İnsanın doğal ve toplumsal varlığını öncelikle gözönünde bulunduran her büyük şair yalnızca dolaysız özgürlüğü ister ve yapıtı yalnızca onu vadeder. Bireyci ya da toplumcu, yapıtın nesnelleştirdiği yadsımanın ve başkaldırmanın yöneldiği tek amaç tüm kuralların, sınırlamaların, yasaklamaların ve elbet yoksunlukların kaldırılmasıdır. Bu kurtarıcı kimliğin bilici bir kimliği gerektirdiğini de unutmamak gerekiyor: Şarkısıyla ölümü bile yenen Orpheus yetinemez sevgilisini geri almakla, yeraltı dünyasının “gizini” öğrenmek ister. Dönüp bakacaktır. yitirse de. Özgürlük yitirmeyi göze almayı gerek-tirir çünkü. Şiirin bu temel yönsemesi, insanın ilk çağ tanrılarının dünyasından kopup kendi dünyasına yerleştiği yeni zamanlarda da değişmez. Daha gelişir tam tersine, dizgeselleşir. Her türlü yetkenin baskısından, horgörüsünden arıtılmalıdır ruhsal ve toplumsal varlık, yoksulluktan kurtarılmalıdır. Doğanın efendisi olmak yetmez. Kendi kendisinin efendisi olmalıdır insan. Shelley'i analım: “Dünyanın kabullerıilmeyen yasa koyucularıdır ozanlar.” Kabullenilmeyen: çünkü karşı-yasalardır önerdiği: Eşitsizliğe karşı eşitlik, açlığa karşı tokluk, zorbalığa karşı hoşgörü, boyuneğmeye karşı seçme ve söz hakkı, çalışmaya karşı oyun. Bu istekler şairin “lanetlenmişliğinin” nerden kaynaklandığını yeterince açıklar. Yine bu istekler, son kertede, şiirin tarihine başkaldırmanın tarihi olarak bakmamıza da izin verir. Çünkü şairin özgürlük isteği ve vaadi. içeriğini dışlaştırış biçimi ne olursa olsun, verilmişin ve kurumlaşmışın yadsınmasını öngördüğünden siyasal bir istektir. Milton “Yitik Cennet’de” dinsel eleştiriden siyasal eleştiriye geçiyorsa boşuna değil. Özgürlüğün mümkün olduğu tek yer var çünkü: Dünya. Dünya dönüştürülmeden insanca yaşama olanağı yoktur. Budur şairin imlediği. Korkudan dili bağlandığında bile:
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru
O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış
Ezilmiş, hor görülmüş el emeği, göz nuru
Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş
Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın
Shakespeare'in sonesi doğrudan bir başkaldırmayı öngörmez, kuşku yok, ama bu eleştirinin, imlediği düzey konusunda herhangi bir yorum gerektirmediği de açık. Horgörü, yetke, sömürüdür “dark lady” ve “sevgili dost” arasında duran ve onbeşinci sonede değinilen “zamanın çöküş'le söyleşmesi” ancak bu somut - tarihselde insanal içeriğine kavuşabilir. Çünkü Marense'yi izleyerek: “Zamanın akışını durdurma çabalarını harekete geçiren, zaman ile baskı düzeni arasındaki anlaşmadır”2. Bu anlaşmanın kuramsal özünü Walter Benjamin'in bir yorumlamasında bulabiliriz: “Tarihin sürekliliğini kırmak konusundaki bllinçli istek, eylem anında devrimci sınıflara özgüdür. Bu bilinç Temmuz devrimi sırasında kendini göstermiştir. Savaşın birinci gününün akşamında. bir kaç yerde aynı anda, fakat birbirine bağlı olmaksızın Paris kulelerinin saatlerine ateş edilmiştir.3” Zamana ateş açılır, çünkü şunlardır bu zamanın imlediği kıtlık, baskı, zorlayıcı çalışma. Şurası kesin: «Yitik cennet» düşü, bütünüyle bu dünyada gerçekleştirilmesi istenen bir düştür.
Şiirin “özgür oyun” olarak da büyük ölçüde bu siyasal yönsemeye eklemlendiği söylenebilir. Çünkü oyun, özü gereği kurallan bozar ve kururulaşmaya izin vermez. Her dakika yeni bir öge bulucu yanıyla, oyun doğrudan doğruya imgelemin buyruğundadır. bu yüzden de her türlü kurgusallığı öngerektirir. Zorlayıcı çalışma ve yasa dünyası kalıplaştıncıdır, orada kullanılan dil de. Bireye ya boyun eğdirir bu dil ya uyumlandırır onu. Oysa şiir büyük bölümüyle imgesel düzeye özgü bir üretim olarak her türlü fantazi’ye açıktır. Bu fantazi tannlara bağışlayıcılcezalandırıcı bir güç yükleyebildiği gibi onlan öldürebilir de. Oyun kurumsal gerçekliği ve hiyerarşik düzenlerıişi bozar. Şiirsel dil, en amaçsız göründüğünde bile yitik cennet’e”, yani yasaklanmış olana gönderir. Özgürlüğün imlenrnesi, egemen sınıf söyleminin dıştalanması anlamına gelir. Budur faşizmin büyük bir şair yetiştirememesinin nedeni. Hemen akla gelebileceği için burada Ezra Pound'la ilgili bir ayraç gerekiyor: Pound'u doğrudan ve katıksız bir faşist sayamayız. Çünkü Pound faşizmin bir ideoloji olarak gelişip serpilmesi ve iktidan ele geçirmek üzere örgütlenmesi sırasında ortaya çıkmamış, dolaysız bir faşist söylem geliştirilmesine katkıda bulunmamıştır. Bir sonradan katılmadır Pound'unki. Şairin seçkinci tutumu öğretide kendisini kolaylıkla dışlaştırabileceği ögeler bulmuş, zaten mevcut olan “entellektüel” horgörüsü baskıcı yönetimin doğal bağlaşığı olmuştur.'
--Bu metnin devamı var—
(1) Shakespeare: 66. Sone, çev: C. Yücel, Her Boydan, s. 39, SHD yayını.
Aynı sonenin bir başka çevirisi için bak: W. Shakespeare, Sotıeler, s. 79, Çev: S. Bozkurt - B. Bozkurt.
Alıntıladığım mısralar bu kitapta şöyle çevrilmiştir:
“Hayasızca yerinden edllmesinden pırıl pırıl namuslu kişinin
Tertemiz genç kızın hoyratça kötü yola itilmesinden
Gerçek yetkinliğin haksızca çarpıtılmasından
Aksayan yöneticilerin yönetımi güçten düşürmesinden!
Sanatın dilinin bağlanmasından yetkili kişilere”
Kuşku yok: İngilizcesine uygundur bu çeviri. Gelgelelim, uygun olmadığıdır önemli olan: şiir.
(2) H. Marcuse, Aşk ve Uygarlık s. 262, çev: S. Cağarı, May Yayınları, Vurgulama benim.
(3) a.g.e.,
(4) Drieu la Rochelle ve Celine gibi yazarların faşizmle ilişkilerinin ayrıştınlması gerekir elbet. Sanatsal düzevle siyasal düzeyin örtüşüp örtüşmediğlnı, metinde nesnelleşen içeriğin hangi söylem kipine eklemlendiğini bu ayrıştırma ortaya koyabilir ancak.
* Bu metin Yazko Edebiyatın Kasım 1980 tarihli ilk sayısından alındı. Ahmet Oktay’ın Dergide yayınlanan Özgürlüktür Şiirin İmlediği yazısının yaklaşık yarısını buraya aldık. Bir süre sonra Ahmet Oktay bu yazısını Bir Arayış’ın Yazıları, Bir Yazı’nın Arayışları adlı kitabına aldı. Ahmet Oktay’ın o dönemde yazıklarını merak edenler bu kitabı arayabilirler.