İkisini de masama koyuyorum: İstanbul'u ve İstanbul Kitabı'nı. Birincisi Ankara'da basılmış. «İstanbul» başlığı ayrı bir kağıda basılıp kapağına yapıştırılmış. Abidin Dino'nun düzenlemesiydi kitap. Kapağın en yukarısında «N. İlHAN BERK» adı yazıyor. Sonradan attım o «N» yi adımdan. Aslında, bir bakıma, «N. iLHAN BERK» in «iLHAN BERK» den, şiirin ozanından öç alması bu. Uzun yıllar yok saydığım bir kitap ikinci baskısını yaptırarak benden öcünü aldı. Üzerinde bir yayınevi adı bulunmadığına göre parasını ben verip «Sakarya Basımevi»nde bastırmışım. Parayı nasıl buldum? Ansımıyorum, belki de borç aldım. Aldığım borcu kim verdi? Ödedim mi? Bunu da ansımıyorum. Şimdi önümde duruyor. Bir barışma mı? Sanmıyorum. Çünkü şiir ozanını bağışlamaz. İkinci baskısının yapılmasına, ödül almasına karşın beni bağışladığını hiç sanmıyorum.
İstanbul benim dünyamdı. Uzun aylardan sonra koşarak geldiğim, yaşamaya ve çoğalmaya geldiğim bu kent, coğrafyadan çok tarihti. Tarih sandığınız anda da bir yeryüzü ve zamanın içinde bir zamansızlıklar atlası. Nerede olursa olsun, adımımı ilk attığı m anda yenilmeye başladığımı görmüşümdür. İçine girdikçe dışına fırlatmıştır beni, bir merkezkaç gücüyle. O güçle dolaşıp durmuşumdur çevresinde, «Motosiklet ölüm üstüvanesi»nde dönermişim gibi. Dönme durur ve insan düşer. Düşünce, yenilince kapısından içeri girebilirsiniz.
İstanbul'la, İstanbul’un ve küçük insanların mitologyasını kurmaya çalışmışımdır. Bilindiği gibi şiir insanın mitologyasını kurma savaşıdır. Bu yüzden İstanbul Kitabı'nın ikinci bölümüne «Mitologyalar» adını vermem boşuna bir rastlantı değildir. 30-35 yıl önce yaptığım işe adını vermişim, aynı serüveni bir kez daha yazmışım.
ŞİİR ANLAYIŞIM
Çok ters gibi gelecek ama, benim şiir anlayışım yer sarsıntıları gibi bozulup bozulup yeniden kurulmuştur. Düz bir çizgi göstermez. «Anlayış» kavramı bana göre değildir. Hiç değilse ben böyle anlıyorum. Şiirlerim, şiire değgin yazdığım tüm yazılar bunun doğrulanmasından başka nedir ki?
Şiir yazan adam yenilgi ve bozguna yargılıdır. Bütün şiir tarihi yenilgilerin tarihidir. Büyük ozanların tümü yenilgi fermanlarını boyunlarında taşırlar. İsa’nın kendi haçını Golgota tepesine taşıması gibi. Ronsard, Baudelaire, Verlaine, Rimbaud, Mayakovski. Yesenin, Arthaud, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Nazım, Dranas, Necatigil, Cahit Sıtkı, başka? Poe, Dylan Thomas hepsi yenilmiş insanlardır. Yengiyle şiir yanyana olmamıştır hiç. Tanrılar tarafından bir kayayı bir dağın tepesine yuvarlamaya yargılanmış Sisyphe'ten ne farkı vardır ozanın? Dağın tepesinden eteklerine yuvarlanan kaya tekrar tepeye çıkarılacaktır. Sonsuza kadar. Çünkü ozan sonsuzluğa inanır! Ozan, sürekli bir «Prometheus durumu» yaşar, tıpkı «Sisyphos durumunu yaşadığı gibi. Ozan da «Prometheus» gibi iki kavramı değer olarak benimser: bilinç ve özgürlük. Zeus, Prometheus'u kayalara zincirlediği zaman kurban bir bilinç durumu yaşar, yenilgisinin bilincini, tıpkı Sisyphos gibi. Prometheus'un durmadan karaciğerini yiyen kartala ve sonsuz acılara katlanması onun sürekli özgürlüğünü oluşturur. Ozanlık bir seçmedir, yaşama biçimidir; bu yüzden şu ya da bu şiir anlayışı içinde olmuş bunun hiçbir önemi yoktur. Ozanın bir yaşama biçimini seçmesi önemlidir. Benim için şiirin ve ozanın üç simgesi vardır: Prometheus, Sisyphos ve kendi küllerinden doğan Anka. Çünkü cehenneme nasıl katlansın. Bir ozanın çağı kendi cehennemidir. Her ozon o cehennemi yaşamalıdır; bunsuz ozan olunmaz.
Şiir ister sözcüklerle kurulsun, ister imgelerle. Bunların önemi yok. «Söz» bir araçtır, «dil» bir araçtır. Bunlar şiirle özdeşleştikleri zaman ozan yenilgiye yazgılı «Fatih» durumunu yitirecektir. Ozanın yerine şiir ve «poetika» geçecektir ve kendi kendisinin amacı olacaktır. Duragan bir durumdur bu. Kendi kendinin amacı olmak ölümle eş değerdedir. Ozan yenilgiyi seçmiştir, ölümü değil. Öyle sanılır ama ölüm yenilgi değil, eksiksiz bir yengidir.
Şiir anlayışım benim yaşamamdır, tıpkı Prometheus gibi, Sisyphos gibi, kendi küllerinden doğan Anka gibi.
NECATİGİL ÖDÜLÜ:
Bu ödül büyük bir yenilmişin adına konulmuş ödüldür, bu bakımdan benim için çok değerlidir. Necatigil'e ozan olarak, insan olarak büyük saygım ve sevgim olmuştur. O bir «saklı su» şiirini yazıyordu. «Saklı su» kavramı yukarda andığım üç kavramla eş değerdedir. Necatigil, insan ve ozan olarak, utkuyu seçmemişti. Utku'ya üniforma gereklidir, oysa şiir üniforma giymez; saydamdır, çıplak dolaşır. Şiire en çok yakışan «ünvan» bu iki sıfattır. Necatigil bütün yaşamı boyunca bunları büyütmek için kendi kanını vermiştir.
«Necatigil Ödülü» yaşadığımız bu çağda bir yenilmişlik diploması olsun isterim; sürekli bir uzlaşmazlığı simgelesin isterim. Ülkemizdeki ödüllerin hemen hemen tümü uzlaşmaya adanmış görünüyor. Bu yüzden de gözümde hiç birinin önemi yoktur. Uzlaştığınız anda artık ne Sisyphos'luğunuz kalır, ne Prometheus'luğunuz, iğdiş olmuşsunuzdur artık.
* Bu yazı 30 yıl önce Yazko Edebiyatın Ocak 1981 tarihli Yazko Edebiyat Dergisinin 3. sayısında yayınlandı. O günlerde nelerin yazılıp çizildiğini hatırlatmak amacıyla İlhan Berk'in bu yazısını dergiden buraya aktardık.