7 Temmuz 2010 Çarşamba

Hüseyin Ferhad’la Söyleşi : Kılıç İpekte Sınanır, Şaman Ateşte..(*)



 “Ateist değilim, pagan dinlere, özellikle şamanizm"e yakın görüyorum kendimi. Çünkü şiir şamanizmin Ş harfiyle başlar. Bence günümüz şiirinin tek işlevi, şiiri bizzat yaşayan o "barbar"ların düşlem dünyasını zamanımıza, aşk ve adalet tutkularını ileriye, yarınlara taşımaktır. Ne zaman elime kalemimi alsam harf cinlerinin bu mealdeki fısıltılarını duyuyorum,” diyen birisiyle konuşmak, yüzleşmek zor olsa gerek. Zor olacağı kadar da ilginç. Öyle ya, yeni kitabı Kılıç İpekte Sınanır dolayısıyla yazdığım deneme-inceleme metninde, şiirimizin Marko Polo'su olarak tanımlamıştım kendisini. Yazı henüz yayımlanmadı; bu söyleşiye başlarken Hüseyin Ferhad'ın da haberi yoktu çalışmamdan, iki aydan beri şiirleri üzerinde yolculuk ettiğimden...

Söyleşimiz ikili 'monolog' ile, bir tür 'kolaj' yöntemine sürüklenebilirdi. Zira söyleşi yapmaya adapte olamayacağını baştan ifade etmişt, fakat benim ısrarımla kabullenmişti. Soruları, sorunları; sözlü, yazılı, ses kayıtlı, nasıl istersen yanıtla dedim. Öylelikle şiirin, şiirinin art alanlarına, diplere ve yüzey ufuklarına tur düzenler gibi sohbet edeceğimizi tasarlıyordum. Aşağı yukarı tasarladığım gibi de oldu; homojen bir metinleme, kâh konuşmayla, kâh yazılı yanıt paragrafları isteyerek, kışkırtarak ilerletip oluşturdum yazı’yı.

Şiiri ve şiire yaklaşımı hakkında düşüncelerimi bildiği ve daha önceleri de bazı konuları, kavramları konuşup tartıştığımız için, biraz girift, kaotik soru metinleri verdim önce. O da benim gibi zaman yoksulu sayıldığından, uğraşamaz, yanıtlamaktan cayar diye tedirginlik duymadım değil. Ama ikna oldu, iyi ki de oldu, çünkü bu uzunca, tarih, coğrafya, şiir, toplum ve birey, modernizm ve mistisizm çeşnili tuhaf metin çıktı ortaya. Okunması, yazılmasından daha kolay olmaz sanmam ya, umarım beni mahcup eder okuyanlar.


Hüseyin Ferhad, konuşurken gizemli, ağdalı tümceler kurmaya özen gösteren bir dil seyyahı. Tam anlamıyla bir şaman bezemesi, nakışlaması var, kullandığı sözcüklerde. Kendine "ortak"lar, uzun yolculuklarında arkadaşlık edecek "dost"lar arayan bir "laf cambazı". Salt söyleşiye ivme kazandırayım diye, durduğu yeri, dokunduğu kitapları, Yunus Emre'den diline pelesenk ettiği "içimdeki Ben"i, yani şair benliğini ele versin diye ‘tuzak’ sorulara sapıyorum. Mistik metaforları çevresinde dolanıp duruyoruz; cinler, periler, hüzün ve esin melekleri... Elbette şairliğin aşk halini eşelemeye çalışıyorum. Cin Hüseyin'i (bir şiir kahramanı mı, yoksa kendisi mi?), onu soruyorum ısrarla.

Bilinenleri yineliyoruz yer yer. Gerçekten, nedir cin? Hüseyin Ferhad ile örtüşen yönleri var mı, "hayal ülkesinde" şiir kahramanının. Tüm bu sorulara yanıt arayıp paylaşmak 'meraklısı için not' niyetine çözümlemeye çalışmaktı, söyleşinin amacı. Çünkü bilen biliyor ki Hüseyin Ferhad'ın şiiri tüm Orta Asya'yı, Yakın Doğu'yu, Orta Doğu'yu ve Ön Asya'yı kapsayan tarih, coğrafya, botanik veya antik kavramlar/değerler atlasını andırır neredeyse. Pek çok ülke, dağ, tepe, ırmak, bozkır-step, okur bilincinde at koşturacak kadar yoğunluktadır. Hüseyin Ferhad Türkmen kökenli bir Çukurovalı. Bence bir göçebe sayılır. Abdulkadir Budak' ın tanımlamasıyla, "kendi köklerini, atalarını arayan Türk şiirinin bir Kunta Kinte’ si ”. Yayımlanmış beş şiir kitabı var, bir de toplu basım... Deniz Çobanları (1982), Ve Yürüdük Gecenin Ateşleri İçinden (1984, Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü), Söyle Gölgen de Gitsin (1993; 1994 Yunus Nadi Şiir Ödülü), Hayal Ülkesinin Keşfi (1995), Hazer İçin Birkaç Sarı Gül (2000, Toplu Şiirler Kılıç İpekte Sınanır’la birlikte). Bir deneme, Aşka ve Barbarlara Dair (1995), bir de anlatı kitabı; Cennet Diye Bir Yer (1997). Bence, önemli bir birikim dağı bu, ki temeli üzerine kurulacak söyleşinin iskeleti kolayca çatılamaz herhalde. Ama denemeye değecektir kesinlikle, diyor ve deniyorum.


Dönüp bakınca, zaman 'semere'leri hakkında diyeceklerin? Ya da bugüne dek oluşmuş, duygu ve düşünce tortusu için kendine sordukların, sor abileceklerin nelerdir? Yazdıkların bağlamında; in’ler, cin’ler, peri’ler tam tekmil. Harflerin üzerinde kol gezip pelerin savuruyorlar da, yani “hayal ülkende”... Nedir cin? Hüseyin’le ve Ferhad’la ilgisi ne derece içsel?

Sokrates, cin’i bir tür esin perisi olarak tanımlamıştır. Kendine hakikati esenleyen “daimon”. Doğaötesi bir varlık, bir ruh. Arapça’daki ‘cinn’ sözcüğü de aynı anlamdadır. Delilik anlamındaki ‘cinne’ ve deli anlamındaki “mecnun” sözcükleri de aynı sözcükten türemedirler. Cini maddi dünya ile tinsel dünya arasında bir varlık olarak kabul eden Zerdüşt ve Hinduizm, bu görece yaratıklara iyi ve kötü sıfatlarını da yükler : ahura, iyi cinlerdir, shura veya asura, kötü cinler. Sokrates’te tikel bir varlık olan cin, doğuya, Asya’ya gittikçe çoğullaşır, handiyse bir ‘taife’, bir kavim olur. Şamanizm tam burada devreye girer, cini panteonuna katar. Cini meleklere, hatta İblisle bir gören Hıristiyan, Yahudi ve İslâm inanışlarından farklı olarak, onu öbür dünyanın değil, tinsel evrenin habercisi saymakla yetinir. Tinsel evren dediğimiz de, belki söylemek bile fazla, şiirin, sanatsal kozmogoninin bizatihi kendisidir. Yani şair cindir, Sokrates’ in “içindeki ben”dir, şair Hüseyin Ferhad’dır.

Söz'ün 'İpek Yolu' güzergâhında yürünmüş yaklaşık çeyrek yüzyıllık ömür parçası var ardında. Yanılmıyorsam en az o kadar... Yani ömrünün yarısından çoğu. Şiirin ve şairin hayattaki durumu ile bağlantılı olarak Hüseyin Ferhad neler söyleyecektir yolculukları, şiirleri, düşsel, düşlemsel serüvenleri için? Elbette yazılmışlara koşut, ama metinlere henüz girmemiş ayrıntılar dahilinde; yaratma/üretme süreciyle ilgili örneğin? Sözcüklerin sihri, yaratmanın kaçınılmaz yalnızlığı, gerçek ve ‘mitsel’, ‘dinsel’ gezginlik...

Kendini bu sürecin neresine konuşlandırıyorsun. Belki söylemek bile fazla : modern bir şiir katmanından söz ediyorum.

Türk şiiri Cumhuhriyet’le birlikte girdiği cendereden kurtuldu, ‘ithal’ zincirlerini kırdı. Başkasının rüyasına yattığını anladı. Geriye, uzak geçmişine döndü. Epik dönemine, İslâmiyet öncesine, Dede Korkut çağına. Günümüz genç Türk şiirini Ahmet Haşim veya Yahya Kemal’le başlayan, Nâzım Hikmet’le, Fazıl Hüsnü’yle, Garip hareketiyle, İkinci Yeni’yle, Behçet Necatigil’le ivme kazanan modern şiirin mirasçısı saymak, tarihsel boşlukları Necip Fazıl’la, Ahmet Hamdi’yle, Attilâ İlhan’la, veya şiirleri dillere pelesenk olmuş diğer şairlerle doldurarak bir modern antologya sunmak safdillilik olur. Faydası da yoktur. Çünkü böylesi bir şiirsel süreç yoktur. Örneğin bu perspektiften bakıldıkta, bir İlhan Berk, bir Hilmi Yavuz, bir Enis Batur, hiç değilse Doğu-Batı Dîvanı, bir Murathan Mungan’ın Osmanlıya Dair Hikayât’ı, Lâle Müldür’ün Divanû Lugat-it Türk’ü, bir Ferruh Tunç, bir Nazmi Ağıl, dışarı taşar. Kaldı ki Hilmi Yavuz’la İlhan Berk kendilerinin bile mirasçısı değillerdir. Denilebilir ki, bu anlamda, Türk şiiri modernizmin sorunlarını kendiliğinden, küçük sarsıntılarla aşmayı başarmıştır.


Tam da Türkiye’nin Avrupa Topluluğuna katılma gayretleri her koldan tartışılırken, eşikleri zorlanan Avrupa edebiyatı, özelde şiiri ile karşılaştırma bakımından, doğudan taşıdığımız kökler, su, vitamin, değer veya başarı bulabilecek mi sence...

Aslında, Türk şiiri, Batı şiirinden daha büyük olanaklara, deneyime sahiptir. Paris Komünü’nden, Tanzimat’tan bu yana Baudelaire’in, Rimbaud’nun, Sâdi’nin, Hâfız’ın, Yunus Emre’nin, Şeyh Galib’in, pagan Arap şairlerinin eserleri hep üst üste rahlesinde olmuştur. Belki de bu yüzden modernizmin sancılarını çekmediği halde, şiirin geleceğinin geçmişinde gizlendiği gerçeğini fark etmiştir. Bugün yazılan şiirdeki ‘yaban’ tasvirler, yazı öncesi toplumlara has izlekler, ‘grotesk’ kompozisyonlar, dünden yarına sıçrayan Türk şiirini muştuluyor bana. Doğrusu ya, böylesi bir noktada bulunmaktan pek memnunum. Üstelik, benim maskım asık yüzlü sosyalistlerle yürürken bile elimdeydi. Onlar bıyık altından bana gülüyorlardı, biliyordum, fakat onların beni incitmemeye gösterdikleri o “devrimci” özenleri yok mu, paha biçmek mümkün değildir. Hâlâ sosyalistsem belki de bu yüzdendir. Ahmet Erhan, Akif Kurtuluş tanığımdır, bir de Salih Bolat... Doğrusu ya, modern Türk şiirinin öncü veya kurucularının kimler olduğu beni pek ilgilendirmiyor. Önemli olan geldiğimiz yer. Amerika’yı tekrar keşfetmenin zafer çığlıkları hep yanıltıyor bizi. Dikkatle bak, uzaktan, işaret parmağının arkasından bak; Özdemir İnce’ nin bir Abdülhak Hamid’ den, Hilmi Yavuz’ un bir Kemalettin Kamu’ dan, Bir Ziya Osman Saba’dan pek bir farkı yoktur. Oysa yeni şiirin Cemal Süreya gibi “fütursuz”, Ülkü Tamer gibi “sessiz akan nehir” lereihtiyacı var.

Avrupa’da ve ülkemizde de dönem dönem ciddi biçimde tartışıldığını bildiğimiz türler arası ilişki, ya da benim ‘melez metin’ diye tanımladığım ‘içiçe’ ürün, kolaj ürün; şiir-deneme-öykü hakkında düşündüklerin ne yönde? Düzyazı şiirler var kitaplarında, denemelerinde/ anlatılarında öyküler var... Örneğin şiir ve resim, şiir ve şarkı, şiir ve müzik, şiir ve fotoğraf, şiir ve öykü etkilenmeleri yabana atılamaz herhalde. Şiirinin tarih haricinde etkilendiğin/esinlendiğin kardeş sanat türleri? Kimi şiirlerin şarkı formunda. Okurken tanıdık notalar çınlıyor kulağında insanın...

Kimi şarkıları hep aklımda tutarım. Şiirlerim onların tınılarına sahip olsunlar, insan imgeleminde onlar gibi çağrışımlar uyandırsınlar, izler bıraksınlar isterim. Örneğin Nevres Paşa' nın bir şehnaz divanı birçok şiirime "fon" olmuştur : “Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş”, kimbilir, belki de o şiirlerime “sebep”, “esin kaynağı” olmuştur. Benim şiirlerimin, özellikle 1984’lerde başlayan ve 1993’de kitaplaşan, Söyle Gölgen de Gitsin ve sonraki şiir serüvenim bu şarkıda gizlidir, bu şarkının çağrışım alanında. Ukalâlık olacak ama olsun, Klasik Türk müziğine “din dışı sözlü formlar”, özellikle divan, tümüyle pagan motiflerle bezelidir : Geçmişi, uzak geçmişi çağrıştırır. İşte benim şiirim oradan, o flu gözeden başlar. Yaban atların, geyiklerin serbestçe dolaştığı, yılanların, çakalların kaynaştığı, kurt ulumalarına leopar hırıltılarının karıştığı coğrafyadan.

Hayat tarihsiz düşünülemez, hiç kuşkusuz. Ama insanlık yaşanmış olanla günümüze yansıtılan arasında seçeneksiz gibi. O zaman destanlar ve masallar, yani kurgu geliyor imdada, değil mi? Bir tarihçi gibisin. Peki kalbin kimden yana : Tarih’i yapanlardan mı, yazanlardan mı?

Tarihi yapanlar diye birtakım özel isimler sıralanır, “kahraman”lar sayılıp dökülür, tarihi yazanlar diye de “tarihçi”ler gösterilir. Yanlıştır. Tarihi yapanlar da, yazanlardır, kişisel hayat pratiği, Yazı’ya dökme başarısı gösterenlerdir. Tanıklarla “mübaşir”leri birbirine karıştırmamak gerekir. Tuhaftır, bizde arşiv memurları, gardiyanlar, giderek “şair”lerin yerini alır oldu.


Kılıç İpekte Sınanır’daki efsane ile kurguyu bu bağlamda algılamak ne denli doğru? Okur için zamansız bir şiir önerilemeyeceğine göre... ‘Mitologya’ uçsuz bucaksız, hayat sınırlıyken... Çok istememe karşın, senin tarih kaynaklarına ulaşabilmiş değilim. Karanlıkta, satır aralarında dolaşıyorsun adeta. Sahi, nedir Tarih?

Tarih, dündür, dünkü hayattır, düne, geçmişe ait bilgidir, insanın dünkü macerasının bilinen kısmı, konuşlandırılmış hali, bir tür bilimsel hikâyesidir. Tarihsel bilgi yoruma muhtaç, ham, şaibeli bir gerçeklik içerir. Bilimsel bilgiden çok epos’a , sanatsal, dinsel bilgiye yakındır. Tarihçi denilen zat, düz ve mecaz anlamda nihayet bir insandır. Taraftır, bir aileye, bir sınıfa, bir halka mensuptur. Yazdığı metnin bir sanat ürününden farkı yoktur. Sadece sanatçı, örneğin bir şair gerçekçi olduğunu ileri sürebilir iken, tarihçi gerçeği anlattığını iddia etmek, okuru da buna inandırmak zorundadır. Şahsen ben tarihçilerden çok şairlere, yazarlara inanmayı yeğlemişimdir hep. Örneğin Herodotos’un her kelimesini şüpheyle okumuşumdur, ama Homeros’un yazdıklarını vecdle. Oysa biri gerçekliği anlattığını öne sürüyor, diğeri rüyasına yattıklarını; ne tuhaf...


Şair - Şiir - gerçeklik üçgenini de yüzeyinde tutar hayat platosu. Ona göre yorumlanacak doğa ve zaman, ve insan... Şair ve şaman hep yüksek rakımlı yerlerin gezgini mi? Somut ve soyut anlamda? Mistik bir şairsin, o kesin; biliyorum. Cennet Diye Bir Yer’de şiirinin art alanını, “kahraman”larının biyografisini yazdın. Sufisin sanırım, ama bir pagan sufi...


Sofizm, veya sufizm, veya bizdeki adıyla tasavvuf, katıksız bir dinsel yaşamı öngörür. Tanrı’ya, mutlak bilgiye ulaşmayı amaçlayan göz kamaştırıcı bir düşünce sistemidir. Düşünürlerinin hemen hepsi Türk kökenlidir. Bencileyin yaşam felsefesinin kaynaklarını Doğu’ da arayan birinin etkilenmemesi mümkünsüzdür. Ancak beni etkileyen ilk dönemi değil, Hallac-ı Mansur’un katlinden sonraki ‘menasik’ adı verilen dönemdir, bilginin “sır”laştığı, sayılara, işaretlere, harflere indirgendiği dönem. Yine de kendimi bir sufî, bir zahid sayamam, çünkü İslâm mistisizmi bana hep ters, haddinden fazla girift gelmiştir. Bu yüzden şiirlerimdeki göndermeler pek yüzeyseldir, düşüncenin mutfağıyla değil teşrifatıyla ilintilidir. Doğrusu ya, tasavvuf, Türk düşünce hayatında sadece ama sadece bir duraktır. Kültür, felsefe kaynaklarımızı bence daha farklı odaklarda aramalıyız. Daha bir uzaklarda. Unutmamak gerekir : Şamanizm, pagan bir dinsel inançtan çok step ideolojisidir; laik, cins ve cinsiyet ayrımını reddeden bir ideoloji.


Demin teğet geçtik gerçeklik olgusunu... Gerçeklik tek başına insansal bir sorun iken, daha çok şairler dert edinmiş sanki; "Gerçeklik benim suçum değil/Onu ben yapmadım./Ben yaratmadım taşı ne de gülü/Doğumumu ben istemedim/Dostlarım olmadı benim/Aşk bir işkenceydi bana/Yaşlanıyorum/Yaşam umudunu kesti benden./Yalnızlığım, onurum" diyen Pedro Shimose gibi, tepki dizeleri söyleseler de bazen. (E dergisinin Eylül 2000 sayısında Adnan Özer' in çevirdiği şiirinden okuduğumuz...) Kaygı ortak mı sence? Yaşam tükeniyor ve gerçeklikler, gizli güç, gizli suç gibi kuşatıyor zamanımızı. Şair için söz tek savunma aracı mı? Hayat, zaman, mekân işgal altındayken? Şiir ve gerçeklik ilişkisi nedir sence? Step, tundra; bu sözcükleri ısrarla, inatla kullanıyorsun. Hem ‘step’ Rusça kökenli, Rus steplerini anlatır coğrafya kitapları. Oysa ‘bozkır’ sözcüğü daha çağrışımsal değil mi?


Bazı kelimeler dilin “şifre”sidirler, o ‘olmazsa olmaz’ıdırlar. Yanlış kullanıldıklarında da tüm metni, şiiri yoğaltırlar. “Bozkır” böylesi kelimelerden biri, belki de en spesifik özellikler taşıyanıdır. Eski metinlerde hangi anlamlarda kullanılıyordu, kullanılmış mıdır, yoksa türetme bir kelime midir bilmiyorum, ancak “step duyarlığı” diyebileceğimiz eski Türk edebiyatı ürünlerinde soluklanan ‘ruh’ bu kelimenin hışmına uğramıştır. Türkçe Sözlük’te ‘bozkır’ maddesi şöyledir : “Otsu bitkilerden ya da bodur ağaçlardan meydana gelen kurakçıl oluşum. Otu bol olan Rus bozkırlarına step, Arjantin’dekilere de pampa denir.” Hayır, bu tanım yanlış değil, eksiktir. Birincisi Rus bozkırlarına “tundra” denir, step çölsü Orta Asya bozkırlarına denir. ’Step’, tundra, pampa gibi bitki örtüsüyle kaplı coğrafi bölgeler, bozkır diye tabir edilebilir, fakat kırlar, kırsal olanlar bu tanımın dışında kalırlar. Daha açık söyleyeyim : Türkiye’ de bozkır yoktur, Şamanizm’leözdeşleşen bozkır kültürünü, Anadolu kırsalına indirgediğimizde kastettiğim o ruh, o yaban, o “barbar” ruh kaybolur. Nitekim kaybolmuştur da. Örneğin Hilmi Yavuz Bedrettin Üzerine Şiirler’de yakaladığı step hüznünü Güneydoğu Anadolu’ya indirgediğinde, tuhaf ‘tip’ ler çıkmıştır. Açıp okuyun, üst üste koyun, İbrahim Talu’yla Şeyh Bedrettin bir yumurta ikizi gibidirler, Varidat’la Men û Zin aynı kalemden çıkmışlar gibi. Oysa Kürtler, özellikle Güneydoğu Arapları “evcil”dirler. Kürtler ‘dağlı’ olmasına karşın Babil’in yerleşik kültürü dahilindedirler, bu da onların en büyük açmazıdır zaten. Özetlemek gerekirse, Şamanizm olsun, ‘step kültürü’ olsun sadece Orta Asya’ya aittir, otantik haliyle Anadolu’ya göçememiştir.


Atalarımızı, hatta Osmanlı’nın ilk yıllarını doğru kavramak, o dönemin ruhunu modern zamanlara taşımak istiyorsak, bu çok özel duyarlığı dumura uğratmamamız gerekir. Çünkü farklılıklarımız, en az benzerliklerimiz kadar önemlidir, belki de daha önemli.


Kılıç İpekte Sınanır toplu şiirler kitabı... Ne var ki içinde daha önce yayımlanmamış Hazer İçin Birkaç Sarı Gül de yer almış. İlk kez basılan, ayrı bir kitabın, ‘toplu şiirler’de sunulması diyorum, söz konusu kitaba haksızlık edilmiş duygusu uyandırmaz mı okurda? Burda, şairin gerekçesi nedir, doğrusu merak ediyor insan?

Kılıç İpekte Sınanır tek bir şiir. Bir fısıltılar kitabı. Bir tür dîvan. Postmodern bir günce. Yirmi günde, bilemedin yirmi ayda yazılacak türden yüz küsur “drama”. Yirmi yılda yazdım, ki bu benim tembel olduğumu gösterir. Aslında her şiir, her şiir kitabı, birer seyir defteridir, veya seyir defterinin bazı sayfaları. Bu açıdan bakıldıkta Kılıç İpekte Sınanır’a da Hüseyin Ferhad’ın düşsel hayatı denebilir. Hüseyin Ferhad dediğin de kimdir? Bu sorunun yanıtını Yunus Emre yüzyıllar önce yanıtlamıştır : ”bir ben vardır benden içeri.” Yani Hüseyin Ferhad bir vesiledir, alelade biri, odur, ötekidir, sen veya ben. Tek fark onun ‘şaman’ olmasıdır, çocukların tanrısı Umay’a aşık bir cin, bir haberci, bir felâket tellâlı olmasıdır. Felâket kelimesinin altını çizmek gerekir, çünkü İpek Yolu ve civarında yaşayan halklar, özellikle Türkler, hiç hak etmedikleri acılar çekmişlerdir. Gök Tanrı’nın alâmetleri, ışığı, ufku gösteriyor. Gelecek barışa gebe, lakin içinde bulunduğumuz zaman aralığı tek kelimeyle vahim...


Evet, Hazer İçin Birkaç Sarı Gül, toplu şiirlerin arasında kayboldu. Varsın kaybolsun. Yaygın kanı vardır, ‘her şair bir şiiri sürer’ diye. Asl’olan da bu. Kaldı ki, Ve Yürüdük Gecenin Ateşleri İçinden, Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’nü aldığı halde, on yıl ne sözlüklerde anılmıştır ne ansiklopedilerde. Açın bakın :Behçet Necatigil’in Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü’nü, Şükran Kurdakul’un Şairler ve Yazarlar Sözlüğü’nü. Kimseyi suçlamak istemiyorum, hayır, demek ki ‘sudan’ bir kitaptı...


Biliyoruz ki yaşam yoluyla sanat yolu, Doğu'dan gelen zenginlikte örtüşmüştür Türkler için. Hüseyin Ferhad, günümüz şiirinde, coğrafyayı ve tarihi söylemine ısrarla zerk edegelen, farklı birisi... Sürdüğü izler silik, yani mat, yolu flu, dili girift... İmge yoğunluğu baş özellik şiirinin yapısında. İçeriği oluşturan ve söyleme lirik akışkanlık kazandıran öğelerden ilk akla gelen, step, at, kurt, otağ, kımız, kılıç... Asya, Altaylar’ın ötesi, Türkistan, Özbekistan, Türkmenistan, Kazakistan gibi uçsuz topraklarda yeşermiş Kök Türk tarihine dek yaslanan mesel, şiirinin arteli neredeyse. Asya’ya kulak ‘dayamış’ birisi...


Aklım iki satır öncede kaldı. Gelenek’te, sofistike Türk şiirinin süreciyle ilgili sözlerinde. Türk şiirini, hatta Doğu şiirini iyi etüt ettiğin biliniyor. Fakat bu tartışmaları hep dışarıdan izliyorsun; niye? Oysa “içerde” birisin, hatların, yazıtların, dîvanlar ve nefesler arasında...


Geleneksel kültür, veya sofistike kültür, hep şiir özelinde tartışılagelmiştir. Nedeni malûm. Şiir kolay ulaşılan bir fenomendir, öyle sanılır, öyle sanılmıştır. İkincisi, ve daha önemlisi, gelenek sorununa kafa yoranların hemen hepsinin şiir yazıyor oluşudur. Üçüncüsü, “bilme”nin ölçüsü yoktur, örneğin üç beş türkü, bir iki gazel okumakla, kişi kendisini tüm Türk şiiri adına konuşmak, fikir yürütmek için yeterli görmektedir. Bu yüzden bu bağlamdaki tartışmalar, veya sözde araştırma yazıları, yayımlandıklarının ertesinde unutulmuşlardır. Yine de gelinen yer, elli yıl önce düşünülen mesafeden daha ilerdedir. Şöyle ilerdedir : günümüz şiiri gelenek sorununa sil baştan dönmüş, genç şair Türk şiirini en başından tekrar etüt etmeye soyunmuştur. Doğrusu ya, ben bunlardan birisiyim. Ancak haksızlık etmemek gerek : bu meyanda oldukça değerli yazılar, kitaplar da yayımlanmıştır, ki sözünü ettiğim radikal dönüşte bunlar kelimenin tam anlamıyla “rehber”dirler, yol gösterici olmaktadırlar. Ne yalan söyleyeyim, beni ilgilendiren, gelenek konusunda bir hesaplaşmaya götüren de böylesi ürünler, öngörüler olmuştur. Hem de tam tersini düşündüğüm halde. Örneğin, baskın bir grup, gelenek sorununa “içten” değil, “dıştan” bakmak gerektiğini ileri sürmüştü. İçten bakıldıkta, çağdaş bir bileşime varılamayacağı, eski, örneğin Divan şiiri geleneğinin, aruz ve imge türetme tekniklerinin içeriği de eskiteceğini savunmuştu. Kimlerdi hatırlamıyorum, bu sav ilk elde bana da doğru gelmişti. Oysa şiiri kadükleştirmekten başka bir şeye yarar mı “dışarıdan bakmak”; yaramaz. Yoo, sanılanın aksine, dıştan bakılarak yapılacak, örneğin “ Dîvan şiiri geleneğinden yararlanmak”, türünden çalışmalar, direkt taklide götürür, bileşime değil. Çünkü şiir hayattır, unutmayalım, düştür, tarihtir, geçmişte saklı gelecektir, insanoğlunun macerasının yarınıdır.

Gerçi, yer yer günümüz endüstri kaosunun getirdikleriyle de girift halde bütünleştiriliyor izlek; örneğin, "Ah Barbar Kalbim, V" okunduğunda, tarih ve destan ile bu çağ arasında yaratılmış sentez okuru sarsacak etkide. Anladığım yanlış mı? Modernliğin trajedisi sanki şiir kişisinin ağzından vurgulanan; "Gorilleri bilirim. Uysaldırlar. İnsanoğlunun yanında Omo ile yıkanmış gibi masum kalırlar. Darwin evrim konusunda ne kadar haklı ise, ben de o kadar eminim" dizeleri? (Asya kökenli otantik ve mistik yanıyla) az evvel anılan öğeler... Modernliğin gölgesine, o vahşi gerçekliğin içine sızıyor yer yer şiirinin izleği. Saptamamda bir abartma yoksa, eksik var mı? Bu bağlamda da yöneltilmiş/yöneltilebilecek eleştiriler bulunur sanıyorum, ne dersin? Birçok kişinin sana sormak isteyip de soramadığı soruyu ben sorayım : Kimsin sen, bir Türk beyi, noyan mı; Türk “ırk”ının bir kalemşörü mü?..


