Madem soruları benim sormamı istedin, zor bir soru sorayım da gör: Borges'le Sait Faik aynı anda denize düşse, senin de elinde bir tek can simidi olsa, hangisine atarsın?
Gerçekten zor bir soru... Bak ne yaparım, "Hişt, hişt" der can simidini Sait'e atarım. Biliyorsun Borges'in gözleri artık hiç görmüyor, yanında hep bastonu var. Onunla düşmüştür denize.. Bu sırada Sait can simidini takar, "Aman Sait, Borges'i kolla!" diye seslenirim ona. Sait Borges'in suyun üstünde yüzen bastonunu yakalar, sandalın ucuna takar, yardım eder Borges'a, o da bastonuna tutunur. Sonra ben ikisini de çekerim sandala (Bir sandalda ya da ufak teknede olduğumu varsayıyorum.)
Bütün yazarları, sinemacıları, ressamları, bestecileri denize döküyorum şimdi, ama sana da makul miktarda can simidi bırakıyorum.
Bana kalırsa bu daha zor bir soru. Ama kolayı var! Hemen bana bıraktığın "makul miktardaki" can simitlerinin bir fotokopisini çektiriveririm bizim sokağın köşesindeki kırtasiyeci İrfan'a. Şimdi
elimde senin bana verdiğinin iki misli fazla can simidi var.
elimde senin bana verdiğinin iki misli fazla can simidi var.
Şöyle bir bakınırım denize döktüklerine; başlarım can simitlerini atmaya.
Cocteau'ya atarım bir can simidi, Octavio Paz'a bir tane, Aragon'a, Rafael Alberti'ye, sonra Lorca'ya, Lautreamont'a, Hesse'ye, Beckett'e, Vian'a birer can simidi.
Rimbaud'ya, Kawabata'ya, Cortasar'a, Dylan Thomas'a, Thomas Mann'a, Conrad'a ve de Marquis de Sade'a atarım birer can simidi.
Sade, can simidini kapınca fısıldarım kulağına, "Denizden çıkınca Justine'in bende bulunan çok eski bir baskısını imzalar mısınız, sayın Marquis?" derim.
Acaba imzalar mıydı? İşte bunu çok merak ediyorum!
Sinemacılara gelince, Francis Ford Coppola'ya bir can simidi, Wajda'ya, Fassbinder'e, Bunuel'e, Kurosawa'ya, Bertolucci'ye, Oshima'ya, Kubrick'e, Vittorio de Sica'ya, Rossellini'ye, Orson Welles'e, Sam Peckinpah'a ve Cavanni'ye birer can simidi atardım.
Ressamlara gelince tek can simidi kullanırdım. Diego Rivera'ya. (Aslında Paul Delvaux'ya da bir tane atabilirim. Yanlış anlama. O kadar çok sevdiğim ressam var ki, simitler yetişmez.)
Ama Diego Rivera benim için çok başka. Saydığım isimler arasında bir isim olarak kalsın istemiyorum. Tüm yaşamı, yapıtları, düşüncesi ve çıldırarak ölmesi ile başlı başına etkiliyor o beni.
Rivera'nın hastane odasında ölmezden az önce söylediği şu cümle ne müthiş:
"Düşlerim benim için asıl gerçeklerdir. Gerçek ise benim için yalnızca bir fantezi..."
Mexico City'e gidip bu büyük devrim ressamının, duvarları, binaların içini kaplayan resimlerini yakından görebilmek için çok şey verirdim.
Gelelim bestecilere... Ne tuhaf, gene bir tek can simidi kullanacağım. O da Paganini için.
Bu çılgın kemancı, devrinde "Şeytan" olarak tanınan bu adamın kişiliği ve müziği büyülüyor beni. İnanır mısın, Paganini'nin müziğinde bulduğum hız'ı çok az buldum başkalarında. Dinlenmesi zor olan tüm besteleri, sanki Paganini'nin ruhunun insan ruhunun çığlıkları, haykırışları...
Biliyorsun, yazarken Paganini ve opera dinleyebiliyorum ancak.
Bundan başka can simidi atacağım bazı "ses"ler var, İzzet. Onlarsız yapamıyorum. (Zaten baktım, azalmış bizim can simitleri...)
Bu sesler öyle eski, öyle modası geçmiş sesler ki, şaşacaksın. (Çoğu klasik oldu ama çoğu da bilinmiyor. Kaybolmuş...)
Bir can simidi, Hina Spani'ye... 1920'lerin sonlarında, apandisiti patlayarak, opera sahnesinde fenalaşıp ölen güzel koloratur soprano Hina Spani'ye...
Bir başka can simidi Supervia'ya (Aynı dönemin sesleri. Artık kaybolmuşlar.)
Sonra, Caruso'ya, Gigli'ye, Tebaldi'ye, İmperia Argentina'ya, Tino Rossi'ye ve şu sırada Metropolitan Operası'nı yıkıp geçiren, bence dünyanın en güzel seslerinden biri olan Joan Sutherland'a..
Kuşkusuz Piaf'a ve Amalia Rodriguez'e de birer can simidi.
Evet, can simitlerine bakıyorum. Bir tanecik kalmış!
Onu da, başka bir kıtadayken, bir süre beraber çalıştığım, uzun uzun konuştuğum, şiirini sahnede okurken adeta havalanan, uçan, kitleleri büyüleyen, Sovyet Rus şiirinin genç kuşak şairleri arasında en güçlü adlardan biri sayılan Andrey Voznesenski'ye atıyorum.
Voznesenski lacivert bir takım elbise ile çıkardı sahneye. İyi taranmış olurdu saçları. Bir başlardı Rusça şiirini okumaya, ayaklanırdı tüm salon.
Onun votka içince terlediğini, bazen sıkıntılı gözlerle ufka baktığını, dişini bir kürdanla karıştırdığını görmüşümdür. Şiirini kitap arasında bırakmıyordu. Özenle kapattığı bir kel'i, votkadan mahmurlaşan gözleri vardı.
Sıkıntılı adamdı sahne dışında... İşte can simitlerim bitti.
Artık ciddileşiyorum ve masaya yumruğumu vurarak, Nazlı arkadaş, diyorum, disiplinsiz bir dünya yaratıyorsun sen hikayelerinde. Hiç kandil çöreğinden adam çıkar mı? İnsanlar kuş olup uçar mı? Tavuklarda, horozlarda toplumsal jest bulunur mu? Bunlar gerçekçiliğe sığar mı?
İzzet, sanki yanıtlamışım gibi geldi bu sorunu, tüm yukarıdakilerle... Tuhaf, dünyam disiplinsiz, ben ise disiplinliyimdir.
Unutma, bir bozkır insanıyım ben. Ankara gibi, evde kalmış, kızkurusu bir kenti sahipleniyorum.
Her sabah uyandığımda, aynaya bakar ve insan olduğum için eseflenirim biraz. Bu çok zor bir iş çünkü.
Sonra saatlerce bozkıra, kentin bitimine baktığım olur.
İşte o zaman kandil çöreğinden adam da çıkar, insanlar kuş olup uçarda...
Tavuklarda, horozlarda "toplumsal jest"e gelince, pek tabii bulunur. Çünkü onlar "benim" tavuklarım ve horozlarım. (Çok eskiden bir Electra yazacaktım. -Bir oyun- Kümeste geçecekti, sonradan vazgeçtim.)
Bunlar gerçekçiliğe tabiî sığar. Burjuvaziyi bir kümesten daha iyi nerede görebiliriz?
Dikkat et, tavuk ve horoz tam burjuva hayvanlardır. (Hatta çok dikkat edilince kümes'te bir "harem" yaşamı bile görebiliriz.)
Üstelik gerçek kavramı her an değişiyor. Ben Paganini'nin çılgın müziği ile peşinden koşuyorum onun...
İnsanlarına küçük mucizeler yaşatıyorsun sık sık. Sonra bakıyoruz, aslında pek değişen bir şey yok ortada. Hikaye de bitmiş. Rüyadan uyanmış gibi 'film bitmiş' gibi, bir tuhaf oluyoruz. Yanlış mı?
Eğer dediğin gibi insanlara küçük mucizeler yaşatabiliyorsam sık sık, ne mutlu bana.
Doğru, bazen hikaye bile yoktur ortada. Örneğin Geceyi Tanıdım adlı kitabımda, Nehri Bana Geri Ver adlı hikayedeki gibi. Hikaye başladığında olay çoktan bitmiştir. Hikaye filan yoktur ortada... Geriye kalan çığlıktır o. Nehir de gitmiştir. Daha doğrusu, almışlardır nehrimi elimden.
Senin yazının öznesi 'yetişkin' ya da 'normal' değil kesinlikle.
İbzer'in arkadaşını düşünüyorum : Dil-öncesi bir bebek o, delinin biri ya da. O hikaye bütünüyle erotizm yüklü bence.
Anladım, Ah Bayım Ah'daki, Sonsuzun Çocuğu adlı hikayeden söz ediyorsun. Ortaokulda yazmıştım onu. Hikayeye ilk girişimdir bu benim. Ve orada sudan çıkıp da benimle oynamayan, beni atlatan, "tek hücreli" bir yaratık olan sevgilim İbzer'i taşla ezerek öldürüyorum.
Yanılmıyorsun, gerçekten erotik bir hikayedir o... Yalnızlığımı duyarım ve sahip olamadığım İbzer'i ezerim bir taşla. Sonra bir elma bahçesine gider ve çiçek açmış bir elma ağacı olan babamın, akşam yelinde çıkardığı hışırtıları dinler dururum.
Hemen bütün hikayelerinde aynı şey sözkonusu aslında. Düşüncemizi, iletişimimizi yöneten mantık açısından 'yasak' bir yazı seninki. Bir 'haz' yazısı. Şehirden kümeslere, kırlara kaçıyor, mesai saatleri içinde hayal kuruyor, resmi törenlerde gizli gizli konyak içiyor.
Pek tabii mantık açısından "yasak" bir yazı benimki.
Ankara bozkırında oturmuşum, bir Orphée yazıyorum şu sırada. Bir pansiyon odasında başlıyor Orphée. Romanda Euridice yok. Yalnız bir Orphée bu. Ama Orphée, çağın vurgununu yemiş. Cebindeki telefon defterinde Euridice'nin öbür dünyadaki telefon numarası var. Belki postaneden arıyor arada bu santrallı numarayı... Romanın ikinci kişisi, Orphée'nin her gün haşır neşir olduğu, evlenmek isteyen, kız kurusu kent Ankara.
Belki de Orphée'nin tek diyalogu kent ile.
Orphée arada bir şehirlerarası otobüse atlayıp, cehenneme, olmayan Euridice'yi bulmaya da gidiyor.
Bu arada "Ankara" çeyizini hazırlıyor, topuk atan evlatlık gibi Orphée'nin başının etini yiyor. Üniversiteleri var, hastaneleri var, göbekleri var, her şeyi var Ankara'nın, ama onu alan yok.
Kent bu bunalımı yaşayıp duruyor.
Hep özlüyormuşsun" gibi geliyor bana, seni okurken. 'Burada' değil de 'orada' olan belirsiz bir şeyleri. / Çok özel bir tespit oldu, istersen geçelim./
Doğru. Hep özlerim belirsiz birşeyleri... Arar dururum. Amatör insan'da da böyle, Orphée'de de...
"Pasifik Günleri'ni okumadım henüz. Bu söyleşiyi onunla bitirmemde bana yardımcı olur musun?"
Pasifik Günleri çok sevdiğim bir romanım.
İki kez gittim Pasifiklere. İkinci gidişimde oldukça uzun bir süre kaldım. Serseri bir yolculuktu... Öyle çok şey görüyordum ki, Uzakdoğu'nun tılsımı bir türlü bırakmıyordu beni. Orada dostlarım gerçek sihirbazlar, morfinmanlar, mimciler, altın yontu tanrılardı. Bir teneke robot da var romanda. O, Ankara'da dolaşıp duruyor...
Romandaki kişilerin hepsi gerçek. Roman bir gezi romanı değil, düşlerin, yargılayanların ve de yargılananların romanı.
Üçüncü boyut olarak bir de kamera var romanda. Werner Herzog'un kamerası.
Romanı anlatmak güç. Sen oku, sanırım seveceksin. Muson yağmurları, zonklayan liman Singapur, güzelim Tokyo, tümen tümen sarı ırkın doldurduğu sokaklar ve insan çığlıkları var Pasifik Günlerinde.
Eğer insan seslerinin, iç uğultuların, yaşanmış ve yaşanamamış olayların, bir takım zaman aşımına uğramış cinayetlerin, aşkların, çaresizliklerin, düşlerin ve gerçeklerin bir örgüsü yapılabilirse belki de "Pasifik Günleri" o...
* İzzet Yaşar tarafından yapılan bu söyleşi Gösteri Dergisinin Ocak 1982 tarihli sayısından alındı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder