Her taş düştüğü yerde, yerinde ağırdır. O nedenle, taş kavramı gediğine oturtulmalı öncelikle. Ama bazı 'taş'lar öyle kolay ve kısa sürede yerli yerine konabilecek gibi değildir. Örneğin şu 'taşra taşı' : Uzaktakinin, odak dışındakinin, görülmemiş, (keşfedilmemiş) itilmiş bireyin, yani mağdur 'sanatçı'nın sıkıntısından oluşmuş, hatta yosun tutmuş taş. (Burada 'aday' sözcüğünden bilerek kaçınıldı...) Yaratıcı bireyin, köyden, kasabadan (taşradan), varoştan biçimlendirmeye çalıştığı taş. Bilinçli sanatın kendini yiyip tüketesiye sorguladığı, kendinde yonttuğu taş. Gerçekte başı sonu belirsiz 'öcü' bir konu, eşelenecek bereketli toprak. Sürekli kanayan, kanayacak açık yara.
Mekân ve zaman kavramlarının beyinde odaklandığını, insanın varlığının orada 'ol'duğunu, oluştuğunu söylemek hiç kimseyi incitmez. İncitmemeli. 'Taşra' saplantısı herkesin geçtiği, aşması zorunluluk kertesinde önemli bir güzergâhtır. Tüneldir. Birey o tünelde ilerlemek ve çıkmak yerine ikirciklenip duraklarsa, düğümlenip kalırsa, yani çelişki karanlığına bağlarsa kendini, işi bitik demektir. Çünkü her insan, bulunduğu yere çakılır hayatının bazı evrelerinde. Gaflettedir. Basireti bağlanmışçasına kalır orada; kısırlaşır, körelir pek çok anlamda. Elbette kalınan 'yer' olarak beyindeki yer'i kastediyorum. Söylenenlerin coğrafyayla pek fazla ilgisi yok. Zira insanın tutulduğu, tutsak düştüğü en derin zindandır bilinçaltı. Gizli korku yatağıdır, benliği kemirip tüketen kızgın çark.
Bazı istisna sayılacak kentsoylu şanslılar dışında, sanat üretme yoluna çıkmış her imza mustariptir 'taşra' gerçekliğinden. Taşralılık vehminden, o ağulu etiketten. Hele okumak, izlemek işini savsaklamış, küçümsemişse yazı heveslisi, artık iflah olmaz bir kasabalıdır edebiyat otoriteleri nezdinde. Ülkemizdeki gibi bütün dünyada 'ebedi amatör' diye anılan benzer isimlerden geçilmez ortalık. Okumama, görmeme inatçısı olan kişiler, tam bir harcanmışlık, kabullenmemişlik girdabında boğulduğunun farkına bile varamazlar. Daha da vahim olanı, içlerinden hangisi ufkunu, var sandığı yeteneğini (belki de tembelliğinin bahanesini), üretimsizliğe (pasifizme) kurban etmişse, müzmin 'san' hastasıdır sadece; "şair", "hikâyeci" diye bilinsin yeter. Başka türlü mutlu olmaz, olamaz. Özbeöz taşralıdır, bedeniyle, ruhuyla. Yani merkezden uzakta, kenarda, etkisiz ve ekinsiz (kültürsüz) yaşamaya mahkûm etmiştir kendini. Öyle ki taşra, hem bastığı topraktır hem de beyninde kurduğu imparatorluk. Zavallıca kurduğu, kendini beğenmişlik, yaşantısını aşırı imanla, önyargı ve tutkuyla özümsemişlik belirtisi, diye kayda geçirilebilecek 'benbenci imparatorluğu'... Bilinçaltında yarattığı yel değirmenleri başat hasımdır : Uzaktaki (hep uzaktaki) başkent-merkez mabedi. Çünkü orası ulaşılmazdır, belli bir süreden sonra hele; Kafdağı'dır. Kapılarını hiç açmamacasına kapatmıştır geleceğin büyük şair veya yazarına. Öyle düşünmekten hiçbir güç alıkoyamaz söz konusu bireyi. Ötekiler, oradakiler, kesinlikle tepeden bakmaktadırlar ona; Taşralı'ya. Oysa merkezin piyasaya sunduğu ürünleri bir tek kendisi tiryakice tüketmektedir. Satın alarak, (güya) okuyarak katkıda bulunmakta, dahası, 'merkezi' besleyen 'halk'tır aklı sıra.
Peki taşra denen, enlemi-boylamı belirli yer var mıdır?
Varsa nerededir?
Başka üretim alanlarında olabileceği gibi, yazı, şiir - öykü - roman üretimi işinde de "insanın atölyesi yalnızlığıdır" dense, abartılı laf sınıfına girmez herhalde. Gerçekte taşra veya taşralılık süreci yalnızlaşamamakla baş gösterir. Yaşanır. Sözlü iletişimden, konuşmaktan (hem de boşu boşuna konuşmaktan) kurtulamama hastalığına yakalanmıştır çünkü sanatçı. Günübirlik koşuşturma, geçim telaşına kapılmışlık, kasabalı, 'kenar'lı sanatçı düzeyinden öteye geçişini engellemiştir habire. Üstelik beynindeki taşra, yüreğindeki üretme hevesini için için kemirmekte, öldürmektedir. Yazamama, iyi yazamama hali kaleminin intiharına bahaneler aratır durur. Yaratıcılık, yaşı ilerledikçe uzak bir ukdeye bürünürken, özel trajedisi de nükteye evirilmektedir. Ömür matlaşmıştır gitgide. Edebiyat dünyası büyük bir 'potansiyel' yazı adamını kazanamadan yitirmiştir. Zihnindeki tek 'müsebbip'-suçlu metropoldür, yani merkez. Taşraysa salt mezardır. Yitik yetenekler mezarlığıdır handiyse. Elden ne gelir?
Bu konu bitmez. Şiddetini artırarak hasar verir, verecektir kişinin hayatına, şairlik/yazarlık eylemine. Çünkü 'hasta' gözünde büyütür konuyu. Büyüttükçe büyütür. Ta ki çözümün, kurtuluşun üründe, iyi-has üründe olduğunu benimseyene dek. Er geç oradadır çünkü sanat : özgün yapıtta. Metin, melodi, resim, heykel; ne olursa olsun.
Oysa şairler, yazarlar her koşulda sürdürür, sürdürecektir bireysel üretim faaliyetlerini; zira herkese yer vardır edebiyat gezegeninde. Herkes kendi yazı kulvarında yol alacaktır, yazgı kulvarında değil sadece. Ne ki, herkesin ulaştığı-eriştiği estetik düzey, okur niceliği ve niteliği (belki popülizmi) farklı konumlarda bulunacaktır. Merkez dışındakiler de yaşayacaktır yaratılan edebiyattaki hazzı - edebiyatın yarattığı hazzı. Kendince katmanlarda, düzeylerde. Hem, "merkez neresi?" sorusu da "taşra neresi?" sorusu kadar can alıcı olacaktır gitgide. Ürün verenlerin pek çoğunun adı sanı şairlik/yazarlık loncalarının fihristinde görülemeyecekse de. Daha başyapıtlarını yayımlanmadan unutulanların 'trajedisi' içinde, figüran rollerini tamamlayacaktır her biri. Ama olsun! Sonsuzluğu bulmuş, yaşamış ölümlü yok ki, var mı?
Yazmak; şiirde, öyküde, denemede, bireysel doyumun, gerilimi duyumsayıp boşalmanın, bir bakıma yaşıyor olmanın belirtisidir. Yaratma-tüketme dengesinin modern tartımı sayılmalı belki. Neden olmasın? Hem kim kime; "yazmayı boş versene, nasılsa eserin dikkat çek(e)mez, meşhur olamazsın, yarar sağlayamazsın, bırak öbür günü yarına bile kalamazsın" diyebilir? Üstelik her insanın edebiyata bulaşma hakkı vardır. Sonuçta, bilinir ki edebiyat ürünü ne dünyayı kurtaracak, ne de atomu yeniden parçalama iddiasını öne sürecektir.
Özet olarak bu böyle!
Kendindeki taşradan çıkıp kaçabilen kurtulur. Kurtulacaktır. İnternet çağında böyle sorular/sorunlar mı olurmuş şaşkınlığı hafif atlatılır türden değil kuşkusuz. Yanıt, belki de yanıtlar çok ama çok yaralayıcı gelebilir. Evet, bu konu bitmez. Beynindeki ve gönlündeki 'kule'yi ya da ağulu sırça köşkü yıkamayanlar bari haddini bilsin mi demeli? Sanmam. Ama kasabalı sanat üreticisi, her daim 'aday şair/yazar' sanılacaksa, acı bir gerçekle barışması kaçınılmaz gibidir : içindeki uçurumla başbaşa kalma hali... Ne ki erişemediği ete murdar diyen kedi durumuna da düşmemeli yazar/şair, köşeye sıkıştırılmış kedi durumuna da. Arıza duygularda ve düşüncelerde değil, yanıltıcı yetenekte ve tembellikte, kolaycılıkta olabilir pekala... Bu durumda yeteneğini mi gözden geçirmeli kişi? Yoksa yaratıya ayrılan emeği ve zamanı, harcanan enerjiyi mi ölçmeli? Evet, diyorum esinlikle. Eğer şiire, öyküye, yani yazmaya adanmışsa tabi, söz konusu kişi. Yazacağım, yazmalıyım, tüm duyu ve düşünlerimi, tüm gözlemlerimi metin olarak dünyaya sunacağım diyen herkes. Taşın hakkını verip taşradan (beynindeki taşradan) kurtulmalı. Taş insanlığın dostudur ne de olsa. Ama ayaklarının altındayken...
Önce kendi taşına bakmalı, içine sindirmeli, yaratıcı kimliğini giyinecek insan. Bireysel gücüyle internetteki site saltanatlarının önünü kesmeyeceğine, kesemeyeceğine göre... Ekrandaki şiir-öykü dolaşımlarının akışını yönlendiremeyeceğine göre, o yola katılmakla belki merkez'i sabote ede(bile)cektir en son. Taşra merkezleşmesini sıygaya çekme cümbüşüne katılacaktır öylelikle.
İçindeki taşrayla savaşacaksa bu olasılığı (savı demiyorum özellikle) düşünmeye değer. Tünelin içinden geçmekte olan birisi olarak (s)empatiyle yaklaşıyorum soruna. Ama yineliyorum, bu yolda söylenecekler bitecek gibi değil. Daha sürecek. Taşra-merkez ayrılması mı, birleşmesi mi üstün gelecek? Demirbaş sorudur düşünceyi yaşatan bu panayırda... Belirsiz olansa her zaman en çekici, en çarpıcı olaylar silsilesi diye anlaşılan 'paradigma'dır hayatta. Çünkü her taş doğadaki yerini bulur nasılsa. Yeter ki şiir-öykü olsun, aşk olsun.
Şiir olsun efendim.
Eylül 2001, Adana
* Bu metin zamanında yani 2001 yılında Adana'da yaşayan bir şair tarafından adanasanat.com'da yayınlanmak üzere kaleme alınmıştı. Metnin içeriği güncelliğini koruduğu için tekrar yayınladık.