalı soru. Öyle ya, herkes kendince duygu, düşünce ayrıntıları, yoksunluk ve zenginlikleri keşfedebilir yayımlanmış üründe. Okura verdiği hüzün, veya haz, erinç veya düşün dozajı şiirin başarı grafiğini göstermez kesinlikle. Çünkü şiiri okuyacak kişinin metni algılama frekansı (hadi donanımı demeyeyim) önemli bir öğe. Şiirin oluşumunda olgunlaşma, zamanında üzüncün etkisi (katkısı demeye kimin dili varır?) yüzde doksan dokuz, sevincin payı ise yüzde birdir ... Sevinç, şiirin doğumundan, dahası yayımlanışından sonra tadımlık bir anıdır ancak. Şiir sevincinden ölmüş var mi ki ?

33.
Hiç rakı kadehine göz yaşı damlattınız mı?

Şiir odur işte, yeri geldiğinde.

34.
Ne güzel kitaplar, ne güzel şiirler gelip yerleşiyor yaşamıma. Zamanımı durduruyor sanki şiirler...

Gerçekten de, şiir zamanı durdurabilir mi diye düşünüyorum bazen. Durup dururken şiirin gücünü sınamak değil derdim, ama şiirle doldurulmuş saatler gün olsa geçmemiş gibime geliyor. Bu belki benim kuruntum... Paylaşmakta sakınca görmüyorum; Öylesi durmuş zamanlar ardından, kayda geçmiş, hafıza göğümde yuvalanmış birçok imge kıvılcımları, şiir ucu yakamozları ve rengârenk uçurtma kümecikleri biriktiğini de itiraf edeyim hadi.

35.
İlk ve son dizenin arasında kalan kısım anonimmiş gibime geliyor. Bir şiirin en zor yeri ilk ve son dizeleridir. Ortası, yani gövdesi, kendi kendine değil ama sıkı işçilikle biçimlenebiliyor. Kolay mı? Hayır hiç de kolay değil, ancak ilk dizedeki deprem sıkıntısı, son dizedeki enkaz kaldırma bitkinliği vermiyor gövde.

Başlangıç: yüreğimdeki oyukta kalıyorum, herkes yüreğinde bir oyukla mı yaşar, kanın biriktiği, acının pıhtılaştığı bir oyukla... Günlerce ağır bir yük gibi taşınmış bu başlangıç nasıl akacak, acıdan ve meraktan çatlayasi gelmez mi insanın?

Yalın bir dize aslında. Keşke biraz daha düzyazıya akraba olsaydı da ortalara bir yere oturtulabilseydi; yani kolaj ile yapıya yamanabilseydi. Tabi bu bir iç sorun... Uğraşırken umut çekirdeğini tutan giz, yeni zamanda (kalan dağarcığında) varsıllaşacak. Bilinç atlası imgelerle donanmış olacak sonuçta. Neden olmasın? O atlas ki dilin büyüsünü çözmekle, şiirin kozmik sınırsızlığını anımsatır üretene.

İlk ve son dize kaygısının ettirdiği laflara bakın hele...

36.
Şiirle uğraşmak, tüm benliğinle sözcüklere kul köle olmaktır. Bu bir bakıma, 'çiçeklerin uykuda da açtığını bilmektir', demiş miydim? O büyülü açışı dinlemek...

Şiir, uykuda bile açan çiçeklerin tomurcuktan goncaya geçişini sezip okurcasına yoğunlaşmayı gerektirir. Öyleyse, şiir öncelikle sezgidir denebilir mi?. Çiçeklerin doğumunu okumayı öğrenecek denli 'kendinde uçmaktır'... Yoksa şiir ayrıcılık olmaz, olamaz yazan kişi için.

Şiir uğraşı gizli bir amber yolunu keşfetmekle amaca yönlendirir adananı. Her adanmışın, yani her şairin öyle bir yol tutturduğunu düşünürüm nedense. Acaba abartıyor muyum? Acaba abartıyor muyum Hem sonra; yazma yönteminin gücü daha çok abartıda değil miydi?

Öyleydi! Yine de öyle.

37.
"Bugün hayat için ne yaptın?" diye düşündüğüm gecelerden birinde şu notu yazmışım : Şiiri düşündüm. Düşünmekten de öte; beynimin dörtte üçü şiirin işgali altında fokurdarken, bedenim ısırgan otlarıyla dağlandı.


İşim geregi, makilik bir yerdeydim gündüz; otlar, dikenler, ısırganlar bürümüş araziyi dolaşirken, kırların acı veren, yani tırmalayan, kanatan, dağlayan gücünü (güzelliğini de tabi) şiirle özdeşleşmiş buldum . Doğadaki şiir gerçekte oydu; taze görünüşü, kokusu, albenili dokusu ve sesiyle bakir bir kırsallık...

Şiir benimleydi.

Böğürtlene bulanmıştım... (Ahududunun yabanisi, Rodoplarda "karamuk" denirdi. Çocukluğumdan anımsıyorum; daha çok yol kenarlarında, tarlaların sınır boylarında yetişen arsız ağaç.) Dikenler içindeki meyvesi, olgunlaşınca mordan siyaha çalan renkte, mayhoş tadı olan bir yabani yemiş. Güzelliğini, güneşin yakıcı ışınları altında içselleştiriyordu, yarın öbür gün filizlenebilecek birkaç dize için belki dikenlerine bile bile katlandım.

Şiirin nabzını her yerde duymak, ılık bir esimi dinler gibi dinlemek olası, o anı yaşayacağım diyene...

38.
Şiir yaşamımızdaki anların en küçügüdür. Yani an'dan da küçük birim. Öyle ya şiir anlıktır demiştim. Şiir an işidir mi deseydim yoksa . Zira an şiir için büyük bir süredir bazı durumlarda. Örneğin, günbatımında güneşin geçkin bir portakal rengini almiş haliyle batıda, dağın üzerinden arkaya yavaş yavaş yuvarlandığını, düşüp yittiği an... Dağın at sırtına benzeyen yerine bakarken kendini unutuverir insan.

İşte o unutuş anı şiirliktir kanımca ve an' dan küçük bir birimdir. Çünkü bilinçle, bakarak, bekleyerek dolu dolu duyumsayarak aşılan anların sonrasına denk düşen imge salisesidir o: portakalın düşüşü ve artık görünümde olmayış hali, yani boşluk.... Eskilerin ifadesiyle; "Ömür bir lahzadır..."

Şunu demek mi kalıyor şimdi bana, şiir boşluk anından önceki andan küçük an' dır. Şiir için en sıcak 'dumanı üstünde' bir ekmeğe yakın olmak kadar yakın mesafeden, buğunun, kokunun tadını ayrıştırıp yazıya dökmekle tamamlanabilir, yaşanan şey, her neyse işte...

Düşünüyorum, tüm bu (okuyan için) belki saçma sapan gelecek ayrıntıları... Düşünüyorum ve çarptığım buzdağları, yani çelişki kütlelerinin ne bereketli öğrenme-üretme pınarı (adresi) olduğunu keşfediyorum. Çelişkiyi baş tacı sayıyorum şiir için, öyle öyle barışıyorum bereketiyle, içime dert salsa da bazen.

39.
Şiir sorunlarını kendim için düşünüyorum, kabul. Ama okuru, ve üzerine yansıyacak şiir serpintisinin etkisini de düşünüyorum.

Örneğin, ilk dize çok önemli demişim. Yazan herkes için bu böyle. Kendi payıma, sonrasını daha çok iç kanama şiddetinde görmüşüm, ki sonraki dizeyi çağırandır ilk dize diye not almışım. İlk dizeyi, hatta sonrasında gelen her yeni dizeyi kendi yazmış gibi kolayca benimsemeli. Yani, daha ilk dizeden itibaren şiirde kendini değilse de yabancısı olmadığı öğeleri bulmalı okur.

Yazan mı ?

Yazan için, şiir bitip de yayımlandıysa, üzerinde, okumadan, yani kullanımdan doğacak hakkı kalmamıştır. Burada 'hak değirmende aranır' sözünü, anımsamakta yarar var. Çünkü şair için un elenmiş elek asılmış, buğdayın ömrü bitmiştir artık. Hammaddenin, yani buğdayın öğütülme süreci, şiirin oluşum sürecine benzetilebilir: Pişirimlik un, okunmalık şiirdir... Dileyene ekmek, dileyene börek, dileyene baklava, pasta...

Demiştim ya abartmanın (ve saçmalamanın kimine göre) endazesi yok. Buyurun işte: düşünce düşüncedir.

40.
Bu hengâmede... Şiir bir bilinmezliktir.

Bir dedim özellikle! Bir' ci yanımı inkâr etmiyorum. Bir' in kutsallığına az kafa yormamış insanlık. Yadsımıyorum... Bir ben' dir. Ben, sonsuz bilinmezliğin peşindeki zerre.