Şiir bir keşif değildir; yazılı her şiir, yazılacak başka bir şiiri önceller, onun nedenselliği, amiyane tabirle, “hamisi olur”. Bu anlamda zaman kaymaları dikkate alınmaz, hatta şiir tarihine zamansız, başka deyimle “anakronik” açıdan bakmak gerekir. Belki söylemek bile fazla : Bu anlamda her türlü kaygı yersizdir; “İlkel komünal dönemi övüyor”, “feodalizme sığınıyor”, türünden eleştiriler ‘yakıştırma’ olmaktan kurtulamaz, hele ‘ırkçı, faşist’, suçlamaları ancak söyleyenin yüzünü kızartır. Kaldı ki, bir XXI.yüzyıl şairi istese de o dönemin, o yüzyılların duyarlığını yakalayamaz, yine kendini, kendi iç dünyasını anlatır, modernizmin belleğinde bıraktığı çentikleri, çağcıl sorunlarını dışa vurur. Belki söylemek bile fazla : gerilik geçmişte, vaktiyle yazılan ürünlerde değil, olsa olsa bizde, bizim dünya görüşümüzdedir.


İyi; seni kızdırmayı başardım. Ancak ben Türk şiirinin yapısal, dokusal sorunlarını kastetmiştim. Türk kimliği, Türkçe yazılan şiir açısından. Sahi, kim senin ‘divit’ ve ‘hokka’ veya ‘mürekkep’ ustaların, ‘kahraman’ ların... Çünkü, dil ve poetik açıdan hiç sınır tanımıyorsun. Kimi ‘fiesta’ söylevcileri, ‘idea’ yorumcuları, senin ‘sağcı’ kaynaklardan beslendiğini fısıldıyorlar...


Yanlış bir fısıltı. Çünkü örneğin bir Tevfik Fikret Mehmet Emin Yurdakul’dan, bir Orhan Veli Nâzım Hikmet’ten daha “sağcı” veya solcu değildir. Hiç değilse bizler için. Şahsen ben Türkçe yazan her şairi, Türk kültürünü irdeleyen her kalemşörü başımın tacı saymışımdır. Kuşkusuz TDK ulusallaşma sürecinde çok büyük bir harekete imza koydu, Türk dilinin sınırlarını çizdi. Türkçe üzerinden düşünmeyi, imge türetmeyi, şiire, romana ulaşmayı, amiyane tabirle sokaktaki adamı sanat dünyasına sokmayı başardı. Gelgelelim dili, edebiyatın önüne çekmesi, tasfiyeci tutumu, o dönem edebiyatçılarının başını döndürdü, yığınla sanatsal obje, estetik tasarım, edebiyata taşınamadan kayboldu. Osmanlı’yla, tarih’le, Dîvan’la, hatta geçmişle barışmak, ileriye, bizlere kadar ertelendi. Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi “müstesna” yetenekler, modern Türk şiirine eklemlenemedi. Koca bir imparatorluğun kültürel birikimi, şiir deneyi, Tanzimat, Meşrutiyet dönemi arayışları bir çırpıda silinip atıldı.


Sonuçta, “sağcı” kalemşörler hamasi söylemden, “solcu” kalemşörler de acemilikten kurtulamadılar. Açıp bakalım; Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın en “iyi” kitabı Çocuk ve Allah’tır, Nâzım Hikmet’in izini süren yığınla şairin kaçının esamisi okunmaktadır bugün, Ahmet Muhip Dıranas’ın kusursuz şiiri bir elimizin parmağını geçer mi, Hasretinden Prangalar Eskittim’in ‘şiir kitabı’ olarak sevildiği ne malûm, Cahit Külebi’nin ortalamayı aşabilmiş, vazgeçilmez ürünleri kaç tanedir? Sorunu TDK’na, dil sorununa indirgemek elbette yanlış olur. Kaldı ki tam tersi örnekler de verilebilir. Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Behçet Necatigil, Edip Cansever, Cemal Süreya, Gülten Akın, Ülkü Tamer...Şahsen ben, Ankara’daki ilk yıllarım hariç, hem dil, hem de ‘poetik’ açıdan başka “kahraman”ları kendime örnek almışımdır. Bunların aralarında yukarıdaki isimler de vardır, özellikle Cemal Süreya ve Ülkü Tamer, ama Attilâ İlhan, Hilmi Yavuz gibi “alla turca” kalemşörler de...


Mehmet H. Doğan'ın Kılıç İpekte Sınanır'la ilgili 'zarif' bir değerlendirme yazısı vardı kitap-lık dergisinde, (sayı 43, Eylül-Ekim 2000) "Çağdaş bir destan havasında şiirin yeniden doğuşu" diye tanımlıyor şiirlerini. Derginin aynı sayısında, Jean-Paul Sartre tarfından "Yazarın Sorumluluğu" adıyla 1946'da kaleme alınmış manifesto metniyle ilgili çok değerli yazılar bulunuyor. Türkiye'de, 2000 yılında da modern-postmodern seçenekler karmaşası bitmiş değil. Günümüzün ustalarından Ahmet Oktay, dergideki yazısının sonunu : "Edilgin, sadece haz alan okur değil, sorgulayan, eleştiren, gerektiğinde yargılamayı bilen okur", gerçekliğine bağlıyor, 'yazar' ve 'sorumluluk' konusunu. "Öyleyse, yazar sorumludur, ama okur da aynı ölçüde sorumludur" diye de noktalıyor sözü, entelektüel, evrensel insan tipinin modern çağı yaşanır kılması adına. Yani okurun katılımını arıyor. Zira, küreselleşme kasırgası, bütün insanî değerleri, neredeyse bir ahtapot gibi yutarken, edebiyatı, şiiri de içine çekti. Bizler, yazanlar da kobay/kurban konumundayız. Bu tartışmalar bağlamında, sen de dahil birçoğumuz postmodern şair kategorisinde miyiz? Hiç değilse ürünlerimizdeki postmodern öğelerin varlığı göz önündeyken. Değinmiştik, hâlâ gelenekçi – modernci sentezini kuramamışken, belli bir modern Türk şiir ‘antologya’sından söz edilebilir mi? İlk bakışta ufukta neler görünüyor sence? İlk bakışta ve çıplak gözle...

Modern Türk edebiyatının başlangıç hizası Tanzimat'tır. Türk edebiyatına 18. yüzyıldan, özellikle Tanzimat Fermanı'nın ilanından (1839) itibaren görece modern kavramlar, roman, öykü, drama gibi yeni yazınsal türler girmeye başlamış, ilginç deneyler kaleme alınmıştır. Bence bir Servet-i Fünun, bir Edebiyat-ı Cedide, en az bir Nâzım şiiri, bir Garip hareketi kadar önemlidir. Güzel şiir tek tüktür. Ahmed Haşim'e, Yahya Kemal'e dek yazılan şiirler enti püften cinstendir, lakin modern Türk şiirini Nâzım Hikmet'le, hatta Ahmet Haşim'le başlatmak da haksızlıktır. Aruz zor bir vezindi, onca asır Türk şairlerinin basiretini bağlamıştır. Ama aruz ölçüsüyle yazıldığı için o güzelim şiirleri modernite dışına itmek haksızlıktan da öte bir şeydir : yanlıştır. Nitekim 'serbest nazım' diye nitelenen ve görece yeni bir şiire imza koyan Nâzım Hikmet, ölçü ve uyağı hiçbir zaman gözardı etmemiş, hemen her döneminde keyifle ve başarılı bir biçimde kullanmıştır. Şiirleri ortadadır. Bu açıdan günümüz genç şairlerinin en başa dönmeleri, modern Türk şiirinin kaynaklarını tekrar gözden geçirmeye başlamaları, doğru, radikal, ufuk açıcı bir harekettir. Çünkü edebiyatçılar, özellikle şairler yanıltılmışlardır. Jön Türklerin, Cumhuriyet "aydın"larının monarşi korkusu, Osmanlı "takıntı"sı, şairleri redd-i miras'a sürüklemiştir. Hoş, benim böylesi sorunum hiç olmadı. Çünkü bir Osmanlı İmparatorluğu'na, bir Türkiye Cumhuriyeti'ne birer "menzil" olarak bakmışımdırhep. Şimdiki Türk "devlet"lerine de öyle bakıyorum. Globalleşen, "ulus"u, "ulusal devlet"i sorgulayan bir dünyada, halkları geleceğe taşıyacak erklerden biri, hatta en önemlisi şiirdir, şiirsel metinlerdir, şiire indirgenen "sır"lardır. Gelgelelim, Türk şiirinde, örneğin bir Fransız veya İtalyan şiirine benzer estetik kırılmalar olmamıştır. Biraz önce söyledim fakat altını çizmekte fayda var, Türk şiiri genel anlamda modernizmin sorunları, yapısal handikaplarını aşmış görünüyor. Bu da yeterli bence...

Sorunu oraya taşıyacaktım ben de; ulusçuluk, etnik kaymalar, kopuşmalar ortasında, dinsel hegemonyalar üstünlük savaşını bırakır mı, bıraktırır mı örneğin? Hıristiyanlık, neredeyse finans kapitalizmle örtüştü. Bir şaman, bir pagan olarak nasıl görüyorsun şu yerkürenin halini? Yenilgiler tarihini yazan biri, mistik bir şair olarak mesajın ne? Ağıtların bile “hayat dolu”, hiçbir dizesinde karamsarlık olmayan bir şairsin üstelik. Kılıç İpekte Sınanır‘ı, özellikle son üç kitabını okuyan şiirin turkuvaz çağının içinde sanır kendini?


Evet, kapitalizm şahlandı. Finans kapital yerküreyi ele geçirdi. Para ve şiddet globalleşme adına yükselen değerler arasına girdi. Hem de semavî dinlerin rızası alınarak. CNN’in milenium yayınları bu işgalin vahametini sergilemesi açısından çok ilginçti. Çoğu insan bunu Hıristiyanlığın bir gövde gösterisi olarak yorumladı. Oysa tam tersi : Bu, teknolojinin, sanal dünyanın. Hıristiyanlık özelinde, tüm dinlere, özellikle pagan inanışlara, şiire, sanata, mistisizme bir gözdağıydı, bir uyarı. İnsanoğlunun önünde fazla seçenek yoktur, ya para ve şiddete tapınacak, alkole ve sekse sığınacak, ya da “içindeki ben”e. En başa dönersek, dün kılıçla sağlanmaya çalışılan adaleti, bugün teknolojinin yardımıyla gerçekleştirecek, gezegenimizi can sıkıcı bir mekân olmaktan kurtaracak, yahşi, yaşanası değerlerle donatacaktır. Fakat bu rüya bize çok uzak daha. Çünkü halkımızın büyük çoğunluğu “geçim” derdinde, çağının, ülkesinin, yarının tehditlerini göremeyecek kadar kör. Yoo, umutsuz değilim, son yirmi yılda yazılan şiirlere bakıldıkta, temaların hemen hepsi geleceğe, modern zamanlara konuşlu. Dünün sosyalist şairlerinin bugün mistisizme, hayatın inceliklerine, bireyin iç dünyasına yönelmesi de bunun kanıtı. Yarın Türk şiiri parmakla gösterilecektir tüm âlem tarafından, eminim. Bir Enis Batur, bir Lale Müldür, bir Adnan Özer, bir Haydar Ergülen ve Ahmet Erhan, hatta bir küçük İskender için üniversitelerde kürsüler kurulacaktır.


Hoş bir rüya. Dilerim kurulur. Unutmadan, bir önceki soruya ‘şerh’ koymak istiyorum. Çünkü, modern Türk şiirinin başlangıç çizgisi konusunda tam bir anlaşma yok şiir loncaları, şair eşrafı arasında. Sen, Ahmet Haşim'e, Yahya Kemal'e götürenler safında olduğunu beyan etmiştin, eski bir yazında. Görüşünü teyid ettin fakat bazı yeni öngörüler var. Kimisi Garip'i öngörüyor, kimi İkinci Yeni'ye, 1950 sonrasına çekiyor...


Modernleşmeyi yanlış zeminlerde tartışıyoruz sanıyorum. Ne Garip bir modernleşme hareketiydi, ne İkinci Yeni. Ölçü ve uyağı kaldırıp atmak, şiirin sofistike olanaklarını tasfiye etmek, anlam ve biçim kalıplarını kırmak bireysel birer tercihtir. O dönem şiirlere imza koyan şairlerin tercihi. Hâlâ okunuyorlarsa bu yüzdendir. İnsanlık tarihine bakıldıkta, devrimler, daha güzel, daha büyük oluşlara önayak olmuşlarca sevap hanesine yazılmıştır, yoksa günah hanesine... Doğrusu ya, ben adı geçen şiir hareketlerinde, hiç değilse o mantıkla yazılan ürünlerde böyle bir oluşum, bir sıçrama göremiyorum. Görmek de mümkün değil, çünkü redd-i miras tek kelimeyle vefasızlıktır, kültürleri fakirleştirmiş, toplumsal ilerlemeyi yavaşlaşmıştır. Modernleşme soyunma değildir, aksine yoğunlaşma, giriftleşme, yeni, daha bakir olanaklar bulma ve bunları büyük eserlerle tedavüle koymadır. Zihinsel, ruhsal arınmadır modernleşme. Yerküreye, insanın neliğine ilişkin farklı sorular üretmedir. Şairin macerasını kapitalizme, ekonomi politikaya indirgemek; bir tür redd-i miras'ı modernleşme diye selâmlamak "gaflet"tir, "delalet"tir. Tekrar etmekte yarar var, aruz, hece olsun, uyak veya sofistike şiir biçimleri olsun, şair atalarımızın bizlere birer armağanıdır. Kullanıp kullanmamak kişinin kendi bileceği bir şeydir. Kaldı ki günümüz şairleri bu mirasın bilincindedirler ve yazdıkları şiirlerle de bunu teyid etmektedirler. Büyük şiir mi? O hepimizin aklında...


Söyle Gölgen de Gitsin'deki, "Aşk ve Adalet İçin" ve "Akdeniz'in Sıfır Noktası" adlı dizi şiirlerden sonra, Hayal Ülkesinin Keşfi ve Hazer İçin Birkaç Sarı Gül kitaplarındaki uzun şiirler hep dokuz bölümlü. Bununu bir anlamı olmalı diye düşündüm. Örneğin on bir sayısının şamanizmdeki anlamı; basamakla çıkılan mekanlara on birinci basamakta ulaşılmasının uğur sayıldığını, ‘nirvana’ya varışı çağrıştırdığını öğrendim. Ya dokuz? Hüseyin Ferhad okurları adına soruyorum, giz şiirlerin tasarımında değilse nedir bu özellik? (Çok özel değilse tabi?) Bu bağlamda Şamanizm nedir? Kalbinin ardı sıra mı gittin de pagan bir dini seçtin kendine? Biraz önce notların arasında benim ‘sağlıklı ve verimli yaşam’ formülümü gördüm. Doğru söylemek gerekirse, senin deyiminle, ‘içimdeki merak böceği’ kanatlanıverdi...


Tek tanrılı dinlerde evren üç dünyadan oluşur : gök, yer ve yeraltı.Günümüzdeki metafizik görüşler de bu anlayışa dayanır. Kökleri Yahudiliğe, Helenistik döneme, Zerdüşt dinine uzanan söz konusu evren anlayışı, idealist felsefenin de temelini oluşturmaktadır. Materyalist felsefenin de reddettiği budur. Oysa doğu dinleri, özellikle şamanizm maddeyle ruhu, maddi dünyayla tinsel dünyayı birbirini tamamlayan unsurlar olarak kabul eder. Yani mistisizm hayatın içinde değil dışındadır, hâkikatin şiiridir. Söz’e, Yazı’ya indirgenen aksidir. Özetle; pagan dinler, şamanizm dahil, putperestlik diye tabir edilen doğa inanışları, insanın evreni sanatsal kavrama ve yeniden yaratma macerasıdırlar.


Bence bütün şairler, düz veya mecaz anlamda birer pagan “din adamı”dırlar. Bu, aynı zamanda idealizme, dünyadaki görece globalleşme sonucu iyiden iyiye gülünçleşen semavî dinlere, basit ayinlere, tapınma törenlerine, medya ve teknoloji terörüne, sığ gerçekçiliğe, heretik akımlara, insansızlığa ve ruhsuzluğa bir alternatiftir.Teslis : kutsal üçleme : Logos, İsa Mesih, Ruhu’l Kudüs. Tanrı, Tanrının Oğlu, Kutsal Ruh. Hıristiyanlığın inanç haritası bu üçgenden ibarettir.

Hilmi Haşal’a göre ‘sağlıklı ve verimli yaşam’ formülü de üç rediflidir. 3 kap yemek, üç duble rakı, üç saat uyku. Kısaca, 3 = 3 x 3 = 9 (üçün karesi, veya üç çarpı üç, eşittir dokuz) demek ki her gün sayımız bir kat daha artıyor. Açık söyleyeyim : Günün birinde Türkçe şiir yazanların tamamı Dişi Tanrı : Umay’a biat edecekler ve yazdıkları şiirler bütün insanların dillerine pelesenk olacaktır.


Son yıllarda yazılan, yayımlanan şiir bakımından ülkemizdeki gelişmeyi nasıl buluyor Hüseyin Ferhad, diye sorulsa? İlginç ivmeler var sanki, ses ve söylem arayışları nedeniyle daha yalın ama yine de kapalı/gizemli ürünler veriyor şiirimiz. Söz'ün bir metafor olarak kullanılması, ve kurgusu derin, çok anlamlı boyutlarda dizelere dökülmesi... Bu bağlamda önümüzdeki dönemde, 2000'li yılların ilk yüzyıl çeyreğinde nasıl bir şiir bekliyorsun? Eleştirinin eksikliği, popülizmin şiddeti karşısında nasıl tutunabilecek şiir?


Bence, günümüz Türk şiiri Türkiye Cumhuriyeti’nin bir asır önüne sıçradı. Gelecekle bütünleşti. Doğal olarak da sokaktaki adamla, okurla ilişkileri tavsadı, mistik, alegorik bir düzleme kaydı. En genç şair bile kendini bir Cem Sultan, zaman ötesi bir şaman, Dünya Federasyonu başkanlığına seçilmiş bir Kızılderili, bir Mandela, bir Kürşad sanıyor. Ama bundan da vahim bir hakikat var ki göz yumulur gibi değil : Türk şiirisiyasete peşkeş çekildi. Hem de bizzat şairler tarafından. Sonuç, sıfır elde var sıfır. Nâzım Hikmet'in posterlerini meydanlara taşıyanlar, Ruhi Su'nun, Zülfü Livaneli'nin "aranje" ettiği "şarkı"ları seslendirmeyi şaire saygı farz ettiler, tıpkı seferi Müslümanlar gibi iki rekat namaz kılıp sahneden çekildiler. Olan, genç şairlere oldu. Boğazlarına kadar imgeye battılar, okura, kitlelere küstüler. 60'lı, 70'li yıllarda yazılan bütün şiirleri kaldırıp attılar; içlerine kapandılar. İlk bakışta 'doğru' gibi gelen bu duruş, modern Türk şiirini tarihinin en büyük bunalımına götürdü. Şiir kitaplarının baskı sayıları binlere, beş yüzlere düştü. Bu gidişle şiir sahiden bir uzmanlık alanına dönüşecek, şairler de postmodern keşişlere. 

Oysa Türkiye şiirin anayurdudur. Şiirsel fenomenler, Homeros'un, Yunus Emre'nin, Fuzuli'nin yaşadığı çağlardan, Nâzım Hikmet'in tek şef döneminden daha fazladır. Bilgi birikimi de gereğinden fazla. Okurla şairin restleşmesinin bir anlamı yoktur. Türk şiiri bu handikabından da sıyrılmalıdır. Küsmek yerine, siyasileri, parti ve sivil toplum kuruluşlarını 'rahatsız etmelidir'. Okurun Kürt sorununa, yapay olaylara, örneğin Hizbullah olayına, bir Salman Rüşdi, bir Teslime Nesrin gibi "şarlatan"ların 'show'larına dağılan, odaklanan ilgisini tekrar şiire yönlendirmeli, kitle iletişim araçları dahil bütün olanakları, fırsatları değerlendirmelidir.

Yoo, inzivaya çekilenlere sözüm yoktur. Onlar, bencileyin yollarda koşarak tükenmeye, tenhalarda, "gurbet"lerinde kanamaya, kırılmaya mecburdurlar. Şahsen ben para ve şiddete tapan mülhid veya mümin, yaralarını podyumlarda sergileyen militan eskisi, yarım buçuk entellektüel, deyim yerindeyse arabesk sosyalistlerin, sözde demokratların şiirlerimi okumasını istemem.

Yeri midir bilmiyorum ama genç şairlere, şiire soyunan "acemi"lere de bir çift sözüm var : Her şiir mîri malı sayılır, Kılıç İpekte Sınanır'dan istediğiniz eğretilemeyi, imgeyi, hatta dizeyi tırnak içine almadan şiirlerinizde kullanabilirsiniz. Ancak eserinizin "biz"e yakışır olması koşuluyla...


Şair polemikleri dünyanın her yerinde, her zaman olmuş. Bizde de olmuş, oluyor. Yararı var mıdır, ya da zararı ne derecede şiir birikimimize. Şiir sorunlarından çok şair atışmaları, kişiler, imzalar savaşına dönüşüyor gitgide. Şiiri var etme, onurlandırma, değer verme, hakkını teslim etme gayretlerini aşan polemikleri kastediyorum. Her ırmak kendi yatağında aktığına göre, nedir bu, kuşak, kast tasnifi, on'lu yıllar bölümlendirmeleri, ambalaj paketler gibi etiketlemeler? Lobi oyunları? En büyük şair benim, benim şairim ‘bulunmaz Hint kumaşı’ mantığı... Şiir bir kenara, salt şair adları konuşulur oldu. Şiir loncalarının dışında, gurbette, gezgin iki yalnız şair sanıyla bu konuyu deşsek biraz da diyorum. Çünkü "her üç kişiden beşinin şair olduğu" bir toplumda hiç eskimeyen bir sorun, kapanmayan bir yara bu. Denebilir ki, bin kişi yazıyorsa, yazdığını sanıyor ve iddia ediyorsa, ama üç yüz kişi bile ötekinin ne yazdığını bilmiyorsa, yani birbirini okumuyorsa... Şunu demek istiyorum; üç yüz şairin bile okuru yoksa, günlük hengâmede? Benimseme – yadsıma gelgitleri bilinen hastalığı müzmin kılmışsa, taa Osmanlı’dan, Jön Türklerden beriye... Batıdan doğuya bakamama, uzlaşma kültürü noksanlığı, ve bağlı ilişkiler şiiri nereye götürecek? Herkesin Fransa’ya, Paris’e yerleşme şansı olmadığına göre...


Jön Türkler indinde Fransa uygar dünyanın beşiğiydi. Mustafa Kemal bile "muassır medeniyetler" tabiriyle Avrupa'dan çok Fransa'yı işaret etmiştir. Bu, "medeniyet" bağlamında olmasa da şiir açısından doğrudur. Modern şiirin büyük ustaları Fransa'dan, daha doğrusu Paris'ten çıkmıştır. Goethe, Donne, Yeats, Pound gibi dev kalemşörlere rağmen, diğer Avrupa ülkeleri Fransa'dan sonra gelir. Modern Fransız şiiri, tüm edebiyat dünyasını, XIX. ve XX. Yüzyıl kalemşörleriyle birlikte, Türkleri, özellikle Meşrutiyet ve Cumhuriyetşairlerimizi de derinden etkilemiştir.

Özdemir İnce yıllardır bu etkilenmenin lafta kaldığını, günümüz Türk şiirine emdirilemediğini yazar durur. Geçenlerde aynı savını yine tekrarladı : "Ben Türk şiirinin gelişmesini, İstanbul'un varoşlarının gelişmesine benzetiyorum. Çünkü şairlerimiz, modern şiirin kurucularını yeterince iyi incelemeden, anlamadan, el yordamıyla çağdaşlaşmaya kalkıştı." (Yeni Binyıl Kitap, 13 Ekim 2000) diyerek. Ben, daha geniş yelpazede var olan kördüğümün nedeni de bu değil mi acaba, diye düşünüyorum?


Genel olarak bakıldıkta, kıyı dergileri dahil, örneğin bu ayın şiir/edebiyat dergilerini dizlerimize serdiğimizde, Özdemir İnce'nin "muhatap"larını görebilmek mümkün. Onca bilgiye, birikime karşın "iyi şiir" yok denecek kadar az. Ancak bu Özdemir İnce'yi haklı çıkarmaz, günümüz Türk şiirini toptan 'çağdışı' sayıyor anlamına da gelmez. Aksine, bir söyleşisinde Ali Cengizkan'ın da dediği gibi, bugün örneğin bir Fransız ya da İngiliz şiirine göre, "Türk şiirinin durduğu yer daha ilerde." Hoş Özdemir İnce'nin kastettiği ne Ali Cengizkan, ne de Ahmet Erhan. O, antolojilere, dergilerde yayımlanan şiirlere bakarak konuşuyor. Maalesef doğru da. Açık söyleyeyim, benim indimde Özdemir İnce bir filozoftur, sevdiğim şiirleri bir elimin parmaklarını geçmese de, o, günümüz şiirinin bir şövalyesidir. Keşke öngörüsünü örneklerle açıklasa, özel isimlere bulaşmaktan özenle kaçınmasa. Kaldı ki genellemenin yanlışları doğrularından daima fazladır, her sayımda fazla çıkmıştır. Oturup sayalım, bugün Türkiye'de Rimbaud ayarında en az kırk elli şair çıkar. Ama önemli olan Rimbaud veya Aragon ayarında olmak değil (ki ben Aragon'u sevmem, büyük şair olarak da görmem), onların yaşadıkları dönemde Dünya şiirine yaptıkları katkıya benzer yeni çalışmalar, ufuk açıcı, daha kusursuz ürünler ortaya koymaktır.


Kötü şiir - iyi şiir tartışması, 'şair milleti'nin yüzyıllardır karın spazmı olmuş, yürek yarası sayılagelmiş. Daha Şeyh Galib zamanında, iyi şiirin taklidi, yolunun izlenmesi, yararlanılması tartışılmış. Epeyce gürültü bırakmış o dönem külliyatında. Sevgili Hayati Baki birçok söyleşisinde, yaraya parmak basmaya çalıştı, hatta "Kötü şiirin iyi şiiri kovduğu milat 1970'tir" dedi. Biz de şiire 70'li yıllarda, 70'lerin sonuna doğru adım atanlardanız. Sen, söz konusu dönemde şiire soyunmuş olmakla bu konudaki yaklaşımını nasıl bağdaştırırsın acaba? Dönem ‘tasnifi’ nedir, neden önemsenmiştir? Biraz değinmiştik ama... Merak edecekler için... Toplumcu gerçekçilik, koşulların ürettiği bir ‘toksin’, bir ‘safra’ atma, lanet ve öfke ateşinden arınma sayıldı şiirimizde. Bir dönemdi, ama ne dönem! Yok sayılamaz, tarihsel işlevi tartışılır, ancak yok sayılamaz. Özeleştirinin çerçevesini bari şiirle politikayı ayrıştırıp ona göre ayarlayabilseydik diyorum...


70 kuşağı veya 70'li Yılların Şiiri veya Sabit Kemal Bayıldıran’ın ‘eçhel’ tabiriyle Üçüncü Kuşak; daima altına muhalefet şerhi konulması gereken tanımlardır. Sosyalist gerçekçilik veya daha yaygın tabirle toplumcu gerçekçilik de. Geçmişe, tarihe önyargısız bakılmalıdır, etiketlemeden, bizzat dokunarak. İlk şiirini 1978'de yayımlamış biri olarak, o yılları minnet ve tecessüsle anıyorum. Şiire, şairlere adeta tapınan insanlardık. Birbirimize parmağımızla gösterirdik farklı dergilerde yazanları. Denilebilir ki, 70'li yıllar kadar şiire hiçbir dönemde sempatiyle bakılmamıştır. Her zaman kötü şiirler yazıldı, belki o yıllar her dönemden daha fazla yazıldı; bu bir ölçüt olamaz, olmamalıdır. Kötü şiir iktidar olduysa; suçu daha öncekilerde, siyaset palyaçolarına verilen primde aramak gerekir. Benzer çabalar, çıkışlar şimdi de var. Varsın olsun. Kervan yürüyor, "şeyh"ler "fetva" vermeseler de...

Buraya gelene dek geçilen – yazılıp konuşulan- şiir yolu, (düzlükler, dönemeçler, yokuşlar, inişler) uğranılan, (ana ve ara ve tali) istasyonlar; aşamalar dolayısıyla Hüseyin Ferhad tarihi hakkında söylenebilecekler : kimdir, nerelidir, nerededir, epeyce nasiplendik? Gezmek, yani gezginlik ve metin (şiir-yazı) üretimi nice olacak, önümüzdeki zamanda? Aylar, yıllar; ki çok değil?.. Biraz özele indirgesek konuyu diyecektim... Söyleşiyi, şamanlık ederek daha ‘on birinci’ soruda bitirme niyetiyle... Ama olmadı, bitiremedim, bitiremeyeceğiz sanırım, çünkü “sıra dışı” bir soru sormak vardı aklımda, şimdi anımsadım. İzin verirsen sorayım: Öylesine dokunup geçtiğimiz ‘dokuz’ sayısına takıntını kimse anlayamadı yıllarca. O yıllar, 1993, 1994’lerde şamanizmle ilgili, paganlar nezdinde sayıların büyüsüyle, dokuz’la şamanizm ilişkisi üzerine yayın da pek olmadığından, hemen Türkeş’in Dokuz Işık’ına atıf yapıyorsun sanıldı, pek yazılmasa da... Hayır hayır, ben sanmadım... Yine de ben sana Türkeş’i sormak istiyorum. Sence kimdir Alpaslan Türkeş? Niye Hüseyin Feyzullah bu adı seçti kendine? Son demlerinde Nâzım’ın şiiriyle kendi kalabalığına seslenmiş bu ismin hayatındaki ‘anlamı’ nedir?


Türegişler, veya Türkeşler, On Ok’lara bağlı bir Türk kabilesidir. Türk tarihinde 7. Yüzyılın ikinci yarısına dek esameleri bile okunmaz. Bu yiğit insanların tarih sahnesine çıkmasını Arap istilâcılar sağlar, daha doğrusu Araplar İslâm dinini yaymak adına İran’a, Turan’a sefer kıldıklarındakarşılarında Türgişleri, U-Çe-Le kağanı bulurlar. U-Çe-Le, Orhun Yazıtları’nda ve diğer Türk destan ve efsanelerinde resmedilen liderlerden farklıdır. Kür Şad gibi çetecidir, tam anlamıyla bir tarkan, bir akıncıdır. Araplara ölümüne karşı koyar. Günümüzdeki gerilla savaşlarının, mafya oyunlarının, Siyonist misillemelerin benzerini onda ‘proto’ halinde görmek mümkündür. Nedir ki başarısı ancak Çakal Carlos’unki kadardır. Laf ü güzaf cinstendir.

Hüseyin Feyzullah, kendisine ‘Alpaslan Türkeş’ müstear adını seçerken U-Çe-Le’yi biliyordu sanırım, belki de sırf U-Çe-Le’ye duyduğu hayranlıktan ötürü onun kabîle adını kendine soyadı seçti. Bilmiyorum, bilenlere sormanın anlamı da yok, sorsam demagoji yapacaklardır. Hoş, demagoji yapmasalar ne yazar, Alpaslan Türkeş adına yakışır bir mühür basamadan çekip gitti tarih sahnesinden, öldü.

Gelgelelim onun 1964 ‘de yayınladığı Dokuz Işık kitabı, Osmanlı’dan, ta I. Meşrutiyet’ten bu yana sürüp giden milliyetçi-türkçü anlayışı Dokuz Işık şiarıyla Türk siyasi yaşamına vurması (ki üye olmasından altı ay sonra genel başkanlığına seçildiği Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin programı bu anlayış çerçevesindedir), onu birden ileriye, 2000’li yıllara fırlattı.

Ne yalan söyleyeyim, şu güne dek Dokuz Işık’ı okuma gereksinimi duymadım, Alpaslan Türkeş’e de yakınlık duymadım. Aksine, ömrümün üçte biri onun “komando”larıyla boğuşmakla geçti. Ölmediysem, öldürülmediysem, sakatlanmadıysam, bu teveccüh Kök Tengri’ye aittir.


Bundan sonraki şiirinle ilgili tasarı ve özlemlerin nelerdir? Özel hayattaki zamana bağlı değişimler, teknolojik kolaylıklar ve kısırlaştırmalar, yani tüketim saldırıları ortamında, söz'ün gücü nasıl ve hangi kıvamda yeni izleklere, imgesel yön alır, ivme kazanır? Senin şiirine yansıması olur mu, yeni yönelimlerin; olursa nasıl ve ne oranda kalır? Yeni kitaplar var yanılmıyorsam tezgâhında? Artık tescilli 'ses ve söylem'in üzre, yeni yapıtlar beklenecektir Hüseyin Ferhad'tan, ne dersin?


Şiir “hayat”tır, “hayat bilgisi” dir. Yayımlandıktan itibaren toplumsal pratiğe dönüşür. Şairin yaratım süreci, stili, nesneleri stilize ediş biçimi, tarih yorumu, duyuşu, bu pratiğe eklemlenmiştir artık. Şair devreden çıkar. Kılıç İpekte Sınanır “öbürü”nün; “öteki”nin, “orada duranın” bir macerası gibi geliyor şimdilerde bana. Tek kelimeyle koptum ben o kitaptan, kopmak istiyorum.


Ortadoğu’ya dair şiirler yazıyorum şu sıra. Bence, Ortadoğu ihmal edilmiş bir “fenomen”. Çoğumuzun aşina olduğu yığınla motif, anı, bilgi var.Tuhaftır, Ortadoğu dendikte aklımıza ilk gelen İslâm’ın doğuşudur.. Uhud, Bedir savaşları, Camel vak’ası. Sonra ayna flulaşmaya başlar. Devreye Emeviler, Abbasiler girer. Selçukluların, Osmanlıların ayak tıpırtıları rüzgâra karışır, seferberlik türküleriyle aklımızdan yüreğimize kayar. Işıklar söner.

Aklımızda tuttuğumuz Ortadoğu son çeyrek yüzyılın Ortadoğu’sudur. Petrol zengini, İsrail karşısında dağılan “kabîle” devletler, Irak, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan, Mısır ve “işgal altındaki” Lübnan.

Ben bu iki fotoğraftan da uzak durdum Altın Hilâl’i yazarken. “Altın Hilâl”, evet. Coğrafyacıların İstanbul’dan Kahire’ye karadan çizdiği yay. Veya Kabil’den Mekke’ye çizdiği öbür yay. Sırt sırta iki altın yay. Biri Avrupa’yla Afrika’yı birleştiriyor. Diğeri Aden’de başlayan Baharat Yolu’nu İpek Yolu’na bağlıyor. Din dışı bir macera, bir olgu. Geçmişten, uzak geçmişten uzak geleceğe uzanan kültürler, halklar arası bir diyalog.

Üç bin yıllık bir zaman. İki aktörden biri Romalılar, ardılı Bizanslılar, diğeri biziz. Biz : Selçuklular, Osmanlılar. Ben bu ikincilerin gözüyle yazmayı deniyorum Ortadoğu’yu. Ortaya dişe dokunur bir şey çıkar mı zaman gösterecek.

Dilerim çıkar ve sağ olan görür... Teşekkür ediyor ve beynine, yüreğine, diline, ‘kurşun’ kalemine; ve step rüzgârlı ipek kelâmına sağlık diyorum.

Adana, Kasım 2000




 

* Hilmi Haşal tarafından yapılan bu söyleşi zamanında Varlık Dergisinin Ocak 2001 tarihli sayısında yayınlanmış ve sonradan adanasanat.com'un sayfalarına aktarnıştık.

Dizüstü Edebiyat : PuCCa’nın Blogu

Dizinin üstünde notebook kullanan pek kimse olmasa bile notebook’ları Laptop olarak adlandırma alışkanlığı devam ediyor. Cem Mumcu yeni başlattığı kitap dizisi için Dizüstü Edebiyat yerine keşke başka bir ad seçseydi. Örneğin Blog Edebiyatı adını kullanabilirdi. Neyse.. Asıl konumuza dönelim: Evin içinde olmaktan sıkılıp Milliyet Sanat dergisinin Temmuz sayısını ve ciddi bir gazete olan Cumhuriyet’in 27 Haziran tarihli Pazar ekini elime alıp balkona çıktım. Baktım PuCCa takma adlı blog yazarıyla hem Milliyet Sanat’ta hem de Cumhuriyet Gazetesinin Pazar ekinde “ciddi” söyleşiler yapılmış. Bu söyleşileri görünce tekrar içeri gidip bilgisayarın başına oturup PuCCa’nın bloğunu buldum. Madem Milliyet Sanat ve Cumhuriyet Gazetesi PuCCa ile söyleşiler yapıyor, bizim burada PuCCa’nın bloğundan ve kitabından söz etmemiz abes olmaz.

PuCCa’nın bloğunu fark ettiğim günlerde, yakın bir zamanda çekilip sinemalarda oynayan Romantik Komedi filmini izlemiştim. Bu filmi izlemeyenler için konusunu özetleyelim: Filmin kahramanı genç kız aşıktır ve sevgilisinden memnun değildir. Ayrıca çalıştığı işyerinde sıkıntılıdır. Üstü açılmış WW(tosbağa) sahibi genç kızımız aniden hem işyerinde istifa ediyor hem de sevgilisinin üzerine cafede bolca ketçap dökerek ayrılıyor. Aradan fazla bir zaman geçmeden film kahramanı genç kız bir reklam ajansında çalışmaya başlıyor. Bir şekilde reklam ajansının çapkın sahibiyle yemeğe çıkıyor. Bir süre sonra genç kız reklam ajansı sahibinin, aynı zamanda reklam ajansında önemli bir görevi olan sevgilisiyle beraberliğini fark ediyor. Sevip aşık olduğu reklam ajansı sahibinden ayrılıyor ve işinden yine istifa ediyor.

Sonra ne mi yapıyor? Gidip aşk ve aldatma üzerine bir kitap yazıyor. Bu kitap okurlardan ilgi görünce bir zamanlar sevdiği reklam ajansı sahibinin kitaptan haberi oluyor. İmza gününe gelip şansını tekrar deniyor. Yani filmde aşkıyla ilgili olarak yaşadıklarını kitaplaştıran kahramanımız muradına eriyor. Filmin başrol oyuncusu aşkını yazarak sevgilisinin kendisine dönmesini sağlıyor. Tabii PuCCa’da durum biraz farklı; çünkü kendisini terk eden sevgilisini kazanmayı hedeflemiyor, ondan intikam almak için blog hazırlıyor. PuCCa’nın bloğunun ilgi görmesinin ve Cem Mumcu’nun blog’da yazılanlardan yola çıkılarak PuCCa’dan kitap metni talep etmesinin nedeni bizce basit: Çünkü terk edilme hemen herkesin tattığı bir duygudur. PuCCa günlüğüne yazdığı ilk yazıda biraz kendisinden söz ediyor, günlük yazmaya çocukken başladığını işaret ediyor.


Sevgili Günlük (01.02.2007)

merak etme öyle başlamam sana:)) ben bana ait olan nesnelere ad koyup kişiselleştiririm genelde.. mesela bilgisayarımın adı hayrettin.. sana isim bulamıyorum :( sanırım önce sana alışmam gerek:)çok küçük yaşlardan beri günlük tutumuşumdur, babamın telekom ajandaları benim 1 senelik hatıralarım olmuştur:) şimdi elime eski yazdıklarım geldi okudumda ilkokulda hep aşık bi kızmışım hallaa hallaa...'' bugün boraya aşık oldum, ama selimi daha çok seviyorum rüstem örtmenimlede evlencem,yinede borayı seviyorum''habire kalp çizip 50 parçaya bölmüşüm parçık punçuk okulumuzun yakışıklı küçük beylerini koymuşuz mahallemizin top oynayan benden sadece su istyen beni döven varsa ahaa bu bana aşık dediğim küçük adamları koymuşum:)bütün günlüklerime gözüm gibi bakarım genelde ama yinede hüsrana uğrayanlar olmuştur, bir çoğu verilmeyen yarım çikolata uğruna kardşim tarafından babama okutulmuştur mesela... ama allahtan ben bilmeyeyim de diyen bi babam olduğu için facia yaşanmamaıştır kardeşimin kolunu bacağını ısırmam dışında..Ama daha kötüsü koskoca üni. mezunu iş güç sahibi ev ark. ben evden ayrılırken saklayıp günlüklerimi sonrasında ki tehditleri!!! Seda ve Özlem canlarım okudunuz dalgada geçtiniz ama tehdit edilecek bişi yok onlarda zırnık çıkmaz benden size!!!! o sebeb dolayısıyla yollayında 2003 ve 2005 boş kalmasın!!!!evett sana daha iler ki günlerde uzun uzun saçmalıycam ama şimdi gitmeliyim, uzun bir yol beni bekler........


Bozkır Esintisinin Dediğidir: Kılıç İpekte Sınanır- Hilmi Haşal(*)

Tarih, Hayal ükesinin Keşfi ile başlayacaktı belki... Öyle gösteriyordu gün doruğu. Öyle gösteriyordu korlu güneş günleri, dolunay geceleri... Mevsimler belleğimizdeki sim zincirlemesiydi. Zincirin halkalarıysa sancılı elbet! Şiirin doğu-güney hattının havzalarını arşınlayan dil, şaşkınlıkla bezeli kelimelerden örülü bir yarım dairede, yay olup katılıyordu divanımıza ve “melankolik bir kâşif” macerasını, sihirli lambasından akıtıyordu. Okuma bahtımıza sayacağımız dizeler, gönül denizimizi  köpürtüyordu. Kıblenin, Poyrazın, Lodosun diliydi gerçekte işleyen; Yıldızkarayeli  ve Keşişlemeyi düşündüren... Çünkü, notu düşülüp noktası konmuştu, Söyle Gölgen de Gitsin dendiği an. Söz namludan çıkarcasına çıkmıştı. Öyleyse; kara kıtaları da deryaları da 'kıraat' etmeye kalkışmalı insan, diye düşünmekte beis aranmazdı. Ömrünün yetmeyeceğini bile bile kalkışmalı. Zira, gezgine bezginlik yakışmazdı. Hele kitap üzerinde kat edilen yollarda şikâyet, hiç mi hiç yararlı olmaz. Hayatı kutsayan tavrın namı ve şanı için; Kılıç İpekte Sınanır ** diye. Ön Asya’dan gerisingeriye, güneşin daha erken doğduğu Orta Asya’ya değin. Kısacık ömrün kısacık yolculuğunu şiirle öğrenip özümsemek adına.

Kelâmın Asya meşreplisi ile damıtılmış, gizemli zamanları sezdiren söylemdir ürpertici gelen, Hayal Ülkesinin Keşfi’nde. Bunca dünya densizliğine, hamlığına amenna çekip kendine kapanan insanoğlu,  zorba zamanın efendisi olamayıp yenilecekti sonunda. Yenildi. Yenilgiyi ise ancak çıplak ve içten şiir dile getirirdi; “Ah Barbar Kalbim” serzenişiyle ve ciddiyetiyle :

Yoo, hissemi isterim. Hakkımı yersen kaderime küserim. Entelektüel geçmişimin üzerine sünger çekerim. İntiharların en aşağılığını denerim. Divitle karnımı deşerim. Çakıltaşlarıyla bileklerimi keserim. Baktım olmuyor alışkanlıklarımı ve arkadaşlarımı değiştiririm” (s. 206.)

Anlaşma aracı sayılan söz, hâlâ sırından çıkamamıştır, şiir açısından. Ölümden önceki haz şöleni veya sonsuz hicrandır, hayattaki kullanımına göre. O bağlamda şiir, söz'ün işkence külhanından alınmış hali sayılabilir. Bilgiyse, körüğün önündeki közden kaldırılıp örsün üzerine, çekicin biçim veren 'şefkatine' uğramış us... Bu, tavdaki duyuş ve düşünüşün örtüştüğü nokta, şiir odağıdır; ki yazanla
okuyanı buluşturur en sonunda. Söylemin kıvam tuttuğu nokta... Yaşamla ölümün kozlarını paylaştığı; “Öl Dedim Hüseyin’in S Harfine”deki algı havzasında; “Cehenneme kar yağıyordu (...) Ter içinde uyandığımda ibibikler ötüyordu/dünyada yine sabah oluyordu” (.s. 167) dizelerindedir.

Doğuyu, 'step'i ve sonsuzluğunu, Rusça’daki durağan haliyle almış,  ‘S’sini Hüseyin’in “S”siyle örtüştürmüş. Terli atlasın yüzünde şiire dönüştürülen o sesten öğrenilecekti, Hayal Ülkesinin Keşfi. Bir hayal-hayat ki, Türklerin yurtsuzluktan (göçebelikten) yurda, yerleşikliğe geçişini taşımıştır
sağrısında. Zaman ve mekân kavramlarının coğrafyasını keşiften gelen, tarihi 'şimdi' kılmaya yeltenen Şaman; günümüz şiirinde müstesna yer edinmiş gezgin diliyle. Tarihi, tozlu zaman katmanlarına girip silkelemekle talihe dönüştürmüş “Siu” Hüseyin : şiire...

Hüseyin Ferhad' ın şiiri üzerine konuşmak (yazmak da tabi) çetin ama zevkli bir iştir. Yorar insanı. Çünkü Asya'nın kitabı üzerine yumulmuş, “şüpheler bilgesi” - şair, yaşamı yılanların refleksiyle tespit ediyor. Duyumsanan An'ı, ani, keskin hamlelerden damıtıp kutsamaya kalkışmış bedeviyi  orumlamak, kolay olur mu hiç? Olmaz. Çin Seddi’nden Akdeniz’e uğramadığı koy, sırt, bayır, bozkır, yayla yok gibi (Bu satırların yazarı, emekliliği çoktan gelip geçmiş profesyonel harita emekçisi bile, Asya’nın fiziki ve siyasi atlasına bakmadan cesaret edemiyor, Hüseyin Ferhad’ın divanında zikredilen yerleri gözünde canlandırmaya.) Hangi sözcük varır, Nil’i, Munzur’u, İli’yi, Fırat'ı, Dicle'yi, Zap'ı uslandıran tanrının huzuruna? Hangi devinim coşturur o totem tanığı, zamanı da ırmakları da akıtmış, akıtırken dinlemiş stepliyi? Asya rüzgârı, aşk ve şevk ezgileriyle toprağı emzirirken, insanlığa yazgı olmuş suları, bir şamandan başka kim anlatabilir?

Şair sılasız kişidir. Yeri yurdu belirsiz, dahası, yeri yurdu, imge dilini emanet ettiği dünyası, en büyük gurbettir. Bu gezegende şairin adresi tek : tarifsiz yalnızlığıdır. Esini de, perisi de, meleği de, şeytanı da oradadır; doğada, naçiz bedenindeki 'ins' katında. Hüseyin Ferhad'ın şiirini okuyan, önce gizemli bir 'yok' kişilikle tanışacaktır. Soyut bir kimlik; kavmi/kabilesi, dünyaya, insanlığa doğudan katılmış, hayali bir  göç kişisiyle... (Hangimiz göçmen değil ki diyesi geliyor insanın.) Atalarını, toprağını arayan şiir kişisinin sesine kulak verince:

Eğildim kulağımı dayadım yere
toprağı dinledim: Nal sesleri açık seçik duyuluyordu
atalarım beni ziyarete geliyordu
ruhları tekrar ete ve kemiğe bürünüyordu”  (s. 191)

İzlek; gözlemden söyleme geçişi, yani yaşanmışlığı taşıyor. Araştırılmış tarih sayfalarına dayandırılıyor. Bir ömür sürecek merak yolculuğunun tek kılavuzu şiirin ta özüdür. Olaylar ya vardır ya da yoktur, tartışılamaz. Belirsizliğe dair sorular şiirin kurgu gücünü gösterir. Söz konusu 'öz'e yürek verip, kulak verip, heves ve gönül düşürürse fanatik şiir okur, ancak erişebilir kelimenin ipucu kaynağına. Yaşamanın içerdiği şiddete, zamanın kanlı kılıcına. Ki orada, mistik değerler çeşnisi yuva tutmuştur, imgenin dolaştığı, döne-dolaşa vardığı bozkırlarda. Hüseyin Ferhad şiirinin lirizm rüzgârının doğduğu 'step'te... Günümüze dek gelen şaman ruhunun gizlendiği stepte.

Asya eteklerinden itibaren akan zaman ve kanlı nehirler eksik değil, metafor uzamında. Hüseyin Ferhad'ın kurgu katmanını oluştururken geçtiği 'İpek Yolu' öylesine zengindir ki, doğu masallarını şiirleştirdiğini düşündürür ilkin. Kısmen doğrudur bu. Dilin sürüklendiği muamma gayyasına değin, çölleri, bozkırları, kımızını ve şarabını, fırtınasını kayıran, ırmakları mahzun okyanusa döktüren imgeler hep ön plandadır. Bozkırda, “yeniden doğmanın diğer adıdır ölüm”. İşte o inançla "Kurt Şöleni" mevsimlerini yakalamıştır düşlem objektifiyle :

“Süt isterim Azrail’den, zehir verir.
Süt gibi dağılır memelerime zehir.
Zehir beni öldürmez,
zira step kurtları zehirle beslenir” (s. 244)

Cinlerle, perilerle dansının adını koyamaz hiç kimse. Dilin mistik kavramlarla coştuğunu, uçtuğunu (haşhaşa uğradığını) da yadsıyamaz... Dizelerdeki müziği, step ılımanlığını algılamak adeta mucizedir okuyana. Muştudur. Çünkü sonsuzluk, hâlâ meçhuldür okuma yolculuğunu sürdürene : Zaman sadece stepe ait değil, iksiri şimdi'ye, bura'ya değmektedir şiir sayesinde.

Günümüzden yirmi küsur yıl geriye gidildiğinde, şiirimizin şimdiki ilginç imzalarının ya tomurcuklandığı ya da filizlendiği evreye varılacaktır. Ülke gündemine çöreklenmiş siyasal terör ve karmaşa dönemine. Ki orda, silahların ve işkencenin bezirgânlığı altında inlemektedir ülke gündemi... Şiir ile hayatın direncine katkıda bulunan gençlerdi, söz konusu evrenin siluetleri. İki elin parmakları kadardırlar sayıca. Bugün, Türk şiirinin değerli imzalarından sayılan kişilerin yer aldığı ve o dönem kümelenmesinde poetik tavrını - sesini belirginleştirip olgunlaştırmışlardan birisi de Hüseyin Ferhad’dır kuşkusuz. Vurgulamakta yarar var, bu bağlamda daha sonra söylenecekleri perçinlemek adına.

Edebiyat tarihi ve sosyolojisi bakımından öyle ilginç kültürel birikim sınavıymış ki, şiirimizin 80’li yılları
bugün bile meyvelerini vermektedir. Yaşanan hengâmede, estetik - politik bilincini aşılamış fidanlar, şiirin, sanatın şövalyesi sayılmaz mı? Hayatın dar sokaklarından, çıkmazlardan, izbe bodrum kat odalarından 'kent  olma' sancısını yaşata/yaşaya rüştüne yürümüştür başkent. Kaos; bireyin ve toplumun, karbon gazı yokluk ve terörle süregelen ölüm korkusudur. Söz konusu korku
zehirlenmesiyle yaratılan, uyuklatma, uyutma provalarına tepki biçiminde, panzehir oluştururken zenginleşmiştir şiir. İşte, acıyla hayatın ikiz kardeş bellendiği yıllar sonrasında, şiirin nabzını hiç bırakmayanlardandır, Kılıç İpekte Sınanır diyen, 'eski yol' ve 'eski zaman' meddahı; “Güneş İşaret
Parmağımın Ardından Doğar” iddiasında ısrarlı şair. Şiiriyle tarihin çile kapılarını aralayıp aşarken, tetikte kalmış ve çokça susmuş mistik Avrasyalı.

Hüseyin Ferhad'ın yanlarında/aralarında bulunduğu ve o dönemin genç şairleri olarak anılması
gereken isimleri burada saymıyorum. Şiirimizin yakın tarihi onlarsız düşünülemez. Sıralamada haksızlık etmemek için 'sayıya' vurmamak elzemdir. Her biri çok sevdiğim, kuşkusuz Türkiye'deki şiir tutkunlarının da sevdiğine inandığım isimler.)

Kılıç İpekte Sınanır dolayısıyla düşünürken, küçük bir ayrıntı pasajına alayım istedim; Hüseyin Ferhad'ın Ankara'dan Çukurova'ya, poetik pişme hazinesini (şiirsel azık heybesini, ya da tasarım sepetini) doldurmuş olarak indiğini... Yıllardır Adana'da; Kilikia’nın (Çukurova) ortasında, deyim yerindeyse “Cennet nehirleri”i, Saros (Seyhan) ile Pyramos (Ceyhan) sularının cömertliğini emen topraklarda,  suskunlukla peteğini dinlendiriyor sanılır. Hayır, ‘kavara’ değil, kapalı, gizemli yalnızlık otağında boş değildir peteği. Yıllara üretkenlikle direnmiştir. Ama şaşaasız, şatafatsız... Şiiri seçtikten gayrı, bütün öteki yaşamsal gereksinmelerini Hayal Ülkesinin Keşfi’ne ve Hazer İçin Birkaç Sarı Gül dermeye ve;

“Belki de zehir
mine’l aşk’ta değil
alınmadan gidilen
memnu bir hevestedir” (s. 283)

inancına göre uyarlamış sanki. Söylemekte beis görülmez umarım : Şiiri gibi yaşamı da 'merak' kışkırtıcı sayılır. Bir dönemden beriye gölge düşürebilmiş, şiiriyle mağrur,  gizli gezgin, gerektiğinde; "Artık Gelmem Otağınıza" diyebilmekle... Tarihin haksızlığına karşı! (Başkent Otağını hangi gerekçeyle terk etti, kendisinin açacağı bir soru(n)dur kuşkusuz.)

Uzak Asya’yı olduğu kadar, Toroslar’ın güneyini, Çukurova’yı anlamakla eşdeğerdedir Hüseyin Ferhad'ın şiirini anlamak. Belki de bütün 'kent' adıllı yerleri bırakmayı zorunlu kılmakta, şiire ulaşmak, kimbilir? O meyanda; doğulan, hayatla cebelleşilen, yara alınan ve ölünecek tüm yer'leri  benimsenmektedir elbette. Hayalindeki, 'sınır tanımaz' kişiliğe bürünüp baktığı coğrafya; "düştüm yine dikenli yollara" dedikten sonraki Hüseyin Ferhad’la hasbıhal için Kılıç İpekte Sınanır vesiledir. Şiirin de şairin de çağrışım pınarı tükenmez hasbıhallerle... Bu yüzden, huzur ve minnetle sürdürüyorum sokulmayı Hazer İçin Birkaç Sarı Gül’e.

Yolculuğu yolculuğumuzdur, dizelerin arasına süreceğimiz algı meleğimizle yoldaşlık ederiz. Hüseyin Ferhad'ın lirikası, mistik öğeler ağırlıklı. Şiir dili de coğrafyadan ve tarihten sızan buğuyla beslenmiş adeta... Işığa açık, haliyle; Türkmen, Özbek, Acem, Azeri, Arap vb. kaynaklı sözcükleri dizelerde
harmanlayıp, çarpıcı biçimde anlatıyı doyuruyor. Öylece hem Asya hikâyesini daha destansı söylemle tatlandırıyor, hem de kurgu, tarihsel yolculuk, ilginç kılınıyor okur nezdinde. Manas Destanı ile Oğuz Kağan Destanı ve Dede Korkut Hikâyeleri’ni örtüştüren  nakış kıvamı, kıl çadır
sıcağındaki biçemle, içerikle modernliğe uyarlanıyor.

Zaman tünelinde yolculuk ederken, yer yer bugünden uzak düşmüyor mu peki şairin
kurgusu, 'öteki'nin, şiir kişisinin silueti?

Dolaştığı toprakların enlemi-boylamı birbirine dolaşmıyor mu, bunca zaman kesişmelerinde?

Israrla ve titizlikle gittiği güneş istikameti, batıya sırtını, kuzeye sol omzunu dönmüş
gibi duran ret tavrı sayılmaz mı?

Asya'cılık; Türkistan'dan Ortadoğu ve Arap Yarımadasına uzanarak da ‘ilk kelâm’dan izleği
kapsayan tarihsellik ve bölgesellik, örneğin :

Turan fikri gözlerimi kamaştırır
ne tarafa gideyim söyle
Arabistan ki arz dairemin haricindedir
kime secde edeyim, söyle     (s. 256)

kavim ve ırk gözetme 'suçlamasıyla' karşı karşıya bırakmaz mı şairi?

Ferhad’ın dizeleri kuşkusuz estetik renk, ritmik tını ve bütündeki yeri ile zenginlik  katıyor bütüne. Tepki seziliyor; “Artık Gelmem Otağınıza”da yuvalanmış kıta’larda. Edebiyatta, özellikle şiirde önemli bir risk değil mi Bozkurt topraklarında bunca hayali/havai seyyahlık? Otağ ve step, kımız ve kılıç ve dişi kurt?

Hüseyin Ferhad'ın bütün şiirlerini okumadan önyargıda bulunacakları ayrı tutup, yukarıdaki sorulara sağduyu ile “evet” yanıtını verecek kişi çıkacağını sanmam. Şiirin yaşamsal kaynağını, özeğini, mayasını, suyunu, doğuş yolunu/güzergâhını, ilkesini,  yöntemini ve çilesini kavramış okur, anlayacaktır bu tümcedeki kaygıyı. Ayrıca, Kitap- lık dergisinin, 41. (Mayıs-Haziran 2000) sayısında yer alan, Birhan Keskin'in şairle yaptığı söyleşideki yanıtlar çok şey söylüyor bu konuda. Tadımlık babından şu kadarını alıntılamak isterim : "Şiir metafordur. Eğretileme, 'yerine koyma'. Bir işaret, bir çağrışımlar yumağı oluşturma. Nesne ve kavramlara başka anlamlar, tanımlar yükleme. Olayları, doğayı, insanları ve hedef kitleyi, 'tinsel evren' denilen kurmaca bir dünyada, atmosferde yaratma edimi. Çeşitli sözcüklerin anlam özelliklerini bir sözcükte birleştirme, o sözcüğün yerine kullanma sanatı, bir söz sanatı." Söz'ün şiir kılınması üzerine bu çok kesin/keskin görüşlere katılıp katılmamak ayrı ama düşünmekte yarar var. O nedenle, söyleşinin okunmasını salık vermemek haksızlık olur, Kılıç İpekte Sınanır'ı ve şairini daha yakından tanımak isteyeceklere.

Şiirin lirik ırmağına bir kez tin değdirmiş okur özümseyecektir;

"Dilan ki dişi bir papağan
gibi kusursuz taklit eder Munzur lisanını,
ne zaman rüyasına yatsam
kalbime doğrultur silahını.
Yıldızlarımız küs kalsın, ko
aşk cinleri öcünü alsın"  (s. 264)

dizelerini. Öyle ya,  şairin zaman gezginliğine sual olunur mu hiç? Hayat sürdükçe gezginlik bitmez... Şiir, çölün ve suyun anlamını kavramıştır bir kez. Dünya ile paylaşılan böylesi zaman tüneli, imgelerin hazzıyla da okuyanı hoşnut edecektir nasılsa.

Atalarının ayak izlerini  şiirsel dille bugüne taşındığını görmemek, algılamamak olur mu? Coğrafyanın ve tarihin giz-ağı altından çıkar(t)ılma madendir imge. Dilin gayretinden doğan eylem-edim-edinim... Ki güncelliğe değinen, dokunan/dokunduran izlekler az değil Ferhad’ın şiirinde. Gelinen zamanın akla ziyan değersizlikleri, hayata meze edilen, hayatı salaş dünyaya hapseden, kir ve çirkefe (dejenerasyon figürüne) dönüştürülen manzumesi görmezden gelinemiyor. Tarihin töre ve şiddet saltanatı ortamında bile, insancıl öğeler; aşk, tutku, sadakat,  ihanet, adalet, toplumun ve bireyin tutarlılık katıdır, yaşamla özdeştir. Çağımızda, yeni 'milenium' eşiğinde, bilgilenmenin, ünlenmenin (popülizmin) tozu  dumanı arasında, atalarının nal seslerini ezgiye dönüştüren şaman şair 'meraklı, minnettar' okurun muhatabıdır. Ortak lehçeyle dersek; 'rafine', 'süzme', 'saf' şiirdir, bu minvalde paylaşılacak.

Hazer İçin Birkaç Sarı Gül, Hüseyin Ferhad şiirinin biraz daha güneybatı istikametine dayandığının
ipuçlarını veriyor. Asya’nın ayak ucuna, yeniden Akdeniz'e yakın bölgeye. “Meydan Okumanın Tarihi”ne vardırıyorken sözü :

Geçtik kağşamış asma köprülerden
muhkem ve mutena köle pazarlarından
o rehin hayattan
kalbimiz ümide ve adalete teşne
Bir tarafta biz, bir tarafta Azrail
Ulan-Bator, İli, Zerafşan, Erdebil...”  (s. 315)

Şiirinin özgünlük huzmeleri, sözün benzersiz ses ve ritim adımlarıyla steplerden şehirlere ulanan yolun güzergâhıdır. Salt o değil, şiir kişisinin bireysel kıskaçları, teknolojik - ekolojik – sosyolojik kısa devreleri, kazaları, toplumsal potanın dışında bırakılmıyor. Şiirin bütününe yansıyan, Şamanca
direnç tutamaklarıdır. Öğrenmeye değer. O nedenle, tanrı, yer ile gök arasındaki bireye algı dünyası kadar görünür. Yokluk da varlık da doğadan mucizevi güç ve nektar alır, ve hayata  sunar. Bu öyle mucizevi bir alışveriştir ki ancak sözde/sözle kutsallığının anlamını 'teyit' eder, bulur. İşte şiirin fışkırdığı kaynak, diyebilir miyiz? Deriz, gönül rahatlığıyla.

Hüseyin Ferhad, Gök Tanrı'nın (dirimin) kozmik varlığını şiir ödülünde görüyor ki, Erlik Han’ın (ölümün) tecelli etmeden evvel doğayı musibetleriyle cezalandırdığını, destanlardan naklediyor. Şiirin evrenselliği, doğaüstülüğü soyutluğun, o tuhaf kozmosu, yaratmanın/yansıtmanın oluşuyla gerçekleşir yapıtta. Yeniden yaratmayla, ortak 'insan' diline dönüşür. Düşüncesi bile şiirin görkemini işaret eder. Bu da zamanın tümüyle şiire ait olacağını, öyle tasarımladığını onaylar. İnternet zamanında, antik, arkaik, otantik, kılcal ayrıntılarla damıtılmış, şiirsel söylemi açımlamaya yarar bir
de... Pekiştirilmiş söz yerine/gediğine oturduysa hoş sözdür, şaman şair indinde.  Şaman ki, yalnızlık (tanrısallık) hallerini ve düşlemlerini ustalıkla gizlemesini bilendir. Sonuçta, an’ı özümsemeyi başaran ve öznelliğiyle kendinde olan/kalan kendidir. Mezopotamyalı, Hattuşaşlı, Likyalı, Frigyalı, Persli, Iraklı, İranlı, Suriyeli; tarih dolu bellekle, Binbir Gece Masalları (Elf Leyle ve Leyle) aracılığıyla insanlığa armağan edilmiş pek çok yerleşimi, ve de İpek Yolu güzergâhındaki toprakları dolaşıyor Hüseyin Ferhad’ın şiir kahramanı.

Kılıç İpekte Sınanır buraya dek anlaşılmaya/yorumlanmaya çalışılan kimliğin yapıtıdır; Toplu Şiirler, kapağı altında... Ne var ki Hazer İçin Birkaç Sarı Gül ilk kez yayımlanan bir kitap. Hacmiyle ve içeriğiyle Toplu Şiirler havuzuna katılmış. Bütünlük itibariyle tamam, iğreti değil... Ama keşke ayrı bir kitap olarak çıksaydı önce, ve 'müstakil' bir varlık - betik şeklinde göz kırpsaydı, Hazer'den bu yana. Şiir dünyasına... Elbette, bu sitemimi saklı tutarak okudum Hazer İçin Birkaç Sarı Gül'ü. Belki tematik bir kitap olması, belki işinin ehli bir yayınevinden çıkması uğruna, belki de (toplu ya da tek) şiir kitaplarının  pek talep görmediği gerçeğinden hareketle kenetlendirildi, Toplu Şiirler cildine. Olsun! Asl’olan müellifin tercihidir. Naçizane, ‘müzmin şiir okuru’ olarak yorumumu yazıya ekleyeyim dedim. Zira bu saklı sitemi sözlü olarak iletmiş bulunuyorum Hüseyin Ferhad'a. Yani şairin malumudur meramım...

Tarihten indirme (indirgeme) ve tarihe, destanlara gönderme, kaynaktan yararlanma ustalığı, Hüseyin Ferhad şiirinin başat özelliğidir dense yanlış olmaz Sadece "Dişi Totemler, I-IX" okumak bile yeter, bu soruyu olumlu yanıtlamaya. Bütün duygusal ve düşünsel hallerin, estetik, sanatsal öğelerle, yani ritim ve ses değerleriyle ifade edildiğine kanıttır lirizmi.

Eyvanda ay aydınlığında
yârim Kur’an okurdu
Ebu Cehl’i benimle eşler
kalbime mim parmağıyla dokunurdu
Eyvanda ay aydınlığında
yârim işveyle soyunurdu
iki bacağının arasında
gri kelebekler uçuşurdu
Eyvanda ay aydınlığında
yârim çıplak uyurdu
Umay’a nispet yaptığını düşünür
avunurdu(s. 267)

Okur, Asya önlerinde, atlası dizlerine serili bir derviş 'tasavvur' edecektir, Hazer İçin Birkaç Sarı Gül'ü süzerken. Kuşkusuz öteki kitaplarda da en etkin izlek, tarih kişileri, ata toprakları ve mesellerdir, ama artık bir Hüseyin Ferhad patenti taşıyan biçem, burada daha olgun düzeye erişiyor. Güneye doğru viraj yaparak inen şiirsel yol, güneydoğu sınırlarımıza yaklaşıyor gibi. Şimdilerde  terinin tuzuna bulaştırdığı 'Arap Şiirleri'nin eşiğine... Eşleği (Ekvatoru) açıktan geçip, Bağdat ile Şam'ı ziyaret edip yeniden Akdeniz’e ayak basacakmışçasına; "Akdeniz'in  Sıfır Noktası"na... Dahası, bu gerçekleşmişti bir kez; Söyle Gölgen de Gitsin ile. Şiirinin mürekkebine katılmış defne ve palmiye, zakkum ve okaliptüs suyu ile kutsanmış Akdeniz'li söyleminde.

Şimdi, bu aşamada denebilir ki, okurun önüne serip üzerine eğildiği Asya haritası, bir kez daha gözden geçirilmeyi bekliyor. Zira aynı yerleri iki kez ziyarete ömür yetmez. Gitgide azalıyor yarınlar : Kalan yol da, ömür de ne ki? ‘Kâfi gelmez’ zaman, iki kez tatmaya hiçbir şeyi. Şiire berat gerekmez biliyoruz, ancak,  “İpek Yolu'nun şairi” diye anılmayı ya da şiirimizin Marko Polo'su sanını hak ediyor bence Hüseyin Ferhad. Şiirimizi bunca eski ama öz kaynaklardan motiflerle; özel ad ve olguyla, meselle ve çağrışımı derin sözcükle zenginleştirdiği için. Çağlar öncesinin değerlerini, günümüz
'postmodern' sorunlarıyla içselleştirip sunduğu için. Her türden yozlaşmanın, tüketmenin, kirletmenin ve vurdumduymazlığın zehirli etkisini, bilinçli bireydeki o sıkıntıyı ve hüznü tarihsel göndermelerle örttüğü için. Türkçe şiir söylemleri arasında, kendine has içerik ve biçem (ses, ritim, melodi)tutturduğu için. Şiir iklimini doğu ve güney yönlerinden esmiş step ve çöl imgeleriyle bezeyen ilk ve tek olduğu için. Dili steplerden kımız, afyon ve ekmek taşıdığı için. Sözün büyülü sofrasını tanıttığı için :

“Sofrayı bahçeye kur, Li
aşağıya, nehir kenarına
şöyle karşıma otu
güneş battıktan sonra
(s. 260)


dizeleriyle, kadını, cinselliği ve doğayı bir arada taçlandırıyor. Çin’den yaşamsal değer esintileri getirip bugüne serpiyor. Poetikanın ‘zaman ve mekân ötesi’liğini kanıtlıyor.

Kentler, obalar, nehirler ve dağlar geçtikçe, Hayal Ülkesinin Keşfi'ne daha bir hırsla sarılmış, söylemini bir 'yok ülke' ütopyası ile doyurup dinlendirmiş şair. Şiirimizdeki Şamanlığı tescilli şair artık O. Tescilli Asyalı. Coğrafyaya ve tarihe yasladığı şiir, sıradağlar oluşturarak yankılanıyor, modern zaman okurunun belleğinde. Hayatının kitabı, hayatının yazısı, şiiri uğruna yaşanmış, ve yaşanmakta olan bir ömrü anlamak basit iş değildir. Hüseyin Ferhad şiir varlıklarımızı zenginleştiren, mistik-arkaik öğeleri, duyarlıkları güncelleştiren bir şair. Kılıç İpekte Sınanır'da algılanacak, anlanacak ve anlatılacak öyle çok zaman, olay ve insan var ki, bir deryadır divanı. Kıraate ömür yetmez, biliyorum ama en iyisi dönüp yeniden ve yeniden okumaktır diyorum.

Elinden tef'in düşmesin, (ki ona -davul niyetine- tüngür, tokmağına da arban denir), gönlünden Kam'lığın eksik olmasın kardeş, diyerek, Hüsyin Ferhad’ın Hazer İçin Birkaç Sarı Gül’ünden alıntılamadan geçemeyeceğim bir şiirini naklettikten sonra bağlayayım sözü; sayfa 307’den :

Kanatlı Yılan, V

Onu sesinden bildim, Aşk’tı
Ayak tıpırtılarını aynaya tuttum
belleğimi suya ve ateşe
Onu sesinden bildim, Aşk’tı
Gözleri nasıl da parlaktı
nasıl da siyah ve masum 
Onu sesinden bildim, Aşk’tı
Sefih, aciz, ama yüce
kendini saklayamayacak kadar ketum

Onu sesinden bildim, Aşk’tı
Aşka benden daha muhtaçtı
Ölmeye, ölesiye sevmeye

Hüseyin Ferhad’ın Orta Asya’dan Küçük Asya’ya, yani Anadolu’ya taşıdığı zaman tozlarını tanımaya/anlamaya çalışırken, doğa tutkunu, ilk bitkibilimcimiz Hikmet Birand’ı andım sıklıkla. Sevgiyle andım. Step olgusunu Anadolu coğrafyasından okutmuş bir başka adı, değerli doğa öğretmeni, bilge insanı... Özel serüvenimin bir parçası saydığım, “Şairler İçin Derk Desenleri”
dosyamdaki  “Hüseyin Ferhad İçin”i yazarken, Hikmet Birand’ın Anadolu’yu anlatmasından yararlandım. Kesinlikle tasarlamadığım halde, şamanizmin uğurlu sayısı olan on birinci sırayı alan şiir, bu metinde söylediklerimin yoğrulup sıkıştırılmış özeti diye kabul edilebilir.


ŞAİRLER İÇİN DERK DESENLERİ :
(11)

Hüseyin Ferhad İçin

“Karaman Ovası’nda stepte gidiyorduk. Ay batmak, güneş doğmak üzere idi. Açık mavi gökte sabahçı birkaç yıldızın bile hâlâ feri geçmemişti, ışıldıyorlardı. Çok sürmedi, güneş gümüş kamçılarını sallamaya, ovada canlı ne varsa,hepsini uyandırmaya başladı. Sabah oldu.”  ***

Hikmet Birand

Sabah gözlerden başlar, geçer dizginlenmiş kalbe
balkıyan serinlik mi, yorgun dünlerin tortusu mu
anılar, raks eder rayların aynasında, rüzgârın mahur
fısıltısı diyarlarca yankı, çıldırtan hazdır uslu stepte
birkaç çiy damlasına değer şölen; hayalle olan arası...
oradan başladıydı sanki serüven, sürüp giden boy
süzülüp silinen ay, ölümü saymamış, ıskalamış gibi
sonsuzluk arayışında biz var mıydık, ayık mıydık
esrik mi, soy kütüğüne düşmüş betik defteri güneşin
derip bağlandığımız şevk, dilimize pelesenk oydu

Türkçe yolculuk aşkıyla akıyordu ipek an, ırmakta
travers kıyılarca, akış ki duyguları beslermiş en çok
öğrendik; bitkiyiz, özü öğrendik, eksileni sabahtan
gümüş belli kum saatinden, süzülendi toy ömrümüz
belki de kalandı, gri gölgeler uzayında sanrı, bizdik...
hiçbir şeycik mi çoğalmaz çiyden ve fosilden gayrı
eğreltilerdi birbirine doğru seğiren, tek çizgi ucu ok
raylar, ağlamaklı ip/ince yitip kopardı: son, leke bile
değilken dönüştüğü; her şey fer, içi tansık coğrafya
yıldızların değdiği, nereye göçse şaman, sabahtır hali
evet sabah, kor güllerce doğan, ilk armağanı Ülgen’in.

Türkçe şiirin uzaklara seslenen yapıtı, Kılıç İpekte Sınanır dolayısıyla, Hüseyin Ferhad şiiri için daha pek çok şey söylenebilir. Söylenecektir. Çünkü şiirimiz, bir ustasının daha adını tarih yapraklarına nakşetmiş sayılır. Ve büyük bir dileğini : Şaman kardeşliği şiirden uzak kalmasın... 

Bursa, Temmuz  2000 – Kasım 2001

** Hüseyin Ferhad, Kılıç İpekte Sınanır-Toplu Şiirler, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, Mart 2000.

***Hikmet Birand, Anadolu Manzaraları, (s. 5) TÜBİTAK Yay.  Popüler
Bilim Kitapları, 112, 3. Baskı, Ankara, Kasım 1999.


2 Temmuz 2010 Cuma

30 Yıl Sonra Yazko Edebiyat : Yaşar Miraç'la Söyleşi ve Bir Şiir(*)



göçmen

sevdalardan sevdalara
düşe kalka
yana güle
döndüm bir küçük
göçmenyıldıza

ışıklarımı türkülerimi
çaldım bir küçük
delişmensaza

gurbetlerden gurbetlere
yurdumdan
yuvamdan ayrı
halkımdan
sılamdan ayrı
döndüm bir küçük
yaralıkuşa

yeşillerimi gökçelerimi
bıraktım küçük
bir çalıkuşa

acılardan acılara
yalım yalım
için için
eridim yandım eridim

gecelerden gecelere
yıldız yıldız
yaşın yaşın
üşüdüm dondum üşüdüm

gemilerden kara kara
trenlerden indim bindim

uzaklardan uzaklara
ah hep uzaklara gittim

kömürleyin ocaklardan
demir bacalardan tüttüm

ah yurdumda gözde güldüm
kara ellerce derildim
el yurduna
uzaklara
gözden ırağo sürüldüm
ah yurdumda yahşi güldüm.

uğrun ellerce derildim
el yurduna
uzaklara
çorak toprağa dikildim

yanık bir türküyüm şimdi
çalar beni 
çalar beni
boynu bükük kırık sazlar
ağlar beni
ağlar beni
sılamda nişanlı kızlar
yazar beni
yazar beni
eğri büğrü elyazılar
uçar beni
uçar beni
bağrı yaralı turnalar
sorar beni
sorar beni
umut pınarım analar

«bitmez mi gurbet
bitmez mi

gece bitmez
gündoğmaz mı

acıdenen
kurt yürekten

direnince
kovulmaz mı

sevgi denen
yurt gurbetten

kurtulunca
şen olmaz mı»


analardan analara
yudum yudum
vurdum vurdum
emdim umudum büyüdüm

sevdaların acıların
gurbetlerin
gecelerin
üstün üstüne yürüdüm

Soru - İlk yapıtınız Trabzonlu Delikanlı’ya verilen TDK şiir ödülü ile başlayan bir yenilik var. Bu yeniliği nasıl değerlendiriyorsunuz? 


Yanıt - TDK ödülleri yakın yıllara değin genellikle edebiyatta on onbeş yılını geride bırakmış ozan ve yazarlara veriliyordu. Geçen yıl ve bu yıl bu durum değişmeye başladı denebilir. Özellikle şiirde ödül almak beş-on şiir yapıtı çıkarmadan ve dergilerde on-onbeş yıl görülmüş bir ozan olmadan olanaksızdı. Yaş olarak da bugüne değin şiirde ben yaştakilere ödül verilmiş olduğunu anımsamıyorum. Bunları biçimsel yenilikler olarak değerlendiriyorum. “Trabzonlu Delikanlı’ya” verilen ödül bence bir şiir anlayışını artık dostun düşmanın kabul etmesinin ve bu anlayışın kendini benimsetmesinin belgelenmesidir. Bu şiir anlayışını ben «Yeni Türkü» diye adlandırıyorum. Yeni Türkü öyle «şiir akımı» denebilecek kurallı dar bir olgu değil. Daha doğrusu «akım» sözcüğü ile karşılanabilecek fantastik bir olgu değil. Yeni Türkü yeni bir lirizmdir. Bu lirizm toplumcu şiirin artık Türk şiirinin odağında ilerlemesinin lirizmidir. Türkçenin doğal lirizmidir. Ben bu lirizme «Yeni Türkü» diyorum. “Türkü” sözcüğü ile lirik olanı karşılıyorum. Bunu kendi şiir deneyimden ve kuşaktaş olduğum ozan arkadaşlarımın şiir deneyinden çıkardım.

Fakat bu yalnızca yetmişli yıllarda ortaya çıkmış başka bir deyişle «gökten zembille inmiş» bir şiir anlayışı değil. Daha önce bizde bu şiirin ilk ustaları ve örnekleri yaratıldı. Örneğin Nazım Hikmet'in “masalların masalı”, “güneşi içenlerin türküsü”, “salkım söğüt", “Japon balıkçısı türküsü”, kuvayı milliye destanındaki ve Şeyh Bedrettin destanındaki bir çok bölüm, son dönem şiirlerinin çoğu. Örneğin Cahit Külebi'nin şiirleri, Mustafa Seyit Sütüven'in ilk şiirleri. Ben bu ozanları bu yolun ilk ustaları sayıyorum. İşte “Trabzonlu Delikanlı” ile bu anlayış ödüllendirildi. Bundan böyle “Yeni Türkünün” daha bir boyutlanacağını ve yeni yeni adlarla şiirimizin 2000 yılına doğru uzayacak sürecini en başta etkileyecek anlayış olacağını sanıyorum. Yani Trabzonlu Delikanlı Yeni Türkü için yalnızca bir başlangıçtır.

Soru - Bugüne değin yayımladığınız yapıtlarla kurmaya çalıştığımız «şiir dünyası»nı özetler misiniz?


Yanıt - Genç olmak genellikle işe yeni başlamak olarak değerlendirilir. Ben onbeş yılı aşkın bir zamandır sürekli şiirler uğraşıyorum. Bu uğraş öyle boş zaman uğraşı değil, bir yaşama biçimi olarak sürdü. Türk şiirinin geçirdiği evreleri kendimce yaşadım; hece, garip, toplumcu şiir hatta ikinci yeni ve divan şiiri (bir ara 25 divan kalıbından şiir yazdım).

Trabzonlu Delikanlı işte böylesi bir şiir birikimi içinde 'oluştu. Bu şiirlere gelinceye dek yazdıklarım kişiliğimden çevremden özümlediğim kültürden kaynaklanan bir akıcılığa, yalınlığa sahipti. Fakat o şiirlerde kendime özgülüğü belirgin bir şiir dili yaratmış sayılmazdım.

Bu aşama Trabzonlu Delikanlı'yla gerçekleşti; 1971'de yazdığım şiirlerle. Şiir işçiliği olarak o günlere dek okuduğum Türkiye şiiri ve dünya şiir tekniği benim için ipucu oldu, Fakat hep şunun bilincindeydim: Öyle bir şiir diline ulaşmalı ki bu dilin ürünlerini okuyanlar diğer ozanların şiirlerinden ayırdedebilsin. Yalnızca başka olmak yetmiyor. Bu başkalık sevilsin, beğenilsin. İşte bu düşünce beni lise son sınıfta ve daha sonraki iki yıl boyunca yönetti.

Sonuç: 1971'de yazılmış şiirler, 1975 Aralığında Militan'da yayınlanınca hemen ilgi gördü. 1979'da yapıt basılınca bu ilgi daha da arttı ve 1980'de TDK ödülüne dönüştü.

Trabzonlu Delikanlı için genellikle olumlu değerlendirmeler yapıldı. Yalnız benim, şiirini beğenmediğim ve bunu açık açık söyleyip eleştirdiğim (bence ozandan çok öyküzan olan) bazı kişilikler daha önce olumlu karşılayıp ya da susarak geçiştirdikleri şiirlerim için “sövgülerle” hep bir ağızdan koro oluşturmaya başladılar. Bunu da çok iyi anlıyorum. Günümüzde gerçek bir ozanın herkesçe sevilmesi büyük bir tehlikedir. Yalnız ozan olarak değil insan olarak da söylenebilir bu: Günümüzde bir insan eğer dürüst bir kişiliğe sahipse ve düşmanı yoksa, yazıklar olsun ona.

Trabzonlu Delikanlı için övgü niyetiyle edebiyat kamuoyumuzda “folklor öğelerini şiirde iyi kullanmış”, “türkülerden iyi yararlanmış” ya da türkülere öykünen halk şiirinden etkilenen akıcı bir şiir var” gibi değerlendirmeler yapıldı. Ben bu tür yaklaşımlarla şiirimin hiçbir ilişkisi olmadığını biliyorum.

Bu değerlendirmeleri «övgü» hiyetiyle de olsa benimsemiyor, edebiyatımızdaki değerlendirme düzeyinin sığlığına yoruyorum. Böylesi bir anlayışa uygun davranan, halk şiirinden, türkülerden yararlanan ozanlar var. Ben onlara «türküzan» diyorum; yani türkülere özenen ve öykünen anlamında.

Trabzonlu Delikanlı'daki şiirler için yalnızca «türkü» kavramıyla yapılacak değerlendirme eksik kalır. Hele türküden ne anlaşıldığı konusunda az önce söylediğim yaklaşımlar göz önüne alınırsa yanlış bir sonuca varılır. Bu yapıtta şiirin iç müziğinden yola çıkılmış bir «türkü» olgusu vardır. Bu müziğin tonu doğaldır ki kendimce özümlediğim bölgenin rengini taşımakta. Bunun yanısıra önceki soruda belirttiğim şiir deneyiminin yansıdığı da ortadadır. Örneğin birçok şiirseverin bu şiirlerde «aruz» olduğunu söylemesi bence doğrudur. O zaman o şiirleri yalnızca «türkü» ile açıklamak doğaldır ki yetersiz kalır. Konu olarak kendi yaşadıklarım, tanık olduğum olay ve çevre egemendir. Başka bir deyişle yerelden kaynaklanan bir şiirdir söz konusu olan.

İkinci yapıtım «Şili İle Söyleşi» 17 bölümlük uzun bir şiir. Burada da kendi söylemimi bu kez karşıt bir konu alanından yani evrensel sayılabilecek bir konu alanından başlatıyorum.

Gül Ekmek'te 1975-80 yılları arasında yaşadığım toplumsal savaşımla ilgili şiirlerimi topladım. Taliplerin Ağıdı’nda da yine bu dönemde yazdığım fakat «ağıt» türünde şiirler var. Bu iki yapıt karşıt uçlardaki ilk ikisine göre denge oluşturuyor bence. Trabzonlu Delikanlı’da başlayan şiir dili bu yapıtlarda da sürüyor. Bunu doğal sayıyorum. Bu son iki yapıttaki şiirlerin konu alanları Trabzonlu Delikanlı’daki işlenmemişlik durumuna sahip değil. Daha önce başka ozanlarca bu konu alanlarında birçok örnekler verildi. Bu yüzden ilk bakışta işim daha zor. Daha önce işlenmiş konu alanında şiirimin kişiliğini sınamış oluyorum. Bu şiirleri de “Yaşar Miraç'ın Şiiri” diye diğer şiirlerden ayırt edebiliyorlar. Bu şiirlerin sevilmesi, beğenilmesi, yaygınlaşması ancak «başarılı» olduklarını belgeleyecek. Ben bu konuda şimdiden bir şey söylemek durumunda değilim. Fakat Mehmet Doğan'ın Milliyet Sanat’taki (1 Ekim 1980) değerlendirmesini de hak ettiğimi sanmıyorum. Mehmet Doğan anımsadığımca “Yaşar Miraç'tan tek tek güzel dizelerin şiirlere serpiştirildiği yapıtlar değil daha yoğun emek ürünü yapıtlar bekliyoruz” diyor. Bu demektir ki “Gül Ekmek” ve “Taliplerin Ağıdı’daki” 55 şiirin hiç biri başarılı değil, şiir değil. Bu yargı bana çok ağır 'bir yargı gibi geliyor. Mehmet Doğan “bu yapıtlarda 'başarısız şiirler arasında serpişmiş iyi şiirler var. Oysa Yaşar'dan bütün olarak başarılı bir düzey tutturmuş şiir yapıtları beklerdik” deseydi ve ben bu görüşe katılmamış bile olsaydım karşılık verme hakkını kendimde görmezdim.


* 30 yıl önce yayınlanan Yazko Edebiyat Dergisinin ilk sayısından alınan bu söyleşi Yaşar Miraç'ın TDK Şiir Ödülünü alması dolayısıyla yapılmıştı. Söyleşi metnine bakıldığında Yaşar Miraç'a 2 soru gönderildiği ve Yaşar Miraç'ın bu sorulara yazılı olarak cevap verdiği hemen anlaşılıyor. Yaşar Mirac'ın buraya aldığımız Göçmen adlı şiir Yazko Edebiyat'ın aynı sayısında söyleşiden bağımsız olarak yayınlanmıştı.

Her ne kadar burada yayınladığımız söyleşide Yaşar Miraç oldukça iddialı sözler etmiş olsa bile bir süre sonra şiirle olan ilgisi azaldı, dergilerde görünmez oldu. Yazko Edebiyatın bu sayısında Afşar Timuçin 2 sayfa boyunca 5 kitap hakkında kısa değerlendirme yapmış. Bu kitaplardan birisi Yaşar Miraç'ın Taliplerin Ağıdı adlı şiir kitabı. Afşar Timuçin'in sözünü ettiğimiz kısa değerlendirmesini dergiden buraya aldık.

Taliplerin Ağıdı – Afşar Timuçin

Yaşar Miraç genç bir şair. Kendini çok değişik çevrelere benimsetmiş, kısa sürede ünlü olmuş biri. Üstelik çok yazıyor, eskilerin deyişiyle velûd. Şiir kaygısı gütmüyor çok zaman, sanırım yazmak ona bir iç tartışmanın, bir iç hesaplaşmanın değil de bir iç itkinin zorunlu sonucu olarak görünmekte. Kolay şeyler yazdığına bakarak çok kolay yazdığını söyleyemesek bile ürününün büyük bir düşünce olayının sonucunda ortaya çıktığını da söyleyemeyiz.

Dört kitap çıkarmış çok genç bir sanatçı (belki tezgahta dört kitabı daha vardır) külahını önüne koyup düşünmeli, nereden gelip nereye gittiğinin sağlam hesabını çıkararak. Yaz arkadaş, çok güzel yazıyorsun diyenler insanı yarı yolda bırakıverirler, geriye tutunamamış 'bir şairin tedavülden kalkmış 'bir yığın şiiri kalır. Yaşar Miraç'ın son kitabı Taliplerin Ağıdı'nı okurken bunları düşündüm, üzülerek düşündüm. (Taliplerin Ağıdı, Yazko, İstanbul, 1980).