18 Ocak 2012 Çarşamba

Ferit Edgü İle Söyleşi : Kendi Kendimizle Yüzleşebileceğimiz İçin Yazdı Hep

Ferit Edgü İle Söyleşi
Kendi Kendimizle Yüzleşebileceğimiz İçin Yazdı Hep
Ayfer Tunç(*)

Ferit bey, sanırım sizin kendine özel bir okur kitleniz var. Rastgele okuyan bir kitle değil bu. Seçerek, bilerek okuyor. Üstelik bir iki kitabınızla da sınırlı değil. Okurlarınızın sizin yazarlık serüveninizi tümüyle izlediğini, tamamına değilse bile bir çok kitabınıza vakıf olduğunu düşünüyorum. Yanılıyor muyum? Bu, herkesin üstünkörü okuduğu bir yazar olmak yerine, daha az kişinin didik didik okuduğu bir yazar olmak demek. Bir yazar için bu, bir seçimdir muhakkak. Ne dersiniz?
Hiçbir zaman geniş okur kitlesinin yazarı olmak gibi bir amacım olmadı. Ama bir "kült" yazar olmak da istemedim. Çok genç yaşlarımda karşılaştım böylesi bir tehlikeyle. Ama elimden geldiğince engelledim bunu.
Tüm yazarlar gibi, ben de, okunmak için yazdım. Ama benim yazdıklarımla geniş okur kitlelerinin beklentileri aynı doğrultuda değildi. Ben okurun kendini bulacağı öyküler, romanlar değil, kendi kendileriyle yüzleşecekleri metinler yazmak istedim. Andre Gide'in sözcükleriyle, okunmak için değil, yeniden okunmak için yazdığımı niçin saklayayım? Çünkü ben de, bıkmadan usanmadan, yeniden, yeniden yazıyorum. Bencileyin okurlar için yazıyorum. Bu nedenle de onlara bir şeyler öğretmek gibi bir derdim yok.
Sizi kendine özel bir yazar kılan birkaç unsur var. Bir kere benzerine pek rastlanmayan bir dille yazıyorsunuz. Sade, çok temiz, anlaşılır; ses olarak şaşırtıcı derecede uyumlu, Türkçe kelimelerden oluşan bir dil bu. Kelimelerinizi dikkatle seçtiğiniz belli. Zengin bir dil kuruyoruz. Ancak kelimelerinizin gerek günlük dildeki kullanım yaygınlığı, gerekse iddiasız, bağırmayan, cafcaflı olmaktan uzak temiz kelimeler olmaları, kullandığınız dilin ilk anda dikkatten uzak kalmasına neden oluyor diyebilir miyiz? Öylesine doğal bir dil ki bu, üzerindeki işçilik ve özen ancak dikkatli bir okumayla çözülebiliyor. "Dilin içindeki cevher"e varma çabasının bir ürünü mü bu? Sade bir dil kullanımı, yazdıklarınıza egemen olan "düşünce"nin daha kolay algılanmasını ve bir dilin okunmasından gelen lezzetin ötesine geçip, düşünmenin tadına varılmasını mı sağlıyor?
Ders Notları'nın bir yerinde şöyle diyordum: "Bir roman, bir şiir, bir öykü, bir oyun, önünde sonunda bir dil yapıtıdır. Ve yalnız bir dil yapıtıdır."
Sanırım, ikinci kitabım Bozgun'dan (1961) sonra, ne zaman elime alsam, dönüp dolaşıp geldiğim nokta dil oldu. Türkçe, öz Türkçe sorunu değil, yalnızca anlatım aracı olarak dil.
Yaza yaza gördüm ki, dil, benim için bir araç değil, yapıtın temeli, iskeleti, herşeyi. Bu noktaya vardığınızda, artık dili süslemenin, benzetmelere gitmenin, bol bol niteleme sıfatlarını kullanmanın bir anlamı olmadığını görüyorsunuz. Göz boyamadan, söz sanatlarının yaldızıyla içi boş imgeler yaratmadan, yalın, olduğunca yalın, yalansız, dolansız bir anlatım...
Doğrusu, "düşünmenin tadı" sözünüz, bir an için, bende bir ürperti yarattı. Çünkü hiçbir zaman düşünmenin bir tadı olduğunu düşünmediğimi ayrımsadım. Ama şimdi görüyorum ki başka bir sözcük yoksa eğer, bu gerçekten bir tad. Hatta olağanüstü, çok zengin bir tad. Kimi kez, yazarken, böylesi bir tadı, handiyse esrikliği yaşadığımı itiraf etmeliyim.
Dilin içindeki cevher demişken İşte Deniz, Maria'ya gelelim. Son kitabınızdaki öykü yapısını ikiye hatta üçe ayırmak mümkün. Önce, bildiğimiz ve alıştığımız Ferit Edgü kurgusuyla kotarılmış, yoğun atmosferi ve iç ilişkileriyle sarsıcı öyküler. Sonra minimalist bir anlayışla yazılmış çok kısacık öyküler ve birer ikişer sayfalık, kısa öykünün tadını duyuran metinler. Neden böyle minimalist bir anlayışa gittiniz? Sizi böyle kısa yazmaya zorlayan şey nedir?
Hiçbir fazlalık olmasın istiyorum. Ama hiçbir eksiklikde olmasın istiyorum. 1961'de, bugüne değin yeni bir baskısına, çok kişisel nedenlerle rıza göstermediğim ikinci öykü kitabım Bozgun yayımlandığında, yokluğuna hala alışamadığım sevgili dostum Onat Kutlar, bana, "Bu kitaptan sonra ne yazacaksın?" dedi. Ben de, "Sanırım hiçbir şey," dedim. Gerçekten de, uzun bir süre hiçbir şey yazmadım.
Bugün, minimalist dediğim öykülerin başlangıcı o kitabımda vardı. Ayrıntılardan arındırılmış, öyküyü oluşturan olay en küçük boyuta indirgenmiş metinler. Son yıllarda, bunu daha da geliştirmeye çalıştım. Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı'ya romansı dedim. Belki "minimal roman" demem daha yerinde olurdu. Anlatıdan, öykülemeden, benzetmelerden, metaforlardan, elimden geldiğince arındırmaya çalıştım son yıllarda yazdıklarımı.
Romanlardaki, öykülerdeki betimlemelere dayanasım yok. Proust'ta ya da Balzac'ta olduğu gibi, betimlemelerin roman içinde bir işlevi varsa, bir diyeceğim yok. Ama yazarın ustalığının belirtisi olan, güzel sözcükler, uzun, dayanılmaz cümlelerden oluşan betimlemelere gerçekten dayanasım yok.
Psikolojiden kurtardığımız gibi, betimlemelerden, benzetmelerden (hiçbir şey birbirine benzemez) de kurtarmak gerektir yazını. Ben kurtara kurtara, işte, sonunda minimal öykülere vardım. Bundan sonrası, sanırım, Beckett'in soluk alışlarını yazdığı tek heceli sözcükler.
Diyalog bir dil aracı olarak hemen tüm öykü ve romanlarınızda önemli bir yer tutuyor: Kimse, neredeyse tümüyle diyaloglardan oluşan bir roman. Hakkari'de Bir Mevsim'de zaman zaman kullandığınız diyaloglar, o etkici atmosferi yaratan temel araçlardan biri. İşte Deniz, Maria'da da tamamı diyalog olarak kaleme alınmış öyküler var. Diyalog denince de akla tiyatro geliyor. Oysa ucu tiyatroya uzanan bir eğiliminiz yok sanırım. Sizce sizin kullandığınız diyalog biçimi sahnelemeye olanak tanımayan bir diyalog biçimi midir?
Biliyor musunuz, ilk ve son oyun denememi, Paris'teyken (1961-62 yılları olmalı), yazmıştım. İki perdelik, tek kişilik bir oyundu. Bir adam, sahnenin ortasında, bir çukurun içinde kendi kendine konuşuyor, arada bir, yanı başında çalan telefona bir-iki sözcük söyleyip kapatıyordu. Monoloğunu sürdürürken de yavaş yavaş içinde bulunduğu çukura batıyor, sonlara doğru telefona da yanıt veremez oluyordu.
Rahmetli dostum Güner Sümer'le sahneleme olanakları üzerinde tartışırken, o gün Londra'dan gelmiş olan bir dostumuz, "Siz Beckett'in son oyunu üzerinde mi çalışıyorsunuz?" diye sordu. Olumsuz yanıtımız karşısında da çok şaşırdı ve Beckett'in "Oh, Mutlu Günler" oyununu anlattı. Gene de benim oyunumla, Beckett'inki arasında iki önemli fark vardı: Birincisi benim oyuncum erkekti, Beckett'inki kadın; ikincisi, benimkinde telefon çalıyordu, Beckett'inkinde çalar saat.
Tabii oyunumu yırtıp attım. (Keşke saklasaydım.) Yıllar sonra da Beckett'inkini çevirdim. 196O'ların sonlarında, uzun bir süre, Beklân Algan'la, bu oyun üzerinde çalıştım. Onun da metinlerini yitirdim. Sonra, bir daha da oyun yazmadım. Senaryosu Onat Kutlar dostumundu ama, Hakkari'nin diyaloglarını ben yazdım. Mavi Sürgün'ün diyaloglarını da.
Alfred Jarry'nin Übü Kralı'ndan başlayarak, Camus'den, Beckett'den (bu arada Godot'yu Beklerken) birçok oyun çevirdim.
Az kelimeyle çok etkileyici atmosferler kuruyorsunuz. Yazdıklarınızda belirsiz zamanlar ve yerler, sağlam kurulmuş, derinlikli kişilikler var. Bu belirsizlik tanımının ortak paydası ise evrensel bir bakış açısı, Kadınlar ve erkekler, hatta çocuklar tüm dünyanın insanları. Olay herhangi bir zamanda, herhangi biryerde geçiyor olabilir. Bu açıdan bakıldığında, yerellikten uzak, insanlığı kavrayıcı bir yaklaşım söz konusu. Tufana kadar gidiyor, sanki dünyayı kurulduğundan bu yana anlamak istiyorsunuz. Tanımları yerelleştirebilmemiz için metnin içine küçük ipuçları koymayı da ihmal etmiyorsunuz. Sanırım bu hayata ve insana bakışınızı biçimleyen bir tür üst bakış. Büyük bir kavrayış içine tümünü alıyorsunuz. Bunlar sanata çeşitli yaklaşımları akla getiriyor. Kimi yüzeysel, kimi derinlikli yaklaşımlar. Hayatı, insanı, insanlığı bütünüyle kavrama çabası göstermediği halde, insan sanatçı olabilir mi? Ya da yazan insanı nasıl tanımlamak gerek?
Sanırım bir hayli abartıyorsunuz. Sırası gelmişken, söylediklerinizi belki biraz dengeler, bir itirafta bulunayım, Ben, gençlik yıllarım hariç; her zaman yeteneğimden kuşku duydum. Bugün hala duyuyorum. Ama artık çok geç. Yazdıklarımdan hiçbirini beğenmiyorum. Ama elimden geldiğince, sözcükleri doğru, yerli yerinde kullanmaya özen gösteriyorum. Çok güzel metinler yazmak için değil, dilin yalan söylememesi için. Bu nedenle sözcüklerle bitmez tükenmez bir savaş içindeyim. Yetenek yoksunluğumu böyle doldurmaya çalışıyorum. Çok şükür, bu yolda, Çehov gibi, Kafka gibi, Beckett ve tabii Sait Faik gibi, çok erken yaşlarda tanıştığım, olağanüstü yol göstericilerim oldu.
Belki, yarım yüzyıla yaklaşan yazarlığım süresinde, bu ustalardan iyi not alacak bir-iki öykü, hiç değilse, sekiz-on cümle yazmışımdır. Lütfen bu sözlerimi sahte bir alçakgönüllülük olarak almayın. Benim küçücük yapıtımla Kafka'nın en yüce doruktaki yapıtlarını karşılaştırmak isteyen çeşitli lisan, lisansüstü çalışmalar yapanlardan özür dileyerek böyle bir çabaya girmemelerini öğütledim. Ama sanırım, pek söz geçiremedim.
Sizin sorunuzu ben değil, ancak Kafka gibi biri yanıtlayabilir. Ama ne derdi, bunu kestirmem güç değil. "Hayır, hayatı, insanı, insanlığı, tümüyle kavrama çabası göstermeden sanatçı olunmaz."
Yazan insan, bunu kavrayan, sürekli kendinden, yeteneğinden, algıladıklarından kuşku duyan ve içinde iyilikle kötülüğü bir arada barındıran, yazılarında da bunu yansıtan kişidir.
O/Hakkari'de Bir Mevsim kendi adıma benim çok içimi burkan roman. İçeriğindeki evrensel unsurlar, bir insanlık varoluşu, alabildiğine yerel kelimelerle anlatılmış. Çocukların defterlerine yazdıkları, bildikleri kelimeler buna birer örnek. Bu kadar sade ve soğukkanlı bir bakışta, bu kadar etkileyici bir romanı nasıl yazabildiniz?
Sözcüklerle. Biliyorsunuz, çok güzel duyguları olup da şiir yazamadığından yakınan ressam dostu Monet'ye böyle diyordu Mallarme: "Ama sevgili dostum, şiir güzel duygularla değil, sözcüklerle yazılır."
Hiçbir şey beni çaresizlik kadar etkilememiştir. Tabii yoksulluk var, umutsuzluk var, ölüm var. Ama yoksul olup da yoksulluğa boyun eğmeyen, çıkar yollar arayan bir insan çaresiz değildir. Umutsuzluğun, gerçek, mutlak bir umutsuzluğun bir güce, dayatma, dayanma ve umutsuzluğu aşma gücü vardır. Kendi deneyimlerimle biliyorum bunu. Çaresizlik, eli kolu bağlı olmak, hiçbir çıkar olmama durumudur ki beni kahreder.
Hakkari'de karşılaştığım, beni kahreden, oradaki yaşama koşullarıydı evet, ama özellikle, o insanların çaresizliğiydi. Daha sonraki yıllarda gelişen trajik boyutlu olayların temelinde bu çaresizliği görüyorum.
O/Hakkari'de Bir Mevsim'in bir gücü varsa eğer, sanırım yaşanmışlığın sözcüklerdeki yansımasında var. Hiç değilse ben böyle olduğuna inanmak istiyorum. Az önce sözünü ettiğim çaresizliği yaşamış ve buna başkaldırmış olmaktan geliyor. Bir ressamın, ister figuratif olsun, ister soyut, bir çizgisinde, yaşanmışlığın izlerini hemen görürsünüz. Sözcükler için de böyledir bu. Bu nedenle yazarken sürekli, en doğru sözcüğü ararsınız. Ben de, elimden geleni gerçekleştirdim. Sözcükler benim olabilir, ama anlamlarını, Hakkari'nin dağlarından, çaresiz insanlarından aldı. Öylesine ki, yazıldıktan sonra, sanki bana ait olmaktan çıktılar. Hakkari'nin daha yalın, kuru bir metni olmasını yeğlerdim. Ama Hakkari dağlarının doğası ve insanlarının çaresizliği izin vermedi buna.
Doğu, sizin romanınıza kadar toplumcu gerçekçi gevelemelerle anlatılan, coğrafi olarak sıkıca tanımlanmış, bir miktar ihtiyatlı, siyasi yaklaşımlarla bakılan bir toprak parçası olarak girmişti edebiyatımıza. Doğasının yarattığı ruh hali birtakım mistik göndermelere, efsanevi anlatımlara yol açmıştı. Ama siz geleneksel ve ilkel olandan modern bir roman çıkardınız. Gaddar, çetin bir doğayla baş başa kalmış, kültürel etkileşimlerden uzak, bir dağın tepesinde unutulmuş bir grup insanın romanı bu. Sanki Nuh'un Gemisi'ndeler ve yeni bir insanlık doğuşunun yaşanıp yaşanmayacağı meçhul. İnsanı, doğası, tarihi ve coğrafyasıyla Doğu'yu yazdıklarınızın dışında nasıl gördünüz?
Birçok kez, 1964'te, Hakkari'de ikince kez doğdum derken, orada gördüklerim, orada yaşadıklarımdan sonra, artık aynı kişi olmadığımı dile getirmek istemiştim. Onlardan biri değildim. Onlardan biriymiş gibi davranmak, onların yazgısını paylaştığımı söylemek, hatta onları anladığımı söylemek büyük bir yalan olurdu. Yolu, bir kaza sonucu, o dağlara düşmüş biriydim. Kendini bir kaza sonucu karlı bir dağ başında bulan bir denizcidir Hakkari'nin anlatıcısı. Dolayısıyla yabancının yabancısıdır. Ama ortak dil, sözcüklerin ötesinde vardır. Aynı dilden konuşmayan bu insanlar anlaşabilirler. Ben, otuz beş yıl önceki Doğu'yu böyle gördüm. Uzun yıllar sonra yazdım Doğu'nun bendeki izlerini. Yazdıklarım gördüklerimdir; gördüklerim, de yazdıklarım, yazacaklarım.
Hakkari'de Bir Mevsim'de teknoloji ürünü olarak kabul edilecek tek nesne, Halit'in satıp daha büyüğünü almayı tasarladığı bir radyo. Dağlar arasına sıkışmış dar bir coğrafyada dünyayla kurulan tek taraflı ve tekbağ bu. Doğu'ya yakın zamanlarda gittiniz mi? Bu yeni iletişim çağında, televizyonun telefonun, cep telefonunun internetin, bilgisayarlı banka şubelerinin hayatımızı neredeyse tümüyle belirler hale geldiği yeni bir yüzyılda sizce nasıl bir Doğu duruyor karşımızda?
Hakkari'ye gittiğimde (Paris'ten döneli birkaç ay olmuştu) yanımda, güçlü transistörlü bir radyo vardı. Bir karakış boyu, tüm haber kaynağım bu radyoydu. Yörenin en yüksek köyünde olduğum için, dünyanın dört bir yanındaki istasyonları rahatlıkla dinleyebiliyordum. Böylece, yalnız haber değil, müzik gereksinimimi de karşılıyordu radyom. Yalnız benim değil, bizim ve çevre köylerin haber kaynağı da oydu. Bir radyonun, İstanbul, Ankara ya da Paris'teki bir insanın yaşamı içindeki yeriyle, Hakkari'nin bir dağ köyündeki insanın yaşamı içindeki yerini, özellikle o yıllarda, gözünüzün önüne getirebilir misiniz?
Edison'u, sanırım, hiç kimse, benim kadar kutsamamıştır. Telefonu ve televizyonu değil, yolu ve elektriği bile olmayan köyüme daha sonraki yıllarda, yol, elektrik hatta telefon gitmiş. Bugün ise hiçbiri yok. Çünkü köy haritadan silinmiş. İşte, yeniyüzyılda karşımızda duran Doğu'dan bir küçük fotoğraf.
O/Hakkari'de Bir Mevsim'de vali aracılığıyla tuhaf, kafkaesk bir devlet idare erki tablosu çizdiniz. Güçlü, ama gülünç bir devlet tablosu bu. Yine de tanımlanmış yönetim biçimlerinin olmadığı bir zaman ve durum söz konusu. "Olağanüstü bir hal" değil örneğin. Bugünkü Doğu'nun hayatında, devlet nasıl duruyor sizce? Hâlâ dağlar arasına sıkışmış küçük bir toprak parçası üzerinde, Nuh'un Gemisi'nde gibi yaşayan bir grup insan var mıdır?
Hakkari'de Bir Mevsim'in filminde yer almayan iki sekansa çok yanarım. Birincisi, sözünü ettiğiniz vali, ikincisi de Süryani kitapçı. Vali sekansını, filmi sansürden kurtarmak için koymamıştık. Ama gene de sansürden paçamızı kurtaramamıştık. Vali, bu devletin memuru, kendini devletin bizzat kendisi sayıyordu. Hâlâ da öyle sayarlar. Yalnız valiler mi, kaymakamlar, komiserler, polisler, hatta bekçiler. Bu açıdan baktığınızda; biz her zaman "olağanüstü hal"i yaşadık, yaşıyoruz. Bugün, Doğu'nun hayatında Devlet tek erktir. Halk ise kul. Türk Devleti hiçbir zaman bir hukuk devleti olmamıştır. Doğu'da da Batı'da da Kuzey'de de Güney'de de. Benim Hakkari'de yaşadığım dönemde, zaten Nuh'un Gemisi'nde yaşar gibi yaşıyordu insanlar. Ellerinden geldiğince, devletle bir ilişkilerinin olmamasına çalışıyorlardı. Ne tüm evlilikler, ne tüm doğumlar, ne tüm ölümler kayıtlara geçiyordu.
Halk, birçok konuyu, aşiret düzeni içinde, kendi aralarında törelerine, geleneklerine göre çözümlüyordu. Sanırım, Nuh'un Gemisi'nde daha çok adalet, daha çok özgürlük, daha çok güven vardı.


*Ayfer Tunç tarafından yapılan bu söyleşi Cumhuriyet Gazetesinin 6 Ocak 2000 tarihli Kitap ekinden alındı. Ayfer hanım veya Ferit beyin talep etmesi halinde bu şöyleşiyi blogdan hemen kaldırabiliriz.