18 Mart 2011 Cuma

Mahmut Temizyürek - Ülkü Tamer Adlı Çocuğun Savunması(*)

Güya Marks’ın annesi şöyle diyesiymiş: “Oğlum avukatlığı bırakmasaydı, çok büyük bir adam olurdu”.
Ben de Marks’ın annesine öyküneceğim: Eğer Ülkü Tamer, İkinci Yeni gibi, Türk şiirinin en büyük modern atılımının içine boylu boyunca dalmasaydı ve yalnızca halk şiiri tarzı şiirler yazsaydı, onu büyük bir halk aşığı olarak anardık, diyeceğim. Aslında öyledir; bu yanı, onun üzerinde en az durulmuş yanıdır. Tamer’in halk şiiri tarzında yazdıkları, yazılırken bestelenmiş gibidir. Kim bilmez, Memik Oğlan, Atlının Türküsü, Mayıs Tarlasında Maniler, Üşür Ölüm (Hasan Yükselir ne güzel okuyor!) ya da  Güneş Topla Benim İçin’i. Bu türkülerin müziği de büyüleyicidir ama o ezgiye o duyguyu kazadıran da sözleridir.
Ülkü Tamer şiiri içinde, şimdilik, lezzetli “Antep fıstıkları” gibi duruyor bunlar, diyelim. Onun şiirinin asıl gövdesi İkinci Yeni içindedir. Ancak hem biraz geç katılmış olmakla (İlk şiiri 1954’te yayımlansa da, ötekilere göre geç), hem de oval bir şiir kurmakla (köşeli değil), o gövdenin içinde kalmıştır.  O gövdeye dirilik ve güç kazadırmış bir şiirdir, gövdenin kurucusu öğesi değil. Belki o yüzden az görüldü. Ancak, dallara su veren kılcal damarlar gibi akışkan ve zengin bir şiirdir bu. İkinci Yeni şiir yolunun, kurucu öğesi olmasa da  yalın kılınç delikanlısı olarak yeni temalara atılmaktan kaçınmayan, her yönüyle serüvenli bir şiirdir. Öyle bir serüven ki, şiiri, Cemal Süreya’nın deyimiyle adeta Nuh’un Gemisi gibi. Yeni bir hayatı tatmanın sevincidir şiire getirdiği. Yeni bir hayata dokunmanın, onun dokunsal hazzını, yeryüzünün tüm nesnelerine yaymanın, her bir nesnede öznenin neşesini bulabilmenin şiiridir. Soğuk Otların Altında, “Otların soluklarına yanarak” başlanmış bir yolda, acaip ve türlü “donlar” giyerek dolaşan o eski güvercin, Ülkü Tamer’in çoğunlukla gökyüzünde dolaşan şiiri olur. Gökyüzünde dolaşan ve biricikliği her parçasında görülen bütün bir şiir.
Hem eskileri içermek hem de tazecik kalmak, (“her sabah uyanır/yıkar kelimelerini/harflerini tarar”) ustalığını bile bile saklayıp, acemi, dahası esrik taklidi yapmak. İlhan Berk’in son zamanlarda ısrarla dillendirdiği “acemi şiir”in ağabeyi denebilir Ülkü Tamer için. Bütün şairleri acemiliğe, o ilk âna davet edercesine acemi. Çocuk ve Allah’daki kamaşma hali, en canlı biçimiyle Ülkü Tamer’de devam eder. Daha dünyevi, acar, hatta haylaz denebilecek bir çocuk vardır şiirde; onun gözünden izlediğimiz yeryüzü mahlukatı, özellikle atları, silahları ve haydutları... bütün kötülükler insanı güldürmek için vardır sanki. Ülkü Tamer, her ortama dalmaya hazır bir çocuktur şiirinde. “Çocuğun savunmasısıdır” onun için şiir.
Kasten acemi bir şiir; belki de bu yüzden oyunbaz bir şiirdir, her an şakanın içindedir, alışılmadık, deyim yerindeyse “deneysel bir şaka”nın. Oturaklı, ağır delikanlı oluşunu kırmak için iliştirdiği, özenle iğreti bir sözcüktür onun sekmesini, sıçramasını sağlayan. “Dün bazı sulara eğildin, bazı geyikler özledin; saçları uzundu galiba.” Sanki sakar bir ata binmiştir şiir; iki anlamda da sakar, anlında bembeyaz, güvercine benzer bir lekeyle sakar, bir de sakar bir at işte; tökezler, en olmadık yerde kişner, suvarisini zorda bırakır filan... Beri yandan, yola gitmiyor da yolun kendisi oluyordur, öylesine uzun ve ince bir sakar.
Daha doğrusu şunu demek istiyorum; şiirine aldığı nesneyle özdeşlik düzeyinde bir ilişki kurar, erir içinde onun, o olur. Bu, ölüm de olsa böyle. “Ölüm en uygun durumu yaşamın”. Bir başka dize: “En kötü alışkanlığım benim ölmekti durmadan/Bir kamyon geçince ölmek, camilere girince/Utanınca büyüklerden ve bahar yollarından,...”
Aslında nesnesine dalma hali değildir bu. Nesnenin şiirde kımıldanışını sağlamak için bulunmuş bir yöntemdir. Nesneyle ürperilmelidir, onun soğuğuyla, sıcağıyla, dahası, onun ışığıyla. Belki de en uygun niteleme, “nesneye düşen ışıkla ışıma ışıma hali” demek olabilir.
Dili mahsustan dolaştırmak, kekeme bir sesi oluşturmak, sekmek üzerinden, imgelerin saçmaya en yakın, en uç değerlerini metne koşmak, alaysı bir edayı, hiçbir varlığı incitmeden taşımak, dokunduğu herşeyde yaşama sevincini ayaklandırmak. Şiirde fovizm olsaydı, Türkiye’nin baş fovist şairi derdik ona. Renkleri o kadar parlak ve boldur.
Tabii, sürgit böyle değil. Şairin kırıldığı, daha doğrusu içerlediği bir zaman var. Belirgin biçimde 1970’lerde, (en delikanlı takvimde) dünyanın lanet ile umut arasında salındığı yıllar. Türkiyenin alacakaranlığı, Vietnam Savaşı’nın en kanlı dönemi. Hollywood Amerikası’nın, katliamı örtmek için, Bob Hope kılığında iğrenç sırıtkanlığının görüldüğü yıllar daha belirgin olmak üzere, Gök Onları Yanıltmaz’da işaretini veren, İçime Çektiğim Hava Değil Gökyüzüdür (1966) ile belirginleşen, eski neşesini yitirmiş, bir kırılmanın, bir burukluğun hafif kekre tadını taşıyan dönemdir bu dönem. Bu şiirlerde de şair ışıma halindedir ama, biraz daha kasvetli bir sevinçle. Bunu en belirgin biçimde taşıyan şiir, kuşkusuz Bir Soyguncunun Yüzü’dür. “Artık yüzün/Yaşlı bir adamın yaşlanmaya başlamış yüzü/Uzun süredir yolcuların inmediği/Bir hanı andırıyor gözlerin” dizeleriyle başlar ve bir çağrıyla biter: “Çık güneşe, yeni bir ateş kur/Herkesin, ama yalnız ikimizin boğasıyla”.
Artık imgeler bir ağır çekim içindedir, ütopik uçuculuğunu yitirmiş, hüzünle bir yerçekimi bilgisi kazanmışlardır; uçarılıkla gökyüzüne baka baka yürüyen şair, (“Gökyüzü ayaklarımın ucundan başlıyor”) artık başını eğmekte, kendinin tuhaf bekçisi olmakla, kendinin bekleyicisi olmak arasında düşünceli bir kırılganlıkla ilerler. Dünya, yalnızca sevincin yaşanacağı bir yer değildir, soğumanın ve tiksintinin, hüznün ve kederin de mekanıdır. Ülkü Tamer, bu deneyimi şiir serüveni içinde en şeffaf yansıtan şairlerimizdendir. Dünyayı gövdesinin içinden geçirir sanki. Bir zamanlar bir oyun alanına, bir film platosuna dönüştürdüğü dünyayı, platonun yaldızları dökülüp başkalaştığında, ardından sırıtkan kötülük çıktığında, o başlangıca dönmeye hazırdır: “Evet yapacak ne var ki/Otların uykusunu uyumaktan başka”. Bir pişmanlık durumu değil asla, bir kırılmışlık durumu.
Başlangıç, “Soğuk otların altında büyeyen çocukların” yeriydi. Ölüm ile çocuk arasında kurulmuş o büyülü dünyayı yeniden kurmak; bu çaba, kişisel mitolojisini yeniden kurma çabasıdır. “Belirsiz bir mitoloji adına nesnelerin ilk envanterini çıkarıyordu sanki. Daha doğrusu böyle bir envanterden bir mitoloji yaratacak gibiydi” demişti Cemal Süreya 1967’de. Sonra ne dedi, bilmiyorum ama, yazdıklarını yorumlama, onlara bir poetik anlam yükleme çabası ağırlıktadır Ülkü Tamer’in sonrakilerinde. Sıragöller (1974) çoğunlukla şiir üzerinedir. “Yanadağın üstündeki kuştur şiir” ya da “Çocuğun savunmasıdır şiir”.  Yeniden daha tutumlu biçimde Tabiatın Bahçeden Görünüşü gibi, eski “uzmanlık alanlarına” bir dönüş olsa da, yaşananlardan duyulan sıkıntı öne çıkar; içinde ironi taşısa da kederi belirgin şiirler öndedir: “Yaz”, “Ay Yolunda”, “Çocuk ve Şehir”, “Ölüm Seçen Çocuklar” “Bir Mektup”, “Allende İçin” , “Fevzi Paşa”... Şiirle kurulmuş teatral neşenin oyuncusu Virgül’ün oyunbazlığı gitmiş, olgunlaşmış, ölümün yırtıcı ağırlıklarını tatmıştır; kötülükleri tanımış bir “suçsuz adam” iyice görünür olur. “Acının çetecisi, hüznün haydutu” olarak (Hüseyin Peker’in dizelerinden ilhamla) iyice belirginleşir, Antep Neresi’nde...
Onu artık çok az görüyoruz (Tabii, şiiriyleyken). Dolayısıyla ve doyasıya merak ediyoruz: Çocuk kendini nasıl savunuyor? diye.
Ve tabii özlüyoruz; ah güzel abim!


* Zamanında yani bundan tam 10 yıl önce şair yazar Mahmut Temizyürek adanasanat.com'da yayınlamamız için mevcut yazılarından birkaçını göndermişti. Bu yazılardan birisini buraya aldık.