23 Eylül 2010 Perşembe

Adanalı Özcan Karabulut'tan Bir Öykü : Ayna Yazıları(*)


AYNA YAZILARI


İnsanın içinde hiçbir şey bir çırpıda olup bitmiyor ve senin aynaya iliştirdiğin yazı gibi onunki de içsel bir gereklilikten doğuyor. Son üç sözcüğün üzerinin karalanmış olması pek heyecanlandırdı seni, spot cümlelerle bir diyalogun başladığına yordun bunu önce, daha dikkatli baktığında, arta kalan üç sözcüğün sonuna eklenmiş ünlem işaretini görebildin. Hemen bir sigara yakıp çalışma odasına koştun, eşyalara dokunulmadığını görünce biraz rahatladın. Neden sonra yüzünü yıkamak için banyoya gittin ve tıraş kremiyle aynaya yazılanı da okuyunca, olduğun yerde kalakaldın.

Kabul etmeli ki, senin yazın da bir zorunluluktan doğmuştu. Uzun sürmüş birlikteliği bitirmek gibi amacını aşan bir anlam taşımıyordu. Dizginlenememiş bir öfkeyle her şeye bir son verme isteği yoktu içinde. Hele bu orta yaşlarda, bir sürü bağlantının içine girmişken, üç aşağı beş yukarı nerede yaşayıp nerede öleceğiniz belliyken, bu biçimde ... Sen kırgınlığını, olsa olsa sitemini iletiyor, bir umudu diri tutmak istiyordun. Biraz dikkatini çekebilmek, sessiz patlamalarla gelen büyük patlamayı önleyebilmek için çabalıyordun, hepsi bu kadardı. Sık ve uzun yolculuklarına, eve geç gelmelerine, masasının başındaysa ensesinden görmelere alıştırmıştın kendini. Doğum günlerinin, tanışma yıldönümlerinin unutulmasına aldırmıyordun. Yıkanıp ütülenmeyi bekleyen giysiler, sigara dumanı kokan odalar, kirlenen perdeler eskisi gibi rahatsız etmiyordu seni. Bozulan muslukları, zamanında yatırılamayan faturaları aklına bile getirmiyordun. Biraz sohbet etseniz, birlikte bir sinemaya gitseniz, ya da bir akşam yemeği yeseniz rahatlayacak, sevgiyle elini uzatsa içini kemiren kurttan kurtulacaktın. Sessizce gelişlerine, donuk bir yüzle bakışlarına, çayını ya da içkisini alıp bir ruh gibi odasına kapanmalarına üzülüyordun. O da senin gibi acı çekiyordu besbelli, ama konuşmak, sorun neyse paylaşmak niyetinde görünmüyordu. Aranızdaki uçurum giderek derinleşiyordu. Sağır ve dilsiz bir adamı nasıl harekete geçireceğini kestiremiyor, ne yapacağını bilemez bir halde televizyonun karşısına geçiyordun. Duvara çarpıp gelen sözlerden yorgun düşmüştün artık. Derin bir yalnızlık duygusunu başka hangi sözcüklerle anlatabilir, yaşadığınız durumu başka nasıl dışa vurabilir, çekildiği köşesinden cılız da olsa bir ses vermesini başka hangi yolla sağlayabilirdin ki? Belki bu dilden anlayabilir, bir Çığ gibi kopup gelen çığlıklarını duyabilirdi. Gizli, karanlık noktaların ortaya çıkması ayna yazılarına bağlıydı belki de.

Kızılderili atasözünün yazıldığı kağıdı aynaya iliştirmeden hemen önce, "Sevdim seni bir kere, lanet olsun!" demiş, gözlerinden yaşlar boşanmasına engel olamamıştın. Kalbinin tamamen kırılmaması, her şey için çok geç olmadan aklını başına toplaması için adeta yalvarmıştın. Ağzından tek söz çıkmamış, suç bende der gibi sabit bakışlarla gözlerine bakmış, ayakta dikilip kalmıştı. Bulunduğun yerde küçük bir daire çizip üstüne atlamış, bağıra çağıra neresine gelirse yumruklamış, tırnaklarım yüzüne geçirmiştin. Küfürlerini, hakaretlerini aynı inatçı sessizlikle karşılamış, odalarda dönüp dolaşmış, uzun bir of çekip çalışma masasının sınırlarına çekilmişti. Eskiden tartışır, kavga eder, cinsel arzularınız kamçılanmış olarak birbirinizin kollarına, bacaklarına dolanır, sevişirdiniz. Eskiden olsa öpe-koklaya-konuşa birbirinizin olurdunuz. Kendini ilk kez bu kadar çaresiz, hırpalanmış, hatta aşağılanmış hissediyordun. Ne yapmaya çalışıyordu, tepkisiz kalarak seni delirtmek mi istiyordu? Bir ev, birbirine uzak iki kişi, biri aşktan firari, öteki salya sümüklü, legal bir örgütün çökmekte oluşu! Yaşadıklarınızın özlü bir açıklaması olabilir miydi?

Konuşmasız mutsuz günler böyle başlamış, yavaş yavaş kendini gösteren, her türlü ihanete açık, zemini kaygan, tehlikeli, sonun başlangıcını hazırlayan günler böyle yaklaşmıştı. Her geçen gün kendini büyük bir boşluğun içinde bulmuştun. Sabahın yedisinde kalkıyor, kahvaltıyı hazırlıyor, elinde çay bardağı odaları dolaşıyor, uyumakta olana ya da boş yatağa bakıyor, mesai saati yaklaşınca caddeye çıkıyordun. Yürüyüş için ıssız sokakları, taşıtsız, insansız yolları seçiyor, akşama doğru, saat beş gibi, her şeyin kalın bir sis tabakasında yaşandığı eve dönüyordun, İşe gidip gelmeler, çalışma günleri, hafta sonları, gündüzler, geceler kendini yineleyip duruyordu. İşte bu sıralarda bir kuşku belirdi içinde: Ya bir sevgilisi varsa, ya genç bir kadına aşık olduysa, ya senden uzaklaşmasının nedeni buysa? Erkeğin fırsat bulduğu anda partnerini aldatmaya hazır olduğu geliverdi aklına. O zamana kadar, sana anlamsız, önemsiz gelen gazete haberini anımsamıştın. Ünlü bir antropologun araştırmasının sonuçlarına göre erkek her zaman poligamistti. Peki, kadının erkeğe duyduğu aşkın dört yıl sürmesine ne demeliydi? Sen ne yapmıştın da, dördü sekize, sekizi on altıya katlamış, aşkını yeniden yeniden üreterek aynı adama bağlanmıştın? Demek hayat kuşkularını yaymak için böyle bir zamanı beklemişti. Olası bir ihanetin içini kemirmesi için bu günlerin yaşanması gerekiyordu demek.

Issız sokaklarda yolu uzatarak yürüyor, özlemle bağlandığın, sevdiğin adamı istiyordun. Sen kendinden emindin; aşkını sevginle, sevgini aşkınla harmanlamış, hayatını çocuğunuzla birlikte yolun sonuna kurgulamıştın. İyi niyetliydin, dürüsttün, üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyordun. Ya o, o ne düşünüyordu? Tek taraflı sevginin bir anlamı olabilir miydi? Daha düne kadar, somut olarak dokunduğun adamı herhangi üçüncü bir kişi gibi geçiriyordun aklından. Ona 'o' diyor, 'o' olarak düşünüyordun. O; hayır, çünkü onun bir adı, bir kimliği, bir sıfatı vardı. O; evet, çünkü bazen erkeğin de adı yoktu!

Herkesin küçük büyük bir sırrı olmalıydı, herkesin. Onun sırrı neydi? Sevdiğini uzaklara çeken, dönüş yoluna mayın döşeyen kimdi? Gülümseyerek kendi küçük sırrını anımsadın: Genç bir delikanlıydı, yanında stajyerindi. Hoş biriydi ve bir akşamüstü yemek teklifini kabul etmiştin. Yemek boyunca sinemadan, müzikten, aşktan konuşuyor, sana kur yapıyordu. Gençleştiğini, güzelleştiğini ve giderek bir başkası olduğunu hissediyordun. İnsan yaşadığı zamanla, ortamla, karşısındaki kişiyle nasıl da değişiyordu. Neden o anda elini tutmasına izin vermemiş, neden bu kısa terapiyle yetinmek zorunda kalmıştın? Bunu anımsamanın, soruları yanıtlamanın sırası mıydı? Bunca yıldan sonra, insanın bazı şeyleri kendine bile itiraf etmekten kaçındığını bildiğin halde, üstelik hayatına ait bütün belirsizlikler kafana üşüşmüşken, bu küçük kaçamağı anımsamanın sırası mıydı? Daha önce üstünde durmadığın bu küçük sırrı anımsayabildiğine şaşırıp kaldın yine de. Son yirmi dört saatte olanları düşünüyor, ne bir telefonla ulaşabiliyor, ne de ondan bir işaret alabiliyordun. Sorunlarını, sıkıntılarını paylaşacak bir dostun, bir arkadaşın yoktu. İşini iyi yapmak, cenaze törenlerine katılmak, politikacıların açıklamalarına sinirlenmek... Hayatının en önemli eylemleri bunlardı. Varlığını adadığın adamın dışında konuşacak bir tek kimsenin olmaması ne kadar kötüydü. Ve bu kırk yıllık ömrün sana, eylemlerine verdiği son ödüldü.

Boşuna bir oyalanışla kaldırımları dolaştın, korkularınla, açmazlarla vitrinlere göz attın. Kah umutlandın, kah karamsarlığa kapıldın. Böyle bir başına olmaktansa, böyle tükenmektense, böyle onu kaybetmektense, bir kadınla aldatılmış olmaya, geçici bir gönül ilişkisine bile evet diyebilecek bir ruh halinde yakaladın kendini. Bu bir rüya olmalıydı, akşam eve gittiğinde kapıda karşılayacak, sana sımsıkı sarılıp bütün bunların kötü bir rüya olduğunu fısıldayacaktı kulağına.

Birlikte yaşadığınız on altı yılı hiçbir zaman sorgulamaman gerekmemişti. Her şey yeterince güvenlikliydi. Çünkü parmaklardaki yüzükler bir umutsuzluğa, bir kuşkuya yer bırakmazdı. Çünkü ana babalar aynı yastıkta yaşlandıkça birbirlerine benzer ve birer dost, birer kardeş gibi aynı çukura atarlardı adımlarını. Bir gün birlikte yaşadığın adamı bir hayalet olarak yanında bulduğunda, senin gibi çok özel, özverili bir kadın bile, hiç hak etmediği halde, içine kapanmanın, yıkılmanın tam eşiğindeyken, onu dalıp gittiği uzaklardan çekip alamıyordu. Ve karşındaki hayalet ilk ve biricik aşkındı, kocandı o senin, akıl alır gibi değildi.

Evet, bütün bunlar doğru ama, bilmiyor olamazdın, bedenini okşayan ellerin bir gün eskisi gibi bundan haz almayacağını, ağır ağır üstüne devrilmelerin uçuruma düşmelere dönüşeceğini, metalin bile yorulacağını, yorgun metalin başka yaratıcı ustaların elinde yeni biçimler almak isteyebileceğini, düşünmemiş olamazdın. O hiç yaşlanmasın diye seçilmiş minyon sevgili, bir görüşte aşık olunan kız, ay bulutlara girer uzaklaşır, yıldızlar kayar, yaklaşan felaketi sen bile önleyemezdin. Yıllar geçti, sonbahar geldi geçti, artık mevsimler kıştı. Yanındaki adam yabancılaştı, sevişmeler azaldı. Felaket kapını böyle çaldı. Oysa ne güzel sevişme fantezileri keşfetmiş, baş döndüren kokular sürünmüş, saçlarını kızıla boyamıştın. Hayatından uzaklaşmakta olanı tutmak, aynı yastıkta kocamak için nasıl da çırpınmıştın. Son aylarda dövüşür gibi sevişmesi, bir şeylerden, birilerinden intikam alır gibi dudaklarına, kalçalarına saldırması gerçekten tuhaftı. Keşfettiğin fantezileri takıntılara dönüştürmen de en az onunki kadar tuhaftı. Sevişen kadınla erkeğin orospusunun maço'sunun olamayacağını, iki bedenin aynı bedene doğru yol aldıkça hiçbir sevişme biçiminin fantezi olarak düşünülemeyeceğini, şefkatin, şehvetin ölü bir kurumu diriltemeyeceğini, hangi iç sızısı, hangi ayna yazısı anlatabilirdi ki?

Aşk gemisi aysberge çarpıp parçalandı. Kırılanın, yıkılanın onarımı imkansızlaştı. Akşam oldu, gece yalnızlığıyla geldi. Günün ilk ışıkları pencerene vurdu, kapının zili çaldı. Son umut kırıntıları da tükendi. Bulmak istediğin adam değil, Kapıcı Efendi duruyordu karşında. Bir ekmek, bir Cumhuriyet, bir Radikal'le kapının gerisinde kaldın. Zuhal Olcay'ın İhanet'i çalıyor, kendini ihanete uğramış gibi hissediyordun. Ev sessiz, ruhun huzursuz, durgun akan zaman sıkıcıydı. Sehpanın üzerindeki gümüş çerçeve, mutlu bir anınızın nöbetini tutuyor, her şeyin varacağı yere kendi yatağında akacağı duygusunu uyandırıyordu. Tıraş kremiyle aynaya yazılmış, "Seni özgür bırakıyorum!" yazısını okudun. Dünya bir kez daha başına yıkıldı. Ne çok şeyi kabullenmiş, ne çok şeye evet demiş, küçük bir çocuk ve domuzlaşan bir kocayla birlikte nasıl bir düzenin içinde yer almış, nasıl da başka biri olup çıkmıştın. Yatak odasına geçip ışıkla gölgelerin yer değiştirişini izledin, çalar saatte, aynada, aynadaki yazıda gezdirdin parmaklarını bir süre, sonra zamansız bastıran bir uyku dalgasının akıntısına bıraktın gövdeni yavaşça.

Uyan bahtsız sevgili uyan! Söze dökülen, yazıyla dile getirilen, duygulara, düşüncelere, yaşanılanlara tercüman olmaz her zaman. Uyan da, 'Dullara yas yakışır'ı oynamaktan vazgeçip kendilerine birer sevgili bulan, çocuklarını genç sevgililerle birlikte büyüten kuşağının kadınlarına bak. Aç gözlerini de, kulaklarını sağır eden çığlıkların çok uzak bir kente sürüklediğini, kalem tutan elinin anlamasını istediğin dilden anladığını ve bu yazıyı senin için yazdığını gör. Uyumayıp gör de, başka bir kadının varlığını itiraf ederek canını daha fazla yakmak istemediğini, aynaya iliştirdiğin yazıyla seni baş başa bırakıp gitmenin dışında, kalbindeki yangını söndürebilecek başka bir yol bulamadığını anlamaya çalış.

Gerçeği söylemek gerekirse, şimdi herkesin kendi kayıplarına katlanmasından, bir biçimde hayata katılmasından başka çare yok, ve unutma ki, hangi koşulda, kiminle ne yaşanırsa yaşansın, hiç kimse birbirini tam anlamıyla özgür bırakamaz. Hele iki kişiden biri benimsin diyor, öteki kaçıyorsa. Karı-kocalar ya da sevgililer, yakalarını bırakmayacağını bilseler, ah bir bilebilseler, mezarda bile, iki elin.

* Özcan Karabulut'un bu öyküsü Adana'da Yayınlanan İnisiyatif Sanat Dergisinden alındı. Adana'da gazete bayilerinde ve İnisifatif Cafe'de bulabileceğiniz bu dergide yalnızca Adanalı kalemler yazmıyor. Derginin Yaz 2010 sayısı sinema ağırlıklı olmuş. Bu öykü ne zaman yazıldı bilmiyoruz ama yeni olduğu her halinden belli. Bu öykü ile aşağıda linkini verdiğimiz linkteki öykü ile karşılaştırıp Özcan Karabulut'un yaklaşık 30 yıl sonra öykü anlayışında nasıl bir değişim ve gelişme olduğunu değerlendirmek mümkündür.

http://adanasanat.blogspot.com/2010/09/adanal-bir-oykucu-ozcan-karabulut.html

Hiç yorum yok: