Sanırım 1981 veya1982 yılıydı. Hürriyet Gazetesi küçük boyutlu bir pazar eki vermeye başlamıştı. Bu pazar eki veya dergide o güne kadar adını duymadığım, yazılarını okumadığım Aydın Boysan adında bir yazar vardı. Aydın Boysan tarafından kaleme alınan yazıları mutlaka okurdum. O günlerde merak ederdim; Aydın Boysan madem bu denli keyifle okunan yazılar yazıyor ve bu kadar bilgi biriktirmiş ama bugüne kadar nerelerdeydi? Yoksa Aydın Boysan takma bir ad mıydı?
Daha sonraları Aydın Boysan Hürriyet gazetesinde Pazar günleri yayınlanan yazılarını bir araya getirip kitap olarak yayınladı ve kendisinin ünlü bir mimar olduğunu öğrendik. Aydın Boysan'ın ilk baskısı 1985 yılında yapılan Yalan adlı kitabında yazarlığa nasıl başladığını açıklayan bir yazı bulunmaktadır. Aydın Boysan'ın Yalan adlı kitabını henüz edinmemiş olanlar için bu yazıyı buraya aktardık
Olayların Akışı - Aydın Boysan
79 yılı başlarında, bir konuşma çağrısı aldım. Bir derneğin düzenli yapılan yemekli toplantısında, yarım saatlik bir konuşma yapmalıydım. Konu da mimarlık olmalıydı.
<<Yok canım! Biz mimarlar, daha kendi aramızda mimarlığın ne olduğunu birbirimize anlatamıyoruz. Ortak dil hayal... Alfabede bile anlaşamadık. Nerede kaldı size dert anlatmak? Bağışlayın yapamam...>> dedim.
Bırakmadılar. <<Konuş da, ne konuda olursa olsun!>> dediler. Bu incelik karşısında kıramadım, kabul ettim. O anda aklımda herhangi bir konu yoktu. Düşünecektim. <<Şimdi ne üzerinde konuşacağımı bilmiyorum. Dediğiniz günde gelir bir konuşma yaparım,>> dedim
O gün geldi. Lacivert elbise giydim. Koyu kıravat taktım. Düz lacivert palto ile lacivert kaşmir atkı... Siyah gözlük... Kafamda da geniş kenarlı bir Borsalino fötr şapka. Uçmasın diye paltonun yakasına ince bir lastik ile bağlı. Aynaya baktım. Eksiğim yok. Gittim, büyük otelin kapısından girdim. Merdivenleri inip toplantı salonunun kapısına vardım.
Başkan, eski bir dostumdu. O bile yanıma gelinceye kadar tanımadı. Selamlayınca, şaştı kaldı. <<Bu hâlin ne be? Mafya babaları gibi ...>> dedi. Endişemi anlattım. <<Sizin kulübün üyeleri, beni başka türlü önemsemezler de>> dedim.
Konuşmayı yaptım. Yanılmıyorsam severek dinlediler. Seçtiğim konu <<mizah>> idi. Hemen arkasından, aynı kulübün başka bir kolundan bu konuşmayı tekrarlamam önerildi. <<Olmaz. Size de ayıp, ben de sıkılırım. Yenisini hazırlar konuşurum>> dedim. Bu konuşmayı da yaptım. Konu yine <<mizah>> idi.
Tam bu sırada, öldürücü olabilecek bir alkol vurgunu yedim. Müzmin demcilikten ömür boyu emekliye ayrıldım. Bu emekliliği hak etmediğim düşünülemezdi. Canla başla yaptığım hizmet, kırk yılı bulmuştu.
Bu kırk yıl içinde, yaşayışın bıktırıcılığında iki kadehle kurtulmayı başarabilen çelebilerden, biraz daha coşkulu içen dünya şirini pek çok insan tanımış, sevilmiştim. Garazsız-ivazsız can dostlar kazanmıştım. Ama içkiden başka umudu olmadığını sanan zavalılar da görmüştüm.
Ben de gün olmuştu, <<şişebaşı>> yapmış, sıkıntılarımdan kurtulacak neşeyi bulmuştum. Ama gün de olmuş, büsbütün hüzünlenmiş, güzelim zamanları katletmiş gitmiştim.
Olmuştu bir kere. Koskoca kırk yıl geçtikten sonra, özeti bu kadar şiirden yoksun muydu? Evet... Bu kadar yoksundu.
Ben hep sanmıştım ki, akşam olmadan neşelenilmez. Yudum almadıkça, surat asmak doğaldır. Oysa bir de baktım ki, sabah bile neşeli uyanmak olasıdır. İki kez, bir damla alkol almadığım 2 yıl içinde, bizim pazartesi demcileri düzenli katıldım. İkinci bardak sudan sonra da, büsbütün kafayı buldum.
40 yıldır tüm çalışma gün ve saatlerini, gerektikçe hafta sonlarını ve geceleri, mesleğim olan mimarlığa ayırırım. Bu, bugün de böyledir. Şimdi de arada bir Babıali'ye gitsem, hafta sonu, oturur, mesleğime olan zaman borcumu öderim. Bu, 40 yıldır ekmeğimi kazandığım işe karşı bir vicdan hesabıdır.
Müzmin demciliği bırakır bırakmaz, bir de baktım ki ömrümde, sarsıntılı ve korkunç zaman deplasmanları var. İçki ile hırpalanan serbest zaman, birden boşalıverdi. Hani o uyku ile, geçim parasını kazandığımız zamandan artan 8 saat var ya! O.. Aslında ötekilerden de fazla bu... Çünkü, hafta sonu da buna katılıyor.
İşte o, batasıca deyimle, <<boş zaman>> dedikleri şey...
Bu kısacık ömürde, boşuna zaman mı geçer hiç? Boş vakit geçirerek zaman öldürmek, cinayetlerin en büyüğü... O halde ne yapmalı? Demcilikten emekliye ayrılmaktan artan zamanı, saniye yitirmeden, güzel ve hayırlı uğraşılarla doldurmak gerek... (Daha önce içki ile geçen vaktin ne derece anlamlı dolduğuda tartışılabilir yaa... Neyse!)
Bu sefer geceleri de, çok yıldır aklıma takıp, gündüz gailesinden yeterince uğraşamadığım konulara daldım. Pir aşkına iki <<Güneşevi>> projelendirdim. 78'de başladığım <<Güneş ve Mimari>> çalışmalarının devamı idi bu... Tübitak kanalı ile uluslararası tartışmaya da sunuldu bu projeler. Ödenek bulunup yapılamadı. Sonuç: Sıfır... Ama şimdilik.
Tarım yapılarımızdan seraların kepazeliğini gördüm. Pir aşkına, başta Hollanda olmak üzere, ileri tarım ülkelerinde, iki ay inceleme yaptım.Seraları ülkemiz şartlarına göre de tipleştirip prefabrike ve ciddi projelendirdim. Örnekler yaptım. Sonuç: Sıfır... Şimdilik.
Gecekonduların geçmişteki durumunu biliyordum. Bunların insanca organizasyonlarla planlı olarak yapılabileceğine inandım. Yine pir aşkına, tek göz odalı bir nüveden başlayarak, ziyankârlık etmeden kademeli büyüyebilen gecekondu projelendirdim. Derdimi, üç-beş aydın kişiden başkasına (hepsi de mimar değil) anlatamadım.
Sonuç:Yine sıfır. Hele bu, büsbütün yürekler acısı... Ama şimdilik sıfır...
Gündüzler zaten, çıkar savaşları ve kalleşliklerle iş hayatı içinde geçiyordu. Geceler de, başıma dert ettiğim bu çileli konularla sürüp gitmeye başlayınca yüreğime çöken kasveti dağıtacak bir taze esinti aramak zorunlu oldu.
Bu esintinin ne olduğunu ben zaten biliyordum. Daha önce yaptığım iki mizah konuşmasına devam ettim. Bu konuşmaların sayısı 14'ü buldu. Konuşmaları zaten kaleme almış ve tape etmiştim. Kopyalarını da bazı yakın dostlarıma yollamıştım. Hem ben nefes almış, hem de sevgili dostlarıma azıcık neşe verebilmiştim. Mizah konusunda 70-80 yıllarında yapılan bu konuşmalar, 1984 başında <<Paldır-Güldür >> adıyla kitap olarak yayınlandı.
Bu konuşmaların yapıldığı günlerden, unutmak istemediğim bir anı var. Bir gece, ertesi gün yapacağım konuşmayı yazıp bitirdim. Ertesi sabah erken, oğlum Burak ile çayda buluştuk. Türkçesi benimkine benzemez, iyidir. Yazıya bir göz atmasını rica ettim. Dediğimi yaptı. Hükmünü bildirdi: "Bu konuşma yapılamaz!" Hayret ettim. Sordum: << Niye? >> diye. Kısaca anlattı: <<Çok tarbiyesizce! >>
Gördünüz mü şimdi; dünyanın nasıl değiştiğini eskiden babalar çocuklara: <<Terbiyesizlik etme! >> derlerdi. Dünya tersine döndü. Şimdi çocuklar babalara diyor. Dinledim oğlumu... Yazıyı hemen, (ne kadar becerebilirsem o kadar) terbiyeli hâle dönüştürdüm.
Ben 14 konuşmayı yapıp bitirdikten bir yıl sonra, Hürriyet gazetesinde mizah üzerine bir sütun açılması düşünülüyor. İsim aranıyor. Ben Hasan Pulur'a da, mizah konuşmaları fotokopilerini göndermiştim. Onu hatırlamış. Lütfetmiş: <<Aydın Yazsın>> diye önermiş.
Sayın Erol Simavi haklı olarak tereddüt geçiyor: <<Ben onu ayakta tanıdım. Ne yazar, ne yazmaz bilmem ki...>> İşte o sırada, evvelki mizah konuşmaları fotokopilerine göz atıyor. Böylece de denenmem uygun görülüyor.