1 Şubat 2012 Çarşamba

Cemil Kavukçu İle Söyleşi - Hatice Meryem(*)

Cemil Kavukçu İle Söyleşi
Ben Yaralarımı Sarıyorum
Hatice Meryem


Birikmiş öykülerim vardı...

1976 yılında Ankara'ya geldim. Öğrencilik bitmişti.. Henüz yazılmış bir öyküm yoktu. Benim öykücülüğüm oldukça geç başladı ama bunu bir okur olarak çok daha önceden başlattığımı düşünüyorum. Çünkü sonuçta bu bir birikimdir. Okuyorsanız, siz de bir şeyler yazmak ihtiyacı duyarsınız. İlk öykümü Ankara'da 1981 yılında bir dergiye gönderdim. Yayınlandı ve ben çok mutlu oldum. Birikmiş öykülerim vardı, bunları kitaplaştırmak istiyor fakat yol yordam bilmiyordum. Sonra Ankara'da küçük bir yayınevine başvurdum, o da şunu söyledi "Tamam basalım ama eğer parasını sen verirsen, bütün masrafını karşılarsan biz bu kitabı basarız." Ben bu şartları kabul ettim. Kitap çıktı, ben büyük heyecanlarla kitapçılara gidiyorum, kitabımı görmek istiyorum, yok, hiçbir yere koymamışlar. Sonuçta şunu anladım; bu kitap zaten kitapçılara gitmeyecek, elden satacaksınız. Hani şeyler vardır ya, cami yardımı, teberru makbuzu arabalarla gelirler falan... Böyle bir şey olamaz bana verdikleri kitaplar benim elimde kaldı. Onlar ne yaptı bilmiyorum. Böyle bir deneyim yaşadım.

Kiraz ağacına çıkınca en iyi kirazlardan yemeye başla...

Bahsettiğim kitap Pazar Güneşi'ydi. Kitabın çıktığı yıl 1983. Yaklaşık 4 yıl sonra, 1987 yılına geldik ve ben bir dosya hazırladım. O zaman Varlık Dergisi'nin Yaşar Nabi Nayır Ödülleri vardı, aynı ödül daha sonra gençlik ödülüne dönüştü. O zaman yaş sınırı yoktu, oraya gönderdim. Patika adlı dosyamla oradan ödül aldım ve dosyam Varlık Yayınları'ndan çıktı.

Ben artık şunu düşünmeye başladım; "İstanbul yayınevlerine geçtim. Varlık'ta kitabım çıktı, bundan sonra önüm açıldı." Ama öyle olmadığını daha sonra anladım. Dergilere öykü gönderiyordum. Varlık'a da çok gönderdim, o zaman Yazko vardı, fakat hiçbiri öykümü yayınlamıyorlar. Ödül aldıktan sonra ne yazık ki gene yayınlamadılar. Benim umduğum ödülle gelen İstanbul kapıları tekrar suratıma kapandı. Ben açıkçası Pazar Güneşi'nde denediğim yolu bir kez de Temmuz Suçlu'da denedim. Yine ben finanse ettim. Bunlar 1990 yılında oluyor ve tabii sonucunu bile bile yaptım bunu, çünkü kitabımın çıkmasını istiyordum. Ama şöyle de bir şey oldu. Ben Sait Faik Öykü Ödülü'ne kitapla katılınabildiğini o yıl tesadüfen öğrendim. Kitabı gönderdim. Fethi Naci'de jüride. Kitap ödül almadı ama Fethi Naci bu kitapla ilgili bir yazı yazdı. İlk kez İstanbul'dan önemli bir eleştirmenin benim kitabımla ilgili bir yazısı Adam Sanat Dergisi'nde çıktı ama ne olacak ki ilgi duyan birisi kitabımı nerede bulacaktı? Bütün kitaplar benim evimdeydi, kitapçıda değil ki! İnanın aşamıyordum, kitaplarımı okuyucuya ulaştıramıyordum. Sonunda 1990'dan 1995'e kadar olan beş yıllık bir küskünlük dönemim oldu. Hakikaten bıraktım ben. Bu arada Uzak Noktalara Doğru öykülerimi de bir dosya haline getirmiştim. Şu günlere gelişim bir tesadüftür benim. Çünkü okumazlar diye, ilgi göstermezler diye bir önyargı var bende, aslında herkeste var bu biraz.


Sonra bir arkadaşım bana dedi ki; "Kiraz ağacına çıkınca en iyi kirazlardan yemeye başla. Götür Can'a (Yayınları'na) ver. Bir dene. Olmazsa daha kötü kirazlara doğru inersin." Gerçekten de Can Yayınları dosyayı hemen kabul etti. Böylece 1995'de Uzak Noktalara Doğru adlı kitabım çıktı ve arkası geldi. Benim okurla buluşmam -ki 1981 'den 1995'e gelen 15 yıllık bir öykücülük serüvenim var ve ortada hiçbir şey yoktu 1995'den sonra İstanbul'a girmemle başladı. Ha sorduklarında "Nasıl girdiniz?" "Tesadüfen girdik işte."

O zamanlar çıkan Yazko Edebiyat Dergisi'nde Fikret Otyam'ın kısa bir yazısını okumuştum, şöyle diyordu; 'Cemil Kavukçu'nun Pazar Güneşi adlı öyküsünü okudum. Şu anda bahçede çalışıyorum, başımda şapka olsa çıkarırdım. "Şapka çıkaracak ama ben şok oldum. Yayınlanan ilk öyküm ve bir adamın şapka çıkarması ki Fikret Otyam'ın... Bu referansların yine de faydası olmadı.

Dışarıdan İstanbul'un, 'çok aşılmaz o surları hâlâ var. Bir öykü yazarı için, roman yazarı için, şiir yazarı için aşılmaz görünüyor ve sanki bu kapıdan girildiği zaman her şey çözülecekmiş gibi görünüyor ancak o zaman da başka sorunlar başlayacak, başkalarıyla yarışacaksınız. Herkes kendisini çok yukarılarda görüyor, bir girsem tamam diyor yani kapıları bir açsam...

Öykü okumasını da sevmezdim...

Şiir, hiç yazmadım. Üniversite yıllarında bir roman merakı vardı bende hatta ben öykü okumasını da sevmezdim. Aslında öyküyle tanışmam oldukça geç oldu. Bunun nedeni de sanıyorum öykü okumanın ayrı bir disiplin gerektirmesi. Öykü okuru, roman öyküde son yok, sonu daima açıktır öykünün. Romanda başlarsınız olay gelişir ve biter. Romanda okura pek bir şey kalmaz sadece yazar sizi alır götürür mekanlarla, kişilerle tanıştırır ve olayı bitirir, film izler gibi. Öyküde son biraz da okura kalır. Kapı açık, sen tamamla diyor. Öyküyü sevince, öykü okumanın ayrı bir disiplin ve kültür birikimi gerektirdiğini anladım. Bu geç oldu ama iyi de oldu. Önceden başlayıp abuk subuk öykülerde yazabilirdim ve bu beni bitirirdi. Bunu bir avantaj gibi görüyorum ben. Ha o yıllarda romanlar yazdım. Oğuz Atay'ın çok etkisindeydim. 1970 yılında Tutunamayanlar'la TRT Roman Ödülü'nü aldı sanıyorum. 1971'de ilk cildi çıktığında okudum. Evet, o maalesef göremedi, ömrü yetseydi bugün nerede olduğunu görecekti. Tutunamayanlar beni o kadar sarsmıştı ki ben hep ona benzer romanlar yazmaya çalıştım. Sonra bir arkadaşım dedi ki "Ya, sen öykü yazsana.. öyküye daha yakınsın" ama dedimki "Ben öykünün ne olduğunu bilmiyorum." İnanın bilmiyordum. Sonra okuya okuya, yaza yaza, herhalde öğrendim.

Tutunamayanlar'da müthiş bir burjuva yaşantısının eleştirisi vardır. Alaya alış var ama küçümsercesine değil, herkese biraz kendisini düşündürten bir yanı var. Toplumsal anlamda öngörüler varken, kendi yazgısıyla ilgili öngörüler de var. Selim Işık'ın beyninde ki urdan ölmesiyle, yazarının beynindeki urdan ölmesi arasında çok ilginç bir çakışma var.

Uzun yıllar MTA Sismik Bir Gemisinde çalıştım...

İşim jeofizik mühendisliği ama önceden arzulanan, işte ben bu mesleği yapayım diye seçilmiş bir meslek değil. Tamamen tesadüf. Zaten benim lise yaşantım çok kopuk, altı yılda tamamlanmış bir dönemdir. Şu belirleyici oldu; "Ben asla, dedim, bir masa başı işi yapamam." O zamanlar İnegöl'deydim ve jeofizik doğaya açılan bir iş, bu olabilir dedim.

Deprem mühendisliği ayrı bir branş fakat bilim çalışmalarımız depreme yardımcı olacak yan çalışmalardır. Uzun yıllar MTA Sismik Bir Gemisi'nde çalıştım, deniz etüdleri yaptık, Marmara denizini karış karış araştırdık, özellikle İzmit Körfezi'nde çok etüdlerimiz oldu. Yani olay belli de buradaki karmaşa ne zaman bir felakete dönüşür onu kimse bilemez. Bugüne kadar bu konuda çeşitli uyarılar olmuştur, bilimsel kurultaylar yapılmıştır, bu konuda tedbirler önerilmiştir ama onu izleyenler o meslek içerisindeki kişilerdir bu hiçbir zaman halka inmemiştir.

Ben öykücü olacağım ama önce jeofizik okuyayım...

Bence bir yakınlığı var elbette. Jeofizik dediğiniz zaman yer katmanının altı aklınıza gelir ve asla göreceğiniz bir şey değildir o, sadece tasarlarsınız onu. Yukarıda bir takım fiziksel ölçümler yaparsınız o ölçümlerden yoruma gidersiniz. Yani aşağıda şöyle bir kırık vardır, burada petrol birikmiştir gibi. Göremezsiniz sadece tasarlarsınız onu. Bunun tasarıma yönelik olması öykücülüğümü beslemiş olabilir. Matematiğin de, fiziğin de bu tür yaratıcı sanatsal yanları beslediğine inanıyorum ben. Oğuz Atay da bir mühendistir. Farklı bir dil kurabiliyorsunuz, bunun bir avantajı var. Ama ben baştan şöyle bir fikirle girseydim "Ben öykücü olacağım ama önce jeofizik okuyayım, oradan bir şeyler alayım da, o benim öykümü beslesin." Böyle bir şey yok, olamaz da zaten ama onun yararını gördüm.

Şiirsellik, anlatımda değil anlattığınızda olmalı...

Yani yarattığınız mekanda, kişilerde, onların birbirleriyle olan ilişkilerini de; seçtiğiniz durumda, anda. Şiirsellik orada olmalı yoksa değeri süslü güfte gibi yazı okuru öyküden de soğutur. Bir dönem 1980'den sonra 199O'ın ortalarına kadar olan on beş yıllık o dönem Türk öykücülüğünün durağanlaştığı, okur kaybettiği kötü bir dönemdir. Tekrar bir canlılık var, ben bunu görüyorum. Bence yalın olmalı, ne anlatmak istiyorsanız çok düzgün anlatım önemli.

Bugün çok gezer-yüzer okur var Türkiye'de...

Ben aslında bütün okuduklarımın bir sonucuyum. Yazar; okuduklarından etkilenerek ya da onların verdikleriyle bir senteze ulaşan kişidir. İşte bir tanesi yazar değildir, sinemacı Yılmaz Güney, biri Orhan Kemal'dir, Orhan Kemal ve Yılmaz Güney'in insana bakışı pek farklı değildir. Küçük insanı çok iyi kavramışlardır ve ayrıntıları, işlevse olan ayrıntıları çok iyi kullanırlar ki biz onu izlerken ezikliğimizi, kendi iç dünyamızı orada buluruz. Ben onlardan bunu aldım. Oğuz Atay'dan biçemi aldım, zekayı aldım ona hayran oldum. Attilâ İlhan'dan şiirselliği ve görselliği aldım. Attilâ İlhan'ın romanlarından söz ediyorum, şiirinden değil. Sinemasal bir anlatım vardır onda, okurken "yağmurun pencere camına teğellemesi" der. Daha önce sizin tanık olduğunuz bir yağmurun cama vurmasını görürsünüz. O, onu size anlatır, hissettirir. Bütün bunlardan ben kendime bir şeyler çıkardım. Ama benim öyküm ne Attilâ İlhan'dır, ne de Orhan Kemal'dir ama onların izi vardır. Bir de Selim İleri, onun duyarlılığı çok önemlidir. Dostlukların Son Günü, Cumartesi Yalnızlığı, Pastırma Yazı öyküleri benim için çok öğretici belirleyici olmuştur.

Orhan Kemal hayatın içindeydi. Ben üniversite öğrencisi iken İstanbul'da sokaklarda adamlar görürdüm, "İşte Orhan Kemal'in adamları" diye düşünürdüm. Gelmişler Anadolu'dan saf saf bakınıyorlar. Biraz ben de öyleydim; bende küçük bir yerden gelmiştim, ben de onun adamıydım.

Orhan Kemal sanki unutturulmak isteniyor gibi, ben buna çok üzülüyorum. Orhan Kemal Türk edebiyatında Türk öykücülüğünde kilometre taşı bir adamdır ama nedense bugün kitaplarını kitapçılarda bulamazsınız. Öyle bir döneme geldik ki artık medya hangi yazarı alsa bugün çok satar duruma getirebilir. Orhan Kemal'i çok rahat fırlatabilirler ve çok satar. Biz belki iyi yazarlar yetiştirdik ama iyi okurlar yetiştiremedik, yazarlar okurlarını oluşturamadı. Bugün çok gezer-yüzer okur var Türkiye'de.

Ben yaralarımı sarıyorum başka beklediğim bir şey yok...

Benim bir çalışma odam yok. Bir masam da yok, çalışma saatim de. Tasarladığım, kafamda tamamlayıp şunu da yazayım dediğim bir öykü de yok. Her şey bende gözlem, izlenim ve etkidir. Bir şey hoşuma gider, bu genellikle görüntüdür ama bir seste olabilir, müzik de olabilir, arabesk de olabilir, rüzgâr olur, yağmur olur neyse o görüntü bende geçmişe yönelik başka bir şeyi hatırlatır, bir şey canlanır benim gözümde; o bir cümledir, paragraftır, ben onu yazarım yazmazsam gider zaten. O yazdığım bir öyküm değildir ama bir başlangıçtır. Bu öykünün sonu da olur ortası da. Daha sonra onu okurum. O beni çağırır, o bana sürekli kapılar açar ve ben yazarım. Gelişigüzel kamerayla çekim yapmak gibi bir şeydir bu. Sonra montaj masasına oturduğumda öykü olur çıkar. Bugün bana bir öykü ver deseniz yok ama öykü olacak bir çok malzeme var. Ben düzeni falan sevmiyorum. Ben yaralarımı sarıyorum başka beklediğim bir şey yok. Öykünün ilk cümlesi çok önemlidir. Son cümlesi ondan da önemlidir. Yani okur ilk cümleden sonra ikinci cümleyi okumak istiyorsa çekebilmişseniz devam eder. Sayfa bitmiş, çevirmek istiyorsa gene başarılısınız, sonuçta da şaşırıp kalıyorsa iş bitmiştir.

Kasabada kalsaydım hiçbir şey yazamazdım, bu bir gerçek...

İnegölde doğdum ve üniversite öğrenimine kadar, yaşantım orada geçti. Dolayısıyla bütün özelliklerimi orası belirledi orası yoğurdu. Ben kasabalı olarak kaldım herhalde, çıkamadım oradan ama oraya sık sık dönüp orayı anlatmak ihtiyacı duyuyorum. Neden duyuyorum? Bugün ben oraya gittiğimde oranın artık çocukluğumdaki kasaba olmadığını görüyorum, değişmiş orası, bir kente özenmiş, kent olmamış hantal bir yer. Orada benim anılarım da yok edilmiş. Birçok şey talan edilmiş. Benim elimde tek bir koz var. O anıları o kasabayı yeniden kurabilirim ben. Nasıl kurarım? Sözcüklerle ve öykülerle işte bunu yapıyorum. Bu bir anılara ve çocukluğa sahip çıkmak gibi, onu sahiplenmek gibi bir şey. Orada her şey çok kısıtlıdır ve orayı aşmak istersiniz. Zaten benim öykülerimdeki tipler orayı aşmak isteyip de aşamayanların düştüğü durumları anlatır. Ancak önemli olan o kasabayı kasabanın dışından anlatmaktır. Ben kasabada kalsaydım hiçbir şey yazamazdım, bu bir gerçek. Benim yazmamı sağlayan büyük kentlerin kültürel ortamı ve o ortamda yeniden oluşmam. O oluşumu, gelişimi sağladıktan sonra ben kasabaya başka, bir gözle bakıyorum. Orada olsaydım oranın gözüyle baktığım, onu anlattığım şey edebiyat olmazdı.

O görünmez surları aşamadık...

Yazıt dergisi; Ankara'da bir grup öykücünün öykülerini başka dergiler de yayınlatamadığı için "Biz bir dergi çıkaralım ve kendi öykülerimiz burada yayınlansın" diye düşünerek çıkardıkları bir dergi. Ben de içlerindeyim tabii. Bu amatör bir dergiydi. Her ay herkesin bir katkısı var, para koyuyorsunuz ama dergi gene ne yazık ki Ankara sınırları içinde kaldı. Gene o görünmez surları aşamadık. Ama biz de şunu getirdik, dedik ki "Kitaplarımızı da biz basalım." Bir arkadaşın kitabı çıkacaksa herkes o kitabın masrafına imece usulü katkıda bulunuyor ve kitap o şekilde çıkıyordu. Benim Temmuz Suçlu kitabım bu şekilde çıktı. 1987-92 arası süren bir dergiydi. Biz kimseye saldırmadık sadece biz de varız demeye, sesimizi duyurmaya çalıştık ama başarılı olamadık. Özcan Karabulut, İzzet Kılıçlı, Lütfiye Aydın vardı aramızda. Hep Ankaralı yazarlardı, Hakan Şenocak da bir ara yazdı. Bazı şairler de vardı.

Abarttığım yanlarımı törpüledim. Ben, ben oldum.

90-95 yılları arası biraz kendimle hesaplaştım. Doksan yılına gerdiğimde üç kitabım vardı ve İstanbul'a hâlâ ulaşamıyordum. Oturup düşündüm ve şunu gördüm; daha önce baktığım ayna beni birkaç kat büyük gösteren bir ayna imiş: Yavaş yavaş kendi boyutlarıma indim yani abarttığım yanlarımı törpüledim. Ben ben oldum. Sonra Uzak Noktalara Doğru çıktı ve Sait Faik Öykü Ödülü geldiği zaman kendi kendime dedim ki "Sen hazırsın, korkma şımarmayacaksın ve ayna seni büyük göstermeyecek. Çünkü sen bir tezgahtan geçtin ve onu atlattın." İyi ki geçmişim öyle bir tezgahtan.

Zaman eleği çok önemlidir...

Son dönemde pek acı çekmeden, sıkıntı çekmeden pat diye bir yerlere gelen, bir yerlere çıkarılan insanlar var. Benim için 'zaman eleği' çok önemlidir. O elekten kimler düşecek, kimler kalacak bunu yine zaman belirleyecek. Ön yargı olabilir ama bu elekten bugün için gündemde olan bir çok kişinin düşeceğini düşünüyorum. Çünkü bu hem birikim, hem emek, hem sabır sonucu varılan bir noktadır. Birdenbire olan şeylerden hep ürkmüşümdür. Yalnız öykü açısından konuşacak olursak 80'li yıllardaki durgunluğun 97'den sonra aşıldığını gördüm. Öyküye büyük bir ilgi var. Bu hem okur bazında hem de yayınevlerinin genç yazarların öykü kitaplarını basması bazında. Adam Öykü benim için başlı başına bir olay. Gerçi öykücülerin çıkardığı bir dergi olmasa da öykücüleri bünyesinde toplayan çok düzeyli bir dergi. Bu da bir dayanışma sonucu çıkmıştır, durup dururken bir öykü dergisi çıkartalım demez kimse. İki binli yıllarda sanıyorum öykü almışlı yılların o altın çağını tekrar yaşayacaktır diye düşünüyorum. Bu arada bir çok genç öykücünün de yanlış bir yolda olduğunu görüyorum. Kendimizi, geçmişimizi bilmeden araştırmadan bir takım şeyleri deneysel öykülerden yola çıkarak; kısa kısa öykü yazarak bir yere varacaklarını sanıyorlar ki yanılıyorlar. Özümseyeceksiniz ve kendi sesinizi çıkartacaksınız yoksa başka sesleri taklitle siz hiçbir yere varamazsınız.

Tex hayranıyım...

Tex, Kinova, Tommix, Teksas, Tenten ve Redkit'de var ama ben daha çok Tex hayranıyım. Bir dönem bunlar yoktu sonra tekrar çıkmaya başlayınca müthiş keyif aldım. Zaten sorarlar ya; daha çok müzisyenlerde olur beş yaşında piyano çalmışlardır falan, benim de altı yedi, yaşlarımda bir roman kahramanım oldu. İlk kez bir roman kahramanı tanıdım, o Yüzbaşı Tommix'tir.

Birisini öldürebileceğimi hissettim hep...

Salinger benim çok sevdiğim bir yazardır, Hemingway, romancı olarak Lawrence Durrell'in İskenderiye Dörtlüsü benim başucu kitabımdır. Sonra Malcom Lovry'in Yanardağın Altında, o müthiş bir romandır. Onu bir arkadaşıma tavsiye ettim, adam alkolik oldu, çok üzüldüm. Daha gerilere gidersek Suç ve Ceza beni çok çarpan bir romandır, Karamozoflar da çok iyidir ama Raskolnikof farklı bir şekilde etkilemiştir beni. Ben kendimi hep öyle biri hissettim ve birisini öldürebileceğimi. Bu kadar içime girmiştir o roman. Psikoloji bilimi Dostoyevski'den çok yararlanmış.

Tam bana göre bir dergiymiş...

Dergileri mümkün olduğunca izlemeye çalışıyorum. Varlık, Adam Sanat, Adam Öykü, daha önce Yaşasın Edebiyat vardı, E dergisi... Öküz dergisini çok sürekli okuduğumu söyleyemem açık yüreklilikle ama izlememekle çok şey kaybettiğimi gördüm. Bundan sonra sürekli izleyeceğim, tam bana göre bir dergiymiş ben niye uzak durdum ki ondan.

İnsanın kendi kendine yazdığı mektup...

80'li yıllar tabi herkes için kötü bir dönemdi. Çok bilinçli bir kültürsüzleşme, apolitizasyon gibi programlar uygulandı ve mahvettiler. Bence o dönemde öykünün gözden düşmesinin nedeni; bir kere o dönem öykücüler tematik benzerlikler dışında bir seksen kuşağı oluşturacak altyapıya sahip değillerdi. Tematik benzerlikler neydi? Hesaplaşma, yalnızlık, korku, çocukluğa dönüş gibi yani bir savaş kaybedilmiş ve darmadağın kalmışsınız ortada. Eski dönemin usta öykücüleri de genç öykücülere karşı ilgisizdi. Dolayısıyla ben bunlara, insanın kendi kendine yazdığı mektup, yalnızlığını paylaşma, bir hesaplaşma, bir acıları sarma dönemiydi diyorum, yani edebiyat birazcık geride kaldı.

Müthiş karamsarım...

Umutlu olmak isterdim. Bir şeyler beklemek isterdim. Bir dönem çok bekledim, çok umutlu yıllar da yaşadım. Şimdi o dönemdeki umutlarım bana acı veriyor. Yani keşke bilseydim, bir gösterge olsaydı da bana bu günleri gösterseydi ben de kendimi bu kadar kandırmasaydım. Çok umutsuzum müthiş karamsarım onu söyleyeyim.

Yılmaz Güney de bir kovboydu...

İnegöl'den söz edeyim... Hiçbir filmi kaçırmazdık, izlerdik. O zamanlar benim başucu filmlerim kovboy filmleriydi. En sevdiğim film de İyi Kötü Çirkin, Birkaç Dolar İçin. Beni etkileyen yönetmenlerden biri Carlos Saura'dır. Yılmaz Güney'de bir kovboydu, onun vurdulu kırdılı filmlerini de çok severdim. Daha sonra öğrencilik yıllarında Arkadaş filmi beni çok etkilemiştir, bende bir değişime neden olmuştur, şöyle kendimle bir hesaplaşma ölçüp biçme falan.. Arkadaş filminin kaba bir yanı var yani tek bir açıdan bakışı var ama her şeye rağmen o filmden sonra burjuva diye bir kız arkadaşımı terkettim.

Dağa bayıra vururduk kendimizi...

Uzun yürüyüşler kasabada kaldı. O zamanlar hafta sonları kasabada belki de kız arkadaş falan yok. Ona bir tepki belki de kendimizi dağa bayıra vururduk. Çok boş geçti o yıllar, bırakın liseyi üniversiteye geldiğimde bile Marmara kıraathanesinde durmadan kağıt oynardık. Millet kız arkadaşıyla sinemaya falan gidiyor, biz bir grup kasabalı orada kağıt oynuyoruz, yapacak hiçbir şey yok. Bir de seks filmlerine giderdik, Behçet Nacar'lar vardı, Arzu Okay bizim en sevdiğimiz kadındı. Öykülerimden önce bir roman çalışmam vardı, orada ciddi şekilde bu üç film birden seks sinemalarını yazmıştım fakat kötü bir roman olduğu için kaldı. Ama bu malzemeden öykü yapacak çok şey var. Seks filmi oynatılan sinemalarda müthiş bir trajedi yaşanıyordu, ben onları anlatmak istiyorum, gerçekten o yer göstericiler gelenlere it gibi davranıyorlardı. Normal olarak yer göstericiye yerinizi gösterdikten sonra bir bahşiş verirsiniz değil mi? Hayır kapıda parasını alıyor, içeri karanlık bir salona salıyordu insanları. Yani resmen insan ahırı.

Kavukçu soyadı...

Bizim baba tarafı Konya civarındaymış, oradan hangi yıl bilmiyorum ama Yugoslavya tarafına göç etmişler daha sonra tekrar Türkiye'ye dönmüşler. Konya bölgesinde yaşarken herhalde kavuk yapıyordu bunlar sonra soyadı kanunu çıkınca ata mesleğini soyadı olarak aldılar, herhalde diyorum ama emin değilim ben de.

Lekesiz kırlentler yaptım...

Resim yapmaz mıyım? Yaptım tabii ama neler yaptım... Küçük yerlerde kızlar çeyizlik şeyler işlerler, eskiden köşe yastığı vardı, masa örtüsü vardı yatak takımı vardı. Ben onları yağlı boya yapardım bana getirirlerdi, on liraya yastık yapardım. İlk çalışmalarımda bez yağı kusardı, leke olurdu, sonra ona bir çözüm buldum bezin altına silme pudra serpiyordum. Pudra yağı emiyordu. Lekesiz kırlentler yaptım. Lisede hastalık dönemim (nefrit) oldu, o zaman başladım yapmaya. Babam pazarcıydı dedim ki "Ben yapayım da babam pazarda satsın." Bizde bir şey vardır babayla direkt konuşulmaz, anne vardır arada, annem verdi satsın diye. Babam geldi ve sattım dedi, bana on lira verdi ama "Pek tutmayacak artık yapma" dedi. Şimdi o yastık benim evimde, meğer babam onu satmamış, ölümünden sonra evde buldum. Adam "Yav ben bunu satamam koy bir yere, sattım de, ver parasını, ama bir daha da yapmasın" demiş. Şimdi anı olarak saklıyorum. Çok ilginç ben Sait Faik Ödülü aldığımda Burgaz Adası'na gittim, Sait Faik'in evini geziyorum. Baktım Sait Faik de yapmış, orada duruyordu.

* Hatice Meryem tarafından yapılan bu söyleşi Öküz dergisinin Aralık 1999 tarihli sayısından alındı.