27 Ocak 2012 Cuma

Oktay Akbal İle Söyleşi - Öner Kemal(*)



Oktay Akbal İle Söyleşi
Cumhuriyetle yaşıt bir öykücü
Öner Kemal

Cumhuriyetimizle aynı yaşta olan Oktay Akbal'ı çalıştığı ve yaşıtı olduğu Cumhuriyet gazetesindeki odasında buldum. Edebiyat tutkusu hiç dinmeyen bir coşkuya dönüşüyor onun gözlerinde. Yıllardır yazıyor. Siyaset, tarih, kültür ve edebiyat... Onun şairleri var. Çoğu kendi arkadaşı... Kimisi de genç... Onların ürünlerini izledikçe çoğalıyor. Hepsini anmak, kitapları üstünde düşünmek istiyor. Bir bölümü yazı olarak gazete sayfasına taşınıyor. Bıkmadan, usanmadan... Ama kimi dostları "demir alıyor zamandan..." Onların ardından anma yazıları yazıyor. Dostluklarını okurla paylaşıyor... Hep iz sürüyor...

İşte Oktay Akbal, yeni çıkan kitabında çocukluğunun geçtiği bir sokağı arıyor: Cüce Çeşme Sokağı...

Öncelikle Cüce Çeşme Sokağı Nerde adlı yeni yapıtınızı konuşmak istiyorum. Hemen hemen tüm öykü ve romanlarınızda "tanıklık etme"ye ilişkin ipuçları var: Bu yeni kitabınız da Literatür Yayıncılığın "Tanıklıklar" dizisinden yayımlandı. Aslında yazma süreci bir anlamda tanıklık etmek değil mi?

'Cüce Çeşme Sokağı' orda duruyor. Şehzadebaşı'ndan Vefa'ya giden yolun ucunda. Güzel bir sokaktı. Ahşap evlerle dolu. Şimdi gitseniz bulabilir misiniz? Bir tabelası bile kalmamıştır. İnsanlar da yaşamıyor. Bir park yeri olmuş. Arabalar çekiliyor. Bizim evin bahçesi, sur mağarasının önü kapatılmış.

O kitap bir tanıklık mı? O yazılar neyi anlatır? Bir zamanlar var olan, şimdi olmayan bir yeri mi? Bellek bir dipsiz kuyudur. Anılar içine düşer yiter. Kiminde de, takılır bir yere. Gelir karşınıza dikilir. Cüce Çeşme Sokak da bir düş sokağı. Tanıklık etsem de etmesem de var. Gerçekte olmasa da var. Düşlerde diyeceğim. Ama düşlere güvenilir mi? Bugün biri gelir, biri gider...

Orson Welles'in ünlü filmi Yurttaş Kane'de kahramanın kişiliğini belirleyen ana etken çocukluğunda kullandığı "kızak"tır (Rosebud). Buna benzer bir olguyu siz kendi yaşamınızda da saptayabiliyor musunuz? Hangi araçlar, nesneler vardı sizi etkileyen ve unutamadığınız?

Sözcükler canlıdır. Birkaç harfin yan yana gelmesi değildir. Ev dersen belirli bir anlam belirir. Oda dersen. Dost dersen... Benim en çok ilgilendiğim, daha doğrusu kendisiyle yetmiş yıldır benimle ilgilenen, benimle dostça ilişki kuran bir nesne var: daktilo, yazı makinesi... Babamın avukatlık yazıhanesinde ilk kez karşıma çıkan bu acayip araç... Kendimle konuşmalarım, başkalarıyla iletişimim bu araçla oldu hep. On binlerce satır, belki milyonlarca. Kimi zaman Ataç gibi yatağımda, kimi zaman kucağımda, kimi zaman bir çanta gibi nereye gittiysem oraya benimle gidip gelen bir nesne. Yok, nesne değil, bir canlı. Hep konuşan bir geveze. Benim "Rosebud"um olsa olsa şimdi önümde duran, Olympia. Köydeki Hermes Baby. Yedekte bekleyen başka biri...

Edebiyat dostluklarıyla örülen bir yaşamın yıllar boyunca biriktirdiği anılar sizin için elbette çok önemli. Gazetedeki yazılarınızda da bunu görebiliyoruz. Edebiyat- günlük gazete ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?

'Anılar ne istersiniz benden, gelir gelmez sonbahar' ya da 'Anılar kuşlar gibi dal ister konacak' der şairler... Daha neler demezler! Anday'ın Anı şiiri... Belleğimizde, yüreğimizde sıkışıp kalmış zaman parçacıkları mıdır anı? Yaşamın ilk yıllarından bu yana bir edebiyat havası içinde oldum. Dostlarım öykülerdi, şiirlerdi, dolayısıyla yazarlar, şairler... Kuşağımın insanlarıydılar. Gündelik yaşamda idiler. Ne kadar yazdımsa da bitmedi anılar. Bir bakarsın bir yerden biri sıkıverir. Bir başka gün, elli yıldır aklına bir kez bile gelmemiş olan... İnmek gerek, belleğin derinliklerine. Kendiliğinden gelirler, sana sormadan, sen istemeden...

Özellikle kıtlık yıllarını sergileyen Önce Ekmekler Bozuldu adlı romanınızın bu denli güncel kalmasında edebi güzelliğinin yanı sıra yaşadığımız siyasal çalkantılar ile ekonomik krizlerin de payı olabilir mi?

'Önce Ekmekler Bozuldu'nun ilk adı. 'Yıl 1940'idi. Fahir Onger öyküyü ilk okuyandı... O bu adı uygun görmüştü. Sonra öykünün ilk cümlesini yeğledim. Savaş yıllarıydı. Saraçhanebaşı'ndaki fırının önüde hep bir kalabalık olurdu. Vesika ekmeğini oradan alırdım. Annemle bana yarım ekmek. O günlerde ekmek bir kiloydu şimdiki gibi ufacık değil... İtiş kakış, yağmurda, karda bekleyiş... Sonra küçük radyomuzda dinlediğim savaş gerçekleri. Ha girdik gireceğiz savaşa. Ha askere alındık alınacağız kuşkusu, korkusu... O günlerin öyküsü işte... Altmış yıllık bir öykü. Ya da bir yaşantının edebiyata geçmiş bir parçası, bir anı, bir duyarlığı...

Bu konuya daha önce de değinmiştim. 1979 yılıydı. Şöyle diyordum: "Bir yazar kendi kitabından söz eder mi? Alışılmadık bir şey... Önce Ekmekler Bozuldu'nun yeni basımını gözden geçirirken yıllar, yıllar önceye gittim. Gitmek istedim. Ne var ki günümüzün içine demir atmışız, kıpırdamak olanaksız. Geçmiş, geçmişte kaldı. Anılar da eskidi, tükendi. Bambaşka biçimler aldı hepsi. 'Önce Ekmekler Bozuldu' öyküsünü yazdığımda tam 21 yaşında idim. Yıl 1944... Savaşın en korkunç zamanı... Öğrenim yıllarımız bir heyecan içinde geçti. Savaşa girdik giriyoruz, ha bugün ha yarın diye diye... 1941'de liseyi bitirmiştim. Okullar nisanda tatil edildi. İstanbul boşaltıldı. Trenler, kent halkını Anadolu kasabalarına indirimli taşıyordu. İstanbul'da evler, eşyalar ucuz ucuza satılıyordu. Alman orduları Balkanlar'a inmişti. Yunanistan düşmüştü, Bulgaristan Nazilerle işbirliği yapmıştı. Türkiye kuşatılmıştı. Karartma gecelerinde, vesika ekmeğiyle 'kendi' savaşımızı yaşıyorduk...

'Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey' diye başlar. 'Çünkü dünyada savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürüyorlardı,' diye sürer o öykü... Bir yabancı gibi okuyorum kendi yazdıklarımı şimdi. Nerde yirmi yaşın kişisi, nerde şimdiki kişi! Kişi olarak karşılaşsak geçmişimizin 'insan'ı ile, ne yapardık acaba? Bugün karşılaştığım genç yazarlarla, yirmisindeki yazın tutkunlarıyla konuşurken kendi yansımamı bulmak istediğim olur arada... 'Böyle miydim ben?' derim.

Bağışlayın beni, kendi yapıtımdan söz ettiğim, alıntılar yaptığım için... Ne var ki bir kuşağın, bir çağın yaşamıdır, duygulanmasıdır, yitirdiği değerli zamana acınmasıdır bu biraz da... Bu yüzden değil mi Önce Ekmekler Bozuldu'nun öykü olarak, hiç değilse bir ad, bir simge olarak bunca yıldır etkisini sürdürmesi... Yaşamdan, insan gerçeğinden koparılan bir parça, bir kesit, bir duyarlılık anı olarak...

İlk öykülerimle son yazdıklarım arasında bir ayrım varsa yılların kazandırdığı belirli bir ustalığın ağır basmasıdır. Yoksa ben o gençlik öykülerimin insanıyım yine. Ama bugün bu denli içten olamam, bu denli yalın, bu denli açık, bu denli arı..."

Öykü ve romanlarınızda birey-mekan ilişkisini nasıl ele alıyorsunuz? Değişim süreci içindeki kentlilerin ve İstanbul'un bu bağlamda konumu nedir? Size bir kent yazarı diyebilir miyiz?

Kent yazarı, köy yazarı diye bir ayrım nasıl yapılır? Ben İstanbul insanıyım. Yoksul semtlerde de yaşadım, varlıklı yerlerde de... İç dünyama değişik dış etkenler girdi, karıştı, bütünleşti. Yazar, denilen kişi yaşamın hangi çizgisindeyse, hangi aşamasındaysa, onu yazar, çaresiz. Serüvenler aramaz. İstese de yapamaz, yaptırmazlar. Benim için en güzel yazıyı Atillâ İlhan yazmıştır. 'Eksik Firari' demiştir... Öz olarak, anlam olarak bir yazarı iki sözcükle tanımlamaktır bu. Bu, bensem de, bir başkasıysa da...

Kimi anlatılarınızda yeni bir edebi tür adı gibi bir niteleme var: "öykücük" diyorsunuz. Öyküden biraz farklı, değiniden epeyce uzak, biraz da anıya yakın olmaları nedeniyle mi?..

Bir heykel nasıl yapılır? Önce bir kalıp alınır, mermer, taş, tahta. Oyarsınız, kesersiniz, biçersiniz, fazlalıkları atarsınız. Bir biçim çıkarırsınız. Yine atarsınız orasını burasını. Şiir de, öykü de, romanıda öyledir. Ne kadar gereksiz yanı varsa çıkarmak gereklidir. İki sözcükten en kısasını seçin der Flanbert. Yetmez, yazdığı cümleleri yüksek sesle okuyun der, her cümlenin seslenişlerini duyun, der... Ne kadar kısa, ne kadar öz, ne kadar yalınlaştırmak olasılığı varsa, o kadar iyidir, o kadar gerçektir. Birçok kez düşünmüşümdür, o beş altı yüz sayfalık kitapları bana verin yarıya indireyim, çok daha güzel olurlar. Örnekse Orhan Kemal'in 'Murtaza'sı. Yazar onun sayfalarını çoğalttı, öykü önemini yitirdi. Daha nice örnek var.

"Öykücük" konusuna yıllar önce değinmiştim. Yeryüzü Korkusu adlı kitabımda da vardır. Bakın o günlerde ne söylemişim:

"Sabahtan tepelere çıktım. Bir esin çekti sanki. Papatyalar açmış. Boğaz ayaklarımın altında. Bütün bu evler sabahtan akşama kadar denizle karşı karşıya...

Penceremin önünde deniz olmalı. Özlemim bu. Büyük bir özlem mi, bilmem. 1930 yazını İstinye'de geçirmiştik, koyda bir Ermeni evinin üst katındaki iki odada...

Sonra annem çok anlattı, hatırladıklarım belki de ondan, onun sözlerinden. Ben bir kayıkhane hatırlıyorum, iki kez de denize düşüşümü. Bir de sandaldan balık avlayışımızı. Boşu boşuna! Yok, başka anılar da var. Altınordu Kulübü futalarının birbiri ardına geçişi, sabah uyanırken duyduğum motor patpatları, bir de Necip Celâl'in İstinye iskelesine bakan yalısında çaldığı piyano parçaları. Maziler, Sunalar... Bir yokuşlardan indim caddeye. İstinye, şu aşağısı... Yeni kitabıma bu adı koydum: İstinye Suları. 'Öykücükler' dedim bu kitapta yer alan yazılara. Ben türlerin ayrımına inanmıyorum, öykü, roman, deneme, öykücük. Ne ad verirseniz verin. Elimde olsa 'yazılar' derdim hepsine, siz öykü sayın, anı sayın! Bunlar da öykücük işte, ne yapalım. Severseniz okursunuz, benimsersiniz. İlle de okuduğumuz şeyi 'bu hangi türde acaba' diye tanımlamak mı gerek? Yazı işte, yazı!

Bir gün tüm kitaplarımı bir dizide toplarlarsa şöyle yazsınlar başına: Yazılar."

Kitabınızın albüm bölümünde iki şiiriniz yer alıyor. Neden bıraktınız şiiri, diye sormak istiyorum. Ancak şiirsel tadın tüm öykü ve romanlarınıza, hatta gazete yazılarınıza taşınmış olduğu görülüyor. Anlatıda kendi sesinizi bulmak diye tanımlayabilir miyiz bunu?

Şiir en güç sanat. Bir yüzyıldan kaç şair kalmıştır. Yirminci yüzyıldan kaç şiir kaldı, kalacak? Herkes yazsın varsın. En kolay yazılandır, en zor yazılandır şiir... Kolaylığı aldatır. Kişi kendisinin en acımasız eleştiricisi olabilse... Olamıyor, bir kez şiire başlayan ille de elli altmış yıl sürdürüyor. Ama bir iki parçadan başka ne kalıyor ileriye, hiç. Bir şiir havası duymakla yetinsek. Ama yasağı yok bu işin. Ben lise sıralarında anladım bunu. Herkes şairdir. Bu, herkes şiiri sever anlamında...

*Öner Kemal tarafından yapılan bu söyleşi Cumhuriyet gazetesinin 10 Ocak 2002 tarihli Kitap ekinden alındı.

Hiç yorum yok: