Enis Batur İle Söyleşi
Opera Odağında Enis Batur Şiiri(*)
Prof. Dr. Mustafa Durak
Opera Odağında Enis Batur Şiiri(*)
Prof. Dr. Mustafa Durak
Tahta Troya'da Ece Ayhan üzerine üretilen eleştirel metindeki çok metinlilik ile sözdizimindeki, genellikle saptanabilecek, çok düzlemlilik yani çizgisel olmayan bir söylem bakıma zihinsel yapında, anında birden fazla konuya sapma, belki, başka bir deyişle dikkat dağınıklığı, ama bulanık olmayan bir dikkat dağınıklığı bu -(bu yüzden zaman zaman dil karışıklığı-dil çokluğundan-, dağınıklığı bazılarınca savrukluğu, hatta dili kullanmayı bilmediğin noktasına vardırılan saçma yorumlara yol açabilen bir düzlemleşme bu) buluşuyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla da ürettiğin metinler, türü ne olursa olsun sendeki içkin,- makro planda, kendi biçemine uyuyor. Bir bakıma biçem kişinin kendisidir tanımına mı geliyorum, neyse, bu saptamalar ve konular üzerine neler dersin?
Bilmiyorum büsbütün özel 'zihinsel çalışma' biçimleri var mıdır (olsa gerektir), ne olursa olsun çeşitli işleme biçimlerinin varlığından söz edilebilir sanıyorum. Benim zihnim, belki pek çok benzeri gibi, birbiriyle çelişen iki hareket tarzı tutturuyor genelde: Bir, merkeze yönelen, kendisini çekirdeğin etrafında deriştiren, yoğunlaştıran hareket var; bir de, merkezkaç kuvvetle çepere doğru savrulan karşı-hareket var. Bu zıtların birlikteliği yönlendiriyor zihnimi, gibi geliyor bana. Yoğunlaşmakta güçlük çekmiyorum, ola ki bundan, parçalanmaktan ve dağılmaktan ürkmüyorum. Yazarken "eksen"i unutmam hiç, ona döneceğimi bilmek firarî hareketleri benimsememi kolaylaştırıyor.Tabiî, verdiğin örneği düşünecek olursak, metne ayrılan vakit de önemli: "Tahta Troya" topu topu 50 sayfalık bir metin, ama bir buçuk yılda, iyi-kötü her gün üzerinde çalışarak yazmıştım onu. Böyle olunca dağılmaya da, toplanmaya da zaman kalıyor.
e/babil yazıları'nda "kendi payıma, kimi eleştirmenlerin kuramcıların zaten şairler, romancılar, öykü ya da deneme yazarları ölçüsünde yaratıcılık barındıran kalıcı yapıtlar kurduklarına inanıyorum." diyorsun. İnanmak oldum olası sorguladığın bir kip. Tümden öznelleştirici bir kip. Sanırım bu belirlemedeki bakışın deneyimlerin kendince öznelliğinin altını çizerken kendi söylemindeki sorumluluk sınırını belirlerken yazma eylemine bakışını da sergiliyorsun ve pratiğinde gösterdiğin gibi hepsini iç içe sarmallıyorsun. İnanmak, bilmek, sanmak ve yapmak kiplerini iç içe geçirerek mi sorguluyorsun bilgisel ve gerçek dünyayı?
Her şey, herkes, iki kutup arasına gerer trapezini: İman ve şüphe. Baktığım iç ve dış dünyayı tutmak, sarmalamak, onlara nüfuz etmek isterim. Öyle olduğunu sandığım anlar olur. Kısa sürer bu. Elimden sıvışıp gittiklerini görürüm. Yeniden başlarım. Hepimizde bir, birkaç Sisifos barınır. Zaman zaman, "iş"imizin bir tür boşinan ya da kanı oluşturmak olup olmadığını düşünürüm. Pekçok insan bu alıştırmayı yapar; yazma uğraşı bunu daha sık yapmaya sürüklüyor insanı.
"Kararsızlığı seviyorum", sınırlılık kavramına takılıyorum derken kimlik konusunda belirsiz görünürken galiba birden fazla olasılığı görebilmenin, birden fazla katta, katmanda birden varolabilmenin, belki şeffaflaşmanın acısını çekiyorsun, ne dersin?
-İşte burada, trapezin hangi kutbu ağır basıyor sorusu ortaya çıkıyor. Şüphe; içeri ve dışarı yönelik şüphe belirgin bir üstünlük gösterdiğinde her şey sık sık yer değiştirmeye başlıyor: İnsan vardığı eşiklerin, çizdiği sınırların, ördüğü duvarların belirsizliğini keşfediyor. Bilim adamı olsaydım, kesinlik arayışı beni herhalde yıkardı. Bilginlerde, bilimerlerinde inancın payının yüksek olmasını anlıyorum. Kişi şair, sanatçı olduğunda kesin gibi görünenin bile arkasına uzanmak için kıvranma eğilimi artıyor sanıyorum. Kendi kimliğiyle oynamasının, oyunu bir tür oyunbozanlık katına çıkarmasının (çekip gitmekle iyi yaptın Rimbaud !"), kazanılacak bir şey olmadığını bilmesiyle ilgisi var bence.
Aslında yanıtını bildiğimi sandığım bir soru (galiba soruları-yalnızca benimkiler değil, hep kendimizi bir halt sandığımızdan yanıtını bildiğimiz soruları seviyoruz.) Sence şiir yaşamın neresinde duruyor?
Şiirin ne olduğunu biraz daha iyi biliyorum, Yaşam'ın ne olduğunu bilemiyorum buna karşılık. Her ne ise, Yaşam akıp giderken şiir onun dışında bir yerde olur, varolur. İnsan şiir kurarken bir de yaşayamaz. Sonra yaşama katılmaz mı şiir, katılır, her şey yaşama katılır zaten, ama tekrarlıyorum, şiirin varoluşu yaşamın biraz berisindedir. Okurken de biraz böyle değil mi durum: Şiir okurken, gerçekten şiir okuduğumuzda neredeyizdir?
Sen celladından, avcından metinlerinin define avcısından nasıl bir bakış, nasıl bir duruş beklersin? Yani "Opera Odağında Enis Batur Şiiri Bildirişimleri"nden -bildirişim sözcüğünü Sami Karaören, sempozyum karşılığı önermişti- nasıl bir sonuç bekliyorsun ?
Epeydir kendi yazımı, kitaplarımı birer 'konu' olarak gördüğümü saklayacak değilim. Onlardan birini ya da birkaçını şüphesiz, kendi adımla, ama bir başkasıymışcasına akıl yürüterek yoklamak isterim. Nabokov'un, "Yevgeni Onegin" çevirisi için yaptığı dev boyutlu bir çalışma ortaya koymak: Bu çekici tasarıyı erteliyorum durmadan. Cellâdım ya da avcım, böyle birinden, birilerinden ne beklerdim? Metinlerim arasındaki toplam bağlantıların kataloğunu çıkarmasını sözgelimi. Yada "Doğu-Batı Divanı"nın bir bakıma yerlem envanterini: Şahıslar, zamanlar, mekanlar. Neden birini, öbürünü, diyebilirsiniz: O sonuçları bilmediğim, merak ettiğim için.
Devingenliğin içinde bir kımıltısızlık, bir durağanlık içinde bir hareketlilik boyutlarını açıyorsun, yani ikiliklerin, karşıtlıkların sınırı ya da sınırsızlığını sorun ediyorsun. Bu da bir noktada sabit fikirli, bilgiç, dogmatik vb bakışlardan koruyacak senin ardında olduğun bilgeliğin, çok yönlü ele alabilmenin, irdeleyebilmenin, çok kentli, çok yerde olmanın, çok kültürlü olmanın getireceği zihinsel ve eylemsel hareketlilik içinde bir hareketsiz görünme bir hızın arkasındaki bulanık görüntünün ardındaki berrak olana ulaşmış, ulaşmaya çalışan bir hoşgörü ve onun içerdiği katlanana özgü katlanılmaz bir acı mı?
Konu karmaşık, soru çapraşık, bana bütün bunları daha iyi anlayabilmek için vakitler gerek. Süreğen bir derinlik kazanma çabasından söz edebilirim yalnızca. Gündelik yaşama bir iki dublör sunma zorunluğu doğuruyor bu, yıldan yıla geçtikçe. Kişi, gerçek prizmasını ortalama bağlamının dışına çıkarak kullanabiliyor ancak: Yapayalnız kaldığında,yolcu çıktığında, "ev"ine çekilebildiği anlarda. Acıysa, en çok acı veren, sahici hayata ayırmaya hak kazanabildiğimiz anların sınırı. Bereket, "asıl iş" im, kendimle birlikte oluşuma ayarlı ve pek çok kişiden fazla çalışıyor, çalışabiliyorum. Olanaklarım elverseydi, bugünkünden çok geri durmak, derinlik kazanmak isterdim.
Vasat şair, vasat ile usta yazar arasındaki ayrım sanki ölüm ile yaşamın ince sınırı gibi saydam görünüyor bana. Bu sınır, bu eşik kendini nasıl ele verir? Başkaca küçük adam niye küçüktür?
Ayırmak, ölçülendirmek kolay değil böyle durumlarda. Bir keresinde, Ece, "yüreğine çengelli iğne ile tutturmak" gibisinden bir yaklaşım getirmişti. Dönüp dolaşıp, iman/şüphe ikilemine getiriyorum sözü: Küçük adam kendisinden kuşku duymuyor pek, kurcalamak istemiyor fazla, duygusundan düşüncesinden neredeyse emin oluyor. Bir de, toplumsal başarıyı gereğinden çok önemsiyor. En iyisi, müşteriyi hiç düşünmemektir. Şişedeki mektuba şişede mektup gelirse arasıra, yeter, yetmelidir. İnsan, genellikle, yaptığının kendisi kadar hiç kimseyi ilgilendirmeyeceğini bilir, kabul ederse yol alır, "vasat" eşiğinden atlayabilir.
Hilmi Haşal ile konuşurken dünyanın, Lady Di'nin ölümüyle kocaman bir köye dönüştüğünü, zira benzer törenlerin ilkellerde de olduğunu söyledi. Ben, medyatik güce dönüşmüş paranın ilkel zevk bölgelerini okşadığını, dolayısıyla korkuya, ham biçimimize yönelttiğini ifade ettim karşılık olarak. Burada yine bir sınıra, ilkel/uygar sınırına dayanıyoruz. Sorum şu; sence uygar olmak yazılı kültür bilincinde olmak mı başkaca yüzümüze tutulmayan ilkellik/uygarlık aynası ya da şeffaf ve hissedilmeyen ortamlar var mı ya da geçişlerde hiçbir şey hissedilmeyen ama ancak yüze vuran ama ancak tanıyanlarca görülen bir ışık izi mi uygarlık?
Sahici "ilkel" de, sahici "uygar" da, yeryüzü ölçeğinde azınlık statüsüne giriyor aslında. Biri neredeyse eldeğmemiş, bozuşmamış; öbürü olabildiğince kendini yontmuş, inceltmiş, korunmuş olan iki kategoriyi ayıracak olursak, Hayat'ı, döndüren ne yazık ki ortadakilerdir. İlkel olunamaz, doğulur. Uygar doğulmaz, olunabilirse olunur.Bütün bir iç ve dış program gerektirir uygar olma süreci, üstelik kesin bir "derecesi" yoktur. Işık, diyorsun ya, bana anlamlı görünen Karanlık ve Aydınlık gerçekte. Birine yaklaşan ötekini de seçebilir, tamıtamına göremese de. Bu açıdan, uygar'ın ilkel'le buluşma noktasını aramak canalıcı önem taşıyor. İnsan'ın, hayvan'dan ve bitki'den, su'dan ve taş'tan, toprak'tan ve ateş'ten öğrenmesi gereken bunca şey olmasının nedeni de bu, sanırım. Ne ki, bir daha söylüyorum, Hayat daha çok ortada geçip gidiyor, bizi birinden ve öbüründen uzaklaştırıyor. Son iki yüzyıl, kaçacak yer bırakmadı insanoğluna, yitirilmiş cenneti sanatta ya da yazıda kovalamamıza yol açan biraz da budur.
Seyrü Sefer Defteri'nde "şiirini kurdukça, önünde oluşan düğümleri çöz(ümle)me uğraşı veren şair" olarak ifade ediyorsun kendini. Şu günlerde gerek Opera'nın devamıyla ilgili gerek başka şiirsel çalışmalar için teknik ya da kavramsal boyutta düğümlenmiş, çözmeye, açmaya çalıştığın nesneler neler?
"Opera"nın ikinci cildinde de, tıpkı ilk ciltte olduğu gibi, en ciddî sorunum "mizansen" ile "iç ritm" arasında bir uzlaşma biçimi oluşturma konusunda doğuyor. Her bölümde kıvrandırıyor bu sorun. Lirik şiirler çerçevesinde, son yıllarda, söz-ses dengesinin yarattığı düğümler vaktimi alıyor: Karacaoğlan, Petrarca, Gongora, Rönesans musikisi ile didişiyorum. Şiir, gerçekten de matematikten farklı bir uğraş değil: Sorunu koyuyor, çözümü arıyorsunuz.
Şiiri öyküye bulamak yaşamı algılayış biçiminden mi kaynaklanıyor ?
Divan şiirleri, bana hayat'ı kuşatma konusunda açılımlar getirdi. Şiir ile öykünün alışverişi çok eski zamanlara dayanır, Homeros'tan bu yana anlatıyor şairler. Doğu'da da aynı eğilimle karşılaşırız: Süphesiz, bugünün şairi, anlatı eğrilen konusunda dünün şairinden ayrılacaktır: Bizler sinemanın çocuklarıyız bir yandan. Öte yandan, radyo oyunları dinleyerek, çizgi-roman okuyarak yetiştik. Şiirin öyküye bulaşması açısından bütün bu verileri göz önünde tutmak gerekir.
Seyrüsefer Defteri'nde şiirinle ilgili açıklamalara girişiyorsun ve giderek günceler çoğalıyor Kesif, İki Deniz Arası Siyah Topraklar ve geriye dönersek seni açıklama olarak ele alınabilecek Söz'lük kitapları bir kendini anlatma çabası yanında yazarın vazgeçemediği romantik dönem yaratıcı-yazar anlayışının izlerini mi taşıyor? Ahmet Oktay'ın "anlaşılmama isteği", anlaşılmayı istememe sendromu" olarak niteliği derinlere açılma giderek kendini kutsamaya, kutsallaştırmaya tanrı-ben'e mi varıyor?
Bende 'anlaşılmama isteği' olmadı hiç. Ahmet Oktay, sanırım, anlam tabakalarını kuruş, içiçe geçiriş biçimimde gözüken karmaşıklığ'a dikkat çekiyor. Her durum, açık ya da örtük, bir çokanlamlılık koyar önümüze; hem yatay ve dikey, hem de sarmal bir akışı vardır olayların, insanların. İmge mekanizmam böyle çalışıyor. Kişi kendisini bazen aşağılar, hiçe sayar, sıfırlar: bazen de yüceltir, kutsar. Ne biri doğrudur, ne de öbürü; ama, denge genelde böyle tutturuluyor galiba. Aynaya bakmak, ille de aynada gördüğünüzü beğeneceksiniz anlamına gelmiyor: Belki de anlamaya çalışıyoruz oradan yansıyanları.
Dostluk üzerine bir denemede kadın, erkek, her tür üçüncü cinsle; hayvanla, ağaçla, evle, kentle; ölülerle; şeylerle dost olunabileceğini söylüyorsun. Ama başka bir yerde "Yazı, Kadın, Dost, Doğa, Yolculuk" diye sıralıyor ve "İlk ikisi üzerine çattım hayatımı, onlara tutunmadan dengemi kuramazdım. Öbür üçü kurtaramazdı beni. (...) Dost sıralamada sonra geliyor: Bir kalabalıktan kurtulmak, arınmak için bir tenhalık zorunlu. Blanchot'nun, Bataitle'ın "olumsuz cemaat"ın karşısına diktikleri seçenek-cemaat" diyorsun. Sence dostluk bu anlamıyla yalnızlığı paylaşmak mı, yoksa önceki sıralamada söz konusu ettiğin ilişkiler, belki kavramlaşma düzeyinde yeni terimlere gereksinimli, ne dersin?
Yazı ve Kadın (Eş), benim gözümde yalnızlığa endeksli bir denklem kurulması ve onun korunması için vazgeçilmez iki nokta oldu hep: Yalnızlığımızın altında ezilmemenin formülü, diyebiliriz Onlar, sizinle birlikte, içeridedir. Benliğim, eşim, işim: Fanusu bu üçgeni kurup kapatmak mümkündür. Gelgelelim, dışarısı vardır, ondan keşişler ve deliler bile büsbütün soyutlanamamıştır. Uyumlu bir yaşam, seçebildiğimiz oranda gerçekleşebilir, diye düşünüyorum: Kimlerle ilişkide olacağıma kendim karar verebildiğim ölçüde başarı sağlayabilirim. Yaşamak aslında çok zor.
Zaman zaman şiirin yalnızlığından söz edilir. Şiir çok genel bir kavram. Ama günümüz nitelikli şiiri uç burçlara yönelik. Tekhne ve teknik sorunsal ettiğin iki önemli kavram. Öncelikle bunlar arasındaki benzerlik ve ayrılıklardan söz eder misin? Sonra da şiirin okurunu azaltan, eleyen tekhne ve tekniklerin ne zaman şiire yük, ne zaman yol açıcı olduğunu söyler misin?
Şiirin ne ve nasıl olduğu üzerinde görüş birliği yok galiba. En iyisi, herkesin kendi tanımını getirmesi belki de. "El"imle çalışıyorum, ama "uz"um, "beceri"m salt bu organa bağlı değil, görüyorum. Zihnim, imgelemim, bilincim ve bilinçaltım "iş"imi bilinçlendirmede "el"ime ne kadar yardımcı oluyorlar, ne kadar köstek? Şairin algı refleksleri, şair olmayanınkilerden ayrılır. Çalışma refleksleri benzeyebilir.İki-üç yıldır Ovidius'la boğuşuyorum, iki bin yıl önce yaşamış benden, reflekslerimiz açısından hiçbir fark yok aramızda. Yazı, yazma teknikleri başka, onlar çağdan çağa değişir değişmiştir de. Ben, sözün ham gerçekliğini öteden beri önemsemiş biriyim, "yetkin teknik" bu hamlığı zedelemeden verme yöntemidir. Şairin teknik bilgisi ona tuzak kurabilir, teknisyenliğinin dozunu iyi ölçmesi gerekir.
Gerek tarihsel olarak gerekse bugün, bir iki şiirsel düzgüyü ya da ögeyi kullanarak, kalıplaştırarak şiirler üreten de şair, şiir üretimine tüm birikimini ve dahasını yükleyen de. Ben kabaca bir ulama yaparak şiir ameleleri, şiir kalfaları, şiir ustaları ve şiir dahileri biçiminde bir sıralama yapılabileceğini düşünüyorum. 20. yüzyıl Türk şiirinde sence gerçekten şiir dahisi sayabileceğimiz kişiler kimler olabilir?
Önce Yahya Kemal tabiî, yolumuzu açan odur. 1945-65 arası yazdıklarıyla Dağlarca, sonra. Ardından, benim için, Necatigil, Ece Ayhan ve Oktay Rifat gelir. Bu beş şair, şiirimizin parametrelerini değiştirmişlerdir.
Günümüz ya da senin şiir yazdığın yıllardaki Türk şiirine ilgin nasıl yakından izleme olanağın oluyor mu, beğendiğin, umut verici bulduğun şairlerden söz eder misin?
Yayıncılık yapıyor olmam, yaklaşık 25 yıldır, yeni şiiri izlememi kolaylaştırıyor. Kendi kuşağımdan beğendiğim şairler var; daha yenilerden de. İsim vermek biraz gül dağıtmak anlamı taşıyor, bundan kaçınıyorum. Büyük bir üretim var, 1970 sonrasına baktığımızda, yüzlerce şiir kitabı yayımlandığını görüyoruz.
Buna karşılık, değerlendirme cephesi çok zayıf. Şiirin yalnızlığı diyorum, şairin yalnızlığı da var demek.
Bir kitabında Osmanlı şiirinin trigonometrisinin yazılmadığını söylüyorsun. Ben Opera ile ilgili bildirimde bir bölüm olarak öznenin eylem ve edimlerinin Tekvin bölümünde kullanımlarını çıkardım. Önce bunların genel mantık açısından kendi aralarında, nasıl ulamlanabileceğini düşündüm ve bir sınıflandırma gerçekleştirdim. Sonra bunların soyut sonuçlarını, dağılımlarını ve metin içindeki anlamsal değerlerini dikkate alarak nasıl bir eğri oluşturduklarını, dengeli olup olmadıklarını, işlevlerinin ne olduğunu anlamaya ve yorumlamaya çalıştım. Senin şiirinin bir bölümünde geometrik ve matematik denge ve denkleminin çıkarılması için bir ön çalışma yaptığımı düşünüyorum. Senin, şiirın trigonometrisinden kasdın neydi gerçekte?
Osmanlı şiirinin trigonometrisini çıkaran bir tek kişi olmuştur: Tanpınar. O da bu işi derslerinde yapmış, oturup yazacak zamanı bulamamıştı. Tek tek şairlerin yapıtları üzerinde bu türden bir işleme dalmak iyice zor görünüyor bana. Bir yandan, kendi şiirleri arasındaki uzaysal denge, bir yandan metinlerarası ilişkiler: Kapsamlı ve çapraşık ilişkiler kısacası. "Özne" dediğinde iyice ürküyorum: Şiiri yürüten "ben"ler nasıl konumlanabilir? Bazen şairin kendisi, öteki-benidir bu, . bazen şiirin kendisi ya da bambaşka biri, bir "şey" -kolay gelsin!
Çok yazmış olsan, çok konuşmuş olsanda söyleminde seni, konuşmanın gerisine çeken, sözden alıkoymaya çalışan bir ekonomi kaygısı, belki de suskunluğun görkemli huzuru var ne dersin?
Söz alan kişi, yazdıklarında ve söylediklerinde kaydolmuş olanlarla takip ediliyor genellikle. Ya sözünün içindeki sessizlikler, suskular? Ya yazmadıkları, söylemedikleri? Bir inceleme konusu daha işte. Hep aynı örneği veriyorum bu konuda, Borges'ın Kur'an için "Arap kültürünün ürünüdür, çünkü develerden hiç söz edilmez" demiş olması bir fantezi değildir. Söylemek, yazmak, yapmak bana öteden beri giderilmez bir susuzluğun göstergesi gibi geliyor. Hani, asıl söyleyeceğimi daha söylemedim durumu.
Her ne kadar üretken bir yazar olduğunu kabul etmesen de sürekli gündemde kalan ürünler vermeyi başarıyorsun, yazmayı, yazıyı tek iş seçmiş ender kişilerdensin, hatta benim için, köktenci bir tavırla yazıya kendini adamış birisin. Elbette sonuçta bir kitapla yaşamak çıkıyor karşımıza. Ben okuma ve yazma disiplinini merak ediyorum. Nasıl yetiyorsun bunca işe?
Üretken değilim demiyorum, üretkenliğim abartılıyor diyorum, dünya ölçeğinde üretkenliğe bakarak. Bir yazı insanı olduğum doğru elbette; düzeni, sıkı düzeni olan biri olduğum da. Ama olağan bir ritmim var: Ciddiye aldığım bir özel hayatım, bir iş hayatım, bir de iç hayatım olması yeterince açıklık getirir mi soruya ?
Opera'nın sonraki kitaplarına ait tasarılar ve çalışmalar hangi aşamada ?
"Opera"nın ilk kıvılcımı 1974'te çıkmıştı; ilk yazma girişimleri 1979-80'de geldi (kısa bir bölümü, "Ateş", "Oluşum"daki "Dağar"da o zaman yayımlamıştım); kesin yazıma 1985'te başladım. 12 bölümlük çatı, başladığımda hemen hemen hazırdı. Geçen süre içinde bazı bölümlerin sırası değişti yalnızca. Her bolüm için binlerce sayfalık belge okumam gerekiyor, onları fotokopiler halinde dosyalıyor öyle çalışıyorum. Fetihle ilgili bölüm için örneğin, tam bir Bizans ve Fatih dönemi uzmanı kesildim, hatta tarihçilerin yanlışlarını bulmaya başladım.
Bazı bölümler için özel yolculuklar yapmam gerekiyor, Firnas'la ilgili olarak Endülüs'e, 1789'la ilgili olarak Devrim hapisanelerine gittim, Ovidius'un doğduğu köyü görmek için İtalya'nın ortsında kaybolmayı göze aldım. Bunları biraz da şunun için söylüyorum: "Operayı neredeyse hayatımın gölgesi kıldım yıllardır, bir tek masabaşında yazarken oluşan bir kitap değil o, beni Zaman'ın ve Coğrafya'nın uçlarına savuran anlamlı bir uzun yolculuk da. Tek dileğim, onu bitirmeye hak kazanmak. Tuhaf, neredeyse bâtıl bir istek bu. Kaç yıl çalışmam gerektiğini bilmiyorum üzerinde, ne kadar gerekecekse o kadar çalışacağım, anlaşılan bana bir de uzun ömür gerek.
*Prof. Dr. Mustafa Durak tarafından yapılan bu söyleşi 23 Ekim 1997 tarihli Cumhuriyet Gazetesinin Kitap ekinden alındı. Bu söyleşinin buraya alınmasına Enis Batur veya Mustafa Durak'ın itirazı varsa bizi uyarmaları yeterlidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder