26 Şubat 2012 Pazar

Nilgün Marmara Şiirlerini İlk Kime Gösterdi?


Gülseli İnal ile Nilgün Maramara, taksi ile misafirlikten dönüyorlar; Gülseli hanım tam taksiden inecek iken aralarında şöyle bir diyalog geçer:
Nilgün Gülseli hanıma dönüp; "biliyor musun, ben şiir yazıyorum ve yazılmış çok şiirim var.”

Gülseli hanım şaşkınlıktan donup kalır.

"Bundan hiç söz etmedin."

"Hiç kimseye söz etmedim, yalnız sana öylüyorum."

"Ece ya da İlhan Berk de mi bilmiyor?"

"Hiçbiri. Ama şiirlerimi sana göstereceğim."

"Hemen. Peki neden göstermedin şiirlerini?"


"Hiç sormadılar ki. İşte öyle"
 
Yani ne Ece Ayhan ne de İlhan Berk sabah akşam yanlarında olan genç bayanın bir şeyler yazıp yazmadığını hiç mi hiç merak etmiyorlar. Üstelik şairler bir araya geldiklerinde bir şekilde sözü şiirlerine getirirler, o günlerde neler yazdıklarından söz ederler. Belki de Ece Ayhan, "Nilgün senin yorulmana, kafa patlatmana gerek yok, senin yerine de şiir yazarım" demek istemiştir.

Facebook hesabımız: http://www.facebook.com/adana.sanat

20 Şubat 2012 Pazartesi

Her Yerde Aşk(Manuale d’am3re /The Ages of Love) Filmi


Geçen yaz Ağustos ayında Her Yerde Aşk filmi sinemalarda oynarken film hakkında bir kaç tanıtım-eleştiri yazısı okuyunca filmle ilgilenmeye başlamıştım. Evin yakınındaki Arıpleks sinemasının girişindeki afişine bir hafta boyunca bakıp durmama rağmen bu filmi izlemek üzere sinemaya girme fırsatım olmamıştı. Bu filmin DVD'si elime geçince merakımı gidermek için hemen ilk 20 dakikasını izledim. İlk izlenimler olumlu olunca şartları zorlayıp filmin devamını da izledim.

Her Yerde Aşk filmi, yönetmen Giovanni Veronesi’nin çektiği bir üçlemenin üçüncü filmiymiş. Üçlemenin ilk ikisinin(ülkemizde gösterime girmemiş) gişe başarısından sonra üçüncüsü çekilmiş.

Romantik komedilerde genellikle bir aşk anlatılır. Bu aşkı bir buçuk iki saate yaymak için konu uzatılır. Bu filmde birbirinden bağımsız 3 ayrı aşk öyküsü anlatıldığı için filmin temposu düşük değil. Bu öykülerden en çok ilkini beğendim. Kızla oğlanın tanışması ve yakınlaşma şekli bence akla uygun.

İlk öyküde evlilik hazırlıkların yapan genç bir çift var. Çiftin erkek olanı henüz avukatlık yapmaya başlamıştır. Bir arsa konusu için birkaç günlüğüne bir kıyı kasabasına gitmesi gerekir. Orada yaşayan ve kasabadaki erkeklerin çoğunun aşık olduğu genç bir bayana ilgi duymaya başlar. Tempo hızlı olduğu için 40 dakikalık ilk öykü hemencecik bitiyor. İlk öyküde not aldığım bir cümle var: “Hayat burada neden güzel biliyor musun? Çünkü burada hiç kimse senden olduğundan daha iyi olmanı beklemiyor." Bu sözü kendimce yorumlayacağım: "Yanınızdakinin sizinle olmaktan mutlu olmasını istiyorsanız, ondan, olduğundan daha iyi olmasını istemeyin".

Her Yerde Aşk filmindeki bu ilk öykü dolayısıyla birkaç cümle yazacağım: Dünyanın neresinde olunursa olunsun sevgilisi, nişanlısı veya karısı olan bir genç erkek tek başına herhangi bir nedenle uzak bir yere 3-5 günlüğüne bile gittiğinde orada normal şartlarda yani sevgilisi/nişanlısı/karısı yokken ilgi duyabileceği birisi karşısına çıktığında, önce biraz duraklar muhasebe yapar. Sonra ilgi duyduğu, uzak yerde tanıştığı bayanın talebi karşısında sevgilisini aldatması an meselesidir. Hele hele henüz tanışılan bu bayanla paylaşımlar, yakınlaşmalar eğlencili bir yörede geçiyorsa aldatma ve mevcut sevgiliyi bir süreliğine de olsa bırakma, ayak bağı olarak görme kaçınılmazdır. Erkek bu gibi durumlarda hemen açık verdikleri için mevcut ilişkisi genellikle sona erer.

Filmdeki ikinci öyküyü pass geçip 3. öykü hakkında biraz konuşmak istiyorum. Zira 3. öyküde Monica Bellucci ile Robert De Niro var. Robert De Niro, filmdeki adıyla Adrian, Amerikalı emekli bir sanat tarihi profesörüdür. Karısını kaybetmiş ve bir süre önce kalp nakli ameliyatı geçirmiştir. Hayatının geri kalan kısmını yaşamak üzere Roma’ya yerleşmiştir. Bu tercihinde eski arkadaşı Augusto’nun etkisi vardır. Augusto ile Adrian komşudur ve sıklıkla görüşmektedirler. Derken Augusto’nun Paris’te yaşayan kızı Viola(Monica Bellucci) mali sorunlarından dolayı Roma’ya babasının yanına gelir. Adrian, Viola’nın küçüklüğünü bilmektedir. Bu şartlarda ister istemez Viola ile Adrian tanışmakta ve zaman zaman aynı ortamda bulunmaktadır. Derken Viola babası ile kavga edip evi terk etmek zorunda kalır. O sırada gidecek yeri olmadığı için Adrian’ın kapısını çalar. Hikâye bana saçma gelmedi.

Bu filmle ilgili onlarca sitede usta sinema yazarları tarafından kaleme alınmış onlarca eleştiri yazısı olduğu için klasik film eleştirisi yerine filmde işlenen karakterler ve perdeye yansıtılan yaşam üzerine birkaç söz edeceğim.
 
Filmdeki 3. öyküyle ilgili olarak bir soru: Yaklaşık 40-45 yaşında oldukça güzel bir kadın neden kendisinden 15-20 yaş büyük birisi ile ilgilenir? Bu soruya birkaç tahmini cevap verelim:
 
·         Geçmişinde üstlenemeyeceği, unutmak istediği yaşanmışlıklar vardır.
 
·         Daha önce denediklerinden umduğunu bulamamıştır.
 
·         Doğurganlığını kaybetmeden çocuk sahibi olmak istemektedir.
 
·         Kendisine soru sorulmasını, geçmişinin didiklenmesini istemiyor, olduğu gibi kabul edilmek isteniyordur.
 
·         Hayatının geri kalanında önceliği kendisine sadık olacak, ilk fırsatta terk etmeyecek birisine vermiş olabilir.

10 Şubat 2012 Cuma

Duygu Asena - Kahramanlar Hep Erkek Kitabından Bir Öykü(*)


Nil ya da aşk

"Otuzundan sonra gelinlik giymek çok saçma" diye düşündü. Bir iğne battı, irkildi. Bu kadar kararsız olmak ne kötü dedi kendi kendine... Üzerimde gelinliğim, provadayım; hâlâ gelinlik giyip giymemem gerektiğini düşünüyorum. Yine iğne battı, bağırdı bu kez.
"Uğurdur, uğurdur, bağırma" dedi terzi.

"Bu eteğin üzerine bir de tül eklemeyelim. Dar etek, straples bir üst yeterli bence. Sonra da giyebilirim, bir de üzerine tül koymak iyice abartılı olacak."

"Yavrucuğum, niçin daha önce verdiğimiz kararlarından vazgeçiyorsun? Bu gelinlik, gelinlik dediğin biraz zengin olmalı. Üstelik ilk kez evleniyorsun."

"İlk kez evleniyorum ama sen beni hâlâ çocuk gibi görüyorsun Zehra Teyze. 34 yaşında olduğumu unutuyorsun."

"Tamam, saçmalama, çok gençsin, çok güzelsin, fıstık gibisin, şu tülü koyalım, düğünden sonra çıkarırsın. Madem bir şey yapıyorsun, kurallarına uygun olarak yap."

Kurallarına uygun yapmak... Kurallar. Kurallara uymamak ya da kendi kurallarını yaratıp onlarla yaşamak özgürce. Demek ki yapamadım, demek ki hep "gibi" yaptım. Kurallara uymadan, özgürce yaşadım sandım. Ne tür bir yaşam sürdürdüm ben? Başkalarının düşüncelerine uyarak, bir tutsak gibi mi? Yoo, özgürce yaşadım, aklıma eseni yaptım, en azından ailem evde kaldın diye baskı yaparken, 34 yaşıma kadar evlenmemeyi başardım. "Ayy... Bu iğnelerin uğurunu kaçırdın artık Zehra Teyze." Evlenmemeyi özgürlük uğruna mı başardım? Her flört ettiğimle acaba bununla evlensem nasıl olurdu diye düşünmedim mi? Macera için elbette, evlilik olsun diye değil. Evet flört ettiklerim içinde evlenmek isteyenler çoktu, evlenmedim, ama hepsinin bir kusuru yok muydu? Hatta iyi dans edemiyor ve otomobil kullanamıyor diye hoşlanmaktan vazgeçtiğim olmadı mı?... Peki o... O iki yıl boyunca içini titreten, kendini özleten, sana hep tepeden bakan, gel deyince geldiğin, git deyince gittiğin o... O seninle evlenmek isteseydi, hayır mı diyecektin? Tamam, tamam... Yine de o isteyenlere karşı direndim ya. Ne kadar hoşları vardı içlerinde. Bu son hoş'a neden direnemedim peki? Ama beni çok seviyor, ben de... Ben de ondan çok hoşlanıyorum. Çok hoşlanıyorum, hoşlanılmayı hak etmiş biri o. Çok yakışıklı, ne kadar hayran oldu arkadaşlarım tanıştıklarında. Hele o kulüpte yaptığımız rock'n roll gösterisi. Toplum içindeki rahat davranışları, cana yakınlığı, şıklığı, lüks yerlerden zevk alması, yaşamayı bilmesi. Ona da mı hayır deseydim? Önce annem sonra arkadaşlarım vururdu herhalde beni. Bu yaştan sonra karşıma daha fazla heyecan duyacağım, aşık olacağım, deliler gibi özleyeceğim biri çıkmaz artık. Bu yaşa kadar bir tane çıktığına göre. Hem zaten o büyük tutkuları, arzuları, şehveti, özlemi kim yaşıyor ki? Hep düşlerimizde olan birşey bu... Onu bekleyecek olsak ömür boyu tek yaşamamız gerekirdi herhalde.

"Peki Zehra Teyze, tülü de koy" dedi, "o kadar şık bir yerde yapıyoruz ki düğünü, davetliler benden daha cazip olmasın bari... O tülü takalım ve uzun tüllü duvağı seçelim."

Denize bakan o büyük dairede geçen gemilere bakarak viskisini içerken kadın, adam eğilip yanağını öptü ve sordu, "Hala benim için karar veremedik, beyaz mı siyah mı giyeceğim ?" "Kaç kez söyledim beyaz giy diye, beni dinlemiyorsun ki sen." "Ama siyah sanki daha şık olacakmış gibi geliyor bana. Gidip giyeyim, ikisine de bak bakalım, bu gece karar verelim." "Hayır hayır, düğünden önce giysileri görmememiz gerek, uğursuzluk getirir bu, giyme, kendin karar ver işte." "Bazen beni o denli şaşırtıyorsun ki, böyle inançların mı var senin?" "Varmış demek ki, senin yok mu sanki, karşı dairenin manzarası daha güzel olduğu halde, numarası 13 diye vazgeçip burayı satın almadın mı ?"

Adam kadını kucakladı, yerinden kaldırdı, uzun uzun öptü, memesini, karnını, bacaklarını okşadı arzuyla. Kadın onu yavaşça itti. "Diyorum ki, düğün gününe kadar birlikte olmayalım, sanki ilk kez gerdeğe giriyormuşuz gibi özlemle yaşayalım o geceyi. Hatta biz de yabancılar gibi son bekârlık gecesi yapalım arkadaşlarımızla. Sen erkek, ben kız arkadaşlarımla çılgınca eğlenceli bir gece yaşayalım." "Biraz sinirli gibisin bu gece canım. Gören de seni sahiden ilk kez gerdeğe girecek yeni gelin sanır. Peki son özgür bekârlık gecende ne yapmak isterdin?" "Son özgür gecem mi olacak bu sence? Özgürlüğüm bitiyor mu artık, bunu mu demek istiyorsun?" "Bırak saçmalamayı, sorumu yanıtla bakayım, ne yapmak isterdin son gecende?" "Çılgınca sevişmek isterdim sabaha kadar, mademki son özgürlük gecem..." İrkildi adam, yumruk yemişçesine sarsıldı... Gülmeye çalıştı sonra, güldü de... "Benimle sevişmek isterdin herhalde değil mi, benimle sevişmek isterdin çılgınca?" Kadın, pişman olmuştu verdiği yanıttan, bilemedi ne diyeceğini, dilinin ucuna geldi ve onunla... bir kez daha ve son kez diyemedi. Aklına heyecan veren başka biri gelmediği için kendi kendine küserek yanıtladı adamı, "Hem garip sorular soruyorsun, hem de yanıtlayınca kızıyorsun. Sorma o zaman, gerçekten özgürlüğüm gidiyor galiba... Konuşmalar bile bu denli sınırlayıcı oluyorsa... Neyse ben gidiyorum şimdi, düğün akşamı buluşmak üzere, ne denli heyecanlı olacak göreceksin. Heyecanı insan kendi yaratmalı, öyle değil mi ?" Gitti kadın.

O gece hep onu düşündü. Heyecanlı bir şeyi düşlediği zaman aklına yalnızca onun gelişine bir kez daha lanet etti. Onca flört arasında dolaşırken ne denli tekdüze yaşadığının ayırımına vardı ilk kez. Yeniden birlikte olsalar, aynı coşkuyu bulamayacağını bile bile yaşamındaki tutku eksikliğini onu düşleyerek gidermeye çalıştı yeniden, kendi kendine kızgınlık duyarak. Yine de iyi ki o karşıma çıkmış, farklı duyguların nasıl bir şey olduğunu onun sayesinde öğrendim diye düşündü gülümseyerek. Farklı duygular... Yakışıklı bile değildi fazla, ama nasıl beklerdi onunla birlikte olmayı, nasıl yaşamını ona göre ayarlardı. Paris yolculuğundan bile vazgeçmişti onunla daha fazla birlikte olabilmek için, çünkü onun Paris'ten döneceği gün Amerika'ya gidecekti adam. Onunla sevişirken ağlamak, haykırmak gelirdi içinden, doyuma ulaşmayı bile düşünmezdi hiç, bitecek diye. Onun teni kendi üzerinde, içinde, saatlerce öylece kalsınlar isterdi. Kalırlardı da. Sonra daha iyileri olmadı mı, sevişmeyi bir teknik başarı haline getirenler, ona yarım saat içinde doyum üzerine doyum yaşatanlar... Sevişme bitince hâlâ kucaklaşamıyorsan, konuşacak bir şey bulamıyorsan ne anlamı kalıyor ki bu yapay kucaklaşmaların deyip, ayrılmıştı hepsinden. Neyse evleniyorum işte, bundan böyle dingin bir yaşamım olacak, her şeyi yaşadım, tüm istediklerimi yaptım, tam zamanıydı evliliğin, ne denli akıllıyım...

Uyudu... Düşünde koca bir açık alanda, üzerinde yırtık pırtık, orasının burasının bir elbiseyle ve garip bir müzik eşliğinde dans ediyor buldu kendini. Çevresinde binlerce çekik gözlü, sarı benizli adam vardı ve sessizce dans ediyorlardı onlar da. Sonra adamlar ona doğru yaklaştılar. Bedenine dokunmaya başladılar. O sıkışmış çember içinde dansını sürdürüyordu. Adamların biri giysisinin yırtıkları arasından memesini, biri karnını, biri bacaklarını okşuyor, öpüyordu. Biri dudaklarına yaklaştı, öpmeye başladı uzun uzun ama sakince... İnanılmaz bir zevk içindeydi. Giysisinin yırtıkları arasından karnını öpen adam onu yere yatırdı yavaşça, dudaklarındaki adam ise hoyratlaşmıştı artık, müzik hızlandı... Kadın uyandı. Uyandığı için üzüldü. Çabucak uyumaya çalıştı. Ama uyuduğunda çekik gözlü adamlar yoktu artık. Babası gelmişti, seni özledim, ne kadar büyümüşsün, ne kadar güzelleşmişsin, mutlu musun kızım diyordu ona.

"Neden önümüzde bu kadar zaman varken her şey son dakikaya kalır sanki" dedi oradan oraya koşuştururken. Daha makyajını bile yapmamıştı ve davetlilerin gelmesine kırk dakika kalmıştı. "Otur şuraya da makyajını yapayım" dedi arkadaşı, "kuaföre o kadar geç gitmenin ne anlamı vardı sanki. " Yüzüne fondöten sürmeye başladı, "Çok boyama, her günden farklı olmayayım" dedi kadın. "Bu düğün günün, farklı olmalısın" dedi arkadaşı. Kapı çaldı. "Kocan geldi" diye seslendi kız kardeşi. "Kocam gelmiş" diye yineledi kadın, güldü... "Gülme, dudağını boyayamıyorum" dedi arkadaşı.

Gelinliği ve duvağıyla aynanın karşısında son kez kendine baktı. Nedense gelinlik giymek onu utandırıyordu ama bu duyguları kendini beğenmesini engelleyemedi.

"Hadi kızım, çok geciktik" diye telaşla annesi girdi odaya. Şöyle bir baktı kızına, "Ben demiştim, bunun yakası çok açık olmuş işte" diye söylendi biraz. "Ama göğüsleri çok güzel, bırakın açılsın" dedi arkadaşı. "Göğüsleri güzel diye, düğün günü herkese göstermek zorunda mı, el âlem ne der" dedi annesi. Bıktım anne senin bu el âleminden, bugün sus bari" diye bağırdı kadın. "Aman sinirleri bozuk yine" dedi annesi, çıktı odadan.

Salona geçti, adam beyaz smokiniyle çok yakışıklı göründü gözüne. "Aman Tanrım, bu ne güzellik" dedi adam gözü gelinliğinden hafifçe taşmış göğüslerine takılarak. Kucakladı kadını, "Dünyanın en arzu edilir gelini sensin sanırım, seni çok özledim, bir an önce şu geceyi bitirsek" dedi. Kadın, "Dur, duvağım buruşacak" dedi adamın yanağını, dudaklarını yanağına dokundurmadan öperken.

Koşa koşa arabalara doluştular. Çiçeklerle süslenmemiş ama gıcır gıcır yıkanmış otomobilde, hızla, büyük otelin balo salonuna ulaştılar. Pek çok davetli gelmişti bile.

İltifatlar, kutlamalar, öpücükler, yıllardır görmediği lise ve üniversite arkadaşları, adamın ilk kez tanıştığı akrabaları, arkadaşları...

Kolundan tutarak döndürdü adam, mutluluktan uçarcasına "Ve, işte Kanada'da yaşayan ünlü biraderimiz" dedi adam, "işini, gücünü bırakıp, düğünümüz için geldi." "Hoş geldiniz, memnun oldum" dedi kadın otomatiğe takılmış gibi. "Sizden o kadar çok söz edilir ki, merak ediyordum ben de. "Elini yavaşça çekti erkeğin avucundan. Şöyle bir süzdü yukarıdan aşağıya... Kravat takmamış, koyu renk elbise giymemiş... Gömleği yakasız, üzerinde siyah bir blazer ve altına blucin giymiş. Saçları sanki taranmamış. Seyrek, ipeksi, alnına dökülmüş. Eliyle duvağını düzelterek ve bu gelinliği giydiğine lanet üzerine lanet edip utanıp sıkılarak, "Ne zaman döneceksiniz?" diye sordu erkeğe. "Bilmiyorum" dedi o, kısık kısık bakan yeşil... yoo, ela gözleriyle. "Bilmiyorum, burada kalmam için pek neden yok. Ama umarım sizinle tanışacak kadar zamanım olur, ama balayına çıkıyorsanız..."' "'Yooo, çıkmıyoruz, yeni tanışmadık ki, bir yıldır birlikteyiz ağabeyinizle." "Güzel, görüşebiliriz o zaman." "Hadi sevgilim, nikâh kıyılıyor" dedi adam elinden tutarak. Kadın erkeğin yakasındaki beyaz minik lekeyi parmaklarının ucuyla, şefkatle aldı, gözlerinin içine bakarak yavaşça yere bıraktı, bakışlarını erkeğinkinden hiç ayırmadan geri geri gitti adamın elini tutarak... Hüzünlü müsünüz, bana mı öyle geliyor diye sormak geçti içinden. Kendini nikâh masasına oturuyor buldu.

Yüreğinde tuhaf bir kıpırtı var: derin derin nefes almak istiyor, heyecandan ölecek gibi. Kalbi, nasıl dese, kuş gibi, uçacak gibi, hafiflemiş. Utanmasa çığlık atacak. Ne oldu birdenbire, nedir bu heyecan? Nikâh memuru konuşurken hafifçe öne eğildi, göğüslerinin görünmesinden, seksapelinden çok memnun. Davetlilere baktı merakla, coşkuyla, kimi arıyorum ben, orada gördü erkeği, ön sırada, ama herkesten biraz uzakta, gülümseyerek bakıyor. Yüreğinin atışı hızlandı kadının, yerinden kalkmak ve dokunmak istedi ona... Hatta... Hatta gel sen de yanımda otur demek. Evet dedi soruyu soran nikâh memuruna dönerek evet ve hemen kalabalıktan biraz uzakta, ayakta, kendisine bakan erkeğe doğru çevirdi gözlerini, baktı. Erkek gülümsüyordu, kadın gülmedi. Öylece baktı hiçbir anlam taşımayan yüzü ve şaşkınca pıtır pıtır uçuşan yüreğiyle.

Ve karı koca ilan edildiler; çevreleri ağlayan, gülen insanlarla doldu. Annesi gözyaşlarını saklamaya çalışarak kucakladı kızını. Kardeşi yanaklarından öptü, adamın annesi, babası elini sıktılar, öptüler, yakasına pırlantılarla bezenmiş bir broş, bileklerine bilezikler taktılar. Yavaşça heyecanlı kalabalıktan sıyrıldı. Aynı yerde hiç kımıldamadan duran erkeğe doğru gitti, gözlerinin içine, ta içine bakarak elini uzattı, erkek kollarını açarak kucakladı, kadının içi çekildi, bacakları titredi, yerden kesildi. Duvaklı başı erkeğin omzunun üzerinde, zaman dursun istedi. Zaman durmadı. Kardeşi beline sarıldığında, gözleri ıslanmıştı. "Sakın ağlama" dedi kız, "sonra herkes seni evlenme meraklısı sanır."

"Sonunda beraberiz işte, çok yorgunum ama, sen bir harikasın, şimdi kurallara uygun olarak duvağını açalım, ama önce yüzgörümlüğünü takalım, yoksa duvağı açmama izin vermezsin herhalde." Küçük kadife kutunun içindeki elmas yüzüğü çıkardı, kadının parmağına taktı, duvağı açtı, kadını öptü. Öpüştüler. Kadın o sevişmeye hiç uyum gösteremedi. Doyuma ulaşamadı. Durmadan gözlerinin önüne gelen ela gözleri, alına düşmüş saçları, o tuhaf, hüzünlü gülümseyişi yok etmek için dilindi durdu. Sonra savaşmaktan yorgun düştü, bıraktı kendini, erkeğe sarıldı. Suçluluk duygusunun doruğunda kendini attı uykunun kollarına. Sabah kahvaltısında, denize bakan odalarının balkonunda, ekmeğine tereyağı sürerken, "Kardeşin ne kadar kalacak burada?" diye sordu. "Bilmiyorum" dedi adam, "o kendisiyle ilgili hiçbir şeyi anlatmaz ki, on beş gün kalır herhalde, bir akşam yemeğe davet edelim onu." "Edelim" dedi kadın.

Yemekte hep Kanada'yı konuştular. Kadın bir bardak kırdı, şarabı masaya döktü, yemeğin dibini tutturdu ve konuşurken erkeğin gözlerinin içine bakamadı. Ve yemek bitip de iki kardeş sohbete daldığında, banyonun aynasında kendine bakarken, dalgın dalgın başını salladı, evet özgürlügüm gitti, son bekârlık gecemi bile yaşayamadım, ama bari kendime karşı özgür olmayı denesem. Hani artık o heyecanı, coşkuyu, arzuyu, özlemi duyuracak kimse çıkmazdı karşıma. Başını ellerinin arasına aldı, "Allah kahretsin, çıktı işte çıktı" diye inlemeye başladı. Ama nasıl çıktı, onunla evlenmeseydim, ötekiyle tanışamayacaktım ki. Korkunç bir durum bu, korkunç... Ne yapacağım ben şimdi ? Çıldıracağım, onu seviyorum, ona dokunmak için şu anda her şeyimi feda edebilirim.

Salona döndü, o gece orada kalması için erkeğe ısrar ettiler. Adam, "Ben yatıyorum, sen yatağını hazırlarsın, hadi iyi geceler" dedi gitti. Öylece kaldılar kanapenin üzerinde, "Hadi git yat, yatak hazırlamana gerek yok, ben döneceğim" dedi adam. "Dönme, biraz daha kal" dedi kadın. Bakıştılar, elleri birbirine değdi. Kadın başını erkeğin omzuna dayadı, erkek kadının saçlarını okşadı. "Önüne geçilemeyecek bir durum bu" dedi kadın erkeğin kolunu okşayarak, "Çok mu kötü, çok mu adice?" diye sordu. "Birbirimize dokunmak istiyoruz, bunu nasıl adice diye tanımlayabilirsin?" dedi erkek. Sıkıca sarıldılar birbirlerine, sıkıca sarıldılar. "Ben şimdi gidiyorum" dedi adam, "yarın işyerine gelirim, öğle yemeği yer konuşuruz, canının istediği gibi yaşamaya hazır mısın? Bu duyguların pek kolay bulunur şeyler olmadığının farkında mısın? Cuma günü gidiyorum ben, dört gün var önümüzde. " Seni seviyorum dedi kadın içinden... ''Ben de'' dedi adam.

O gece düşündü durdu kadın. Ne büyük ayıp işliyorum ben, ne büyük dedikodular olacak, o ve annem ve onun ailesi ne denli üzülecekler. Ama onu tanıdığımdan beri hiç zevk almıyorum sevişmelerimizden, hiç hoşlanmıyorum ondan... Ne yapacağım ben şimdi, ne yapacağım. Hep özlediğim, karşıma çıkmayacak sandıgım şey... İşte karşımda... Karşımda. Kocası kadına sarıldı, kadın yavaşça yatağın öteki ucuna kaydı.

O dört gün sonra gitti.

"Nil şimdi 42 yaşında. Kanada'da oturuyor: Bir gün uçağa bindi ve erkeğin yanına gitti. Yaptığından hiç pişmanlık duymuyor. Öylesine mutlu ki. Sekiz yıldır o erkekle aynı heyecanı, coşkuyu, tutkuyu yaşıyor: Ona sarılırken hâlâ içi titriyor: Adam mı? O da evlendi, arada sırada birbirlerine kart atıyorlar: Kadın beş yaşındaki minik kızına sarılarak, bak amcandan kart gelmiş, hadi okuyalım diyor: "


*Zamanında, Kahramanlar Hep Erkek kitabı yayınlandığında örnek olması için kitaptan bir öyküyü adanasanat.com'a aktarmıştık. Duygu Asena'nın varisleri veya yayıncısının Bu öykünü buraya alınmasına itirazları varsa bize mail göndermeleri yeterlidir.

Facebook hesabımız: http://www.facebook.com/adana.sanat

Enis Batur İle Söyleşi - Mustafa Durak(*)


Enis Batur İle Söyleşi
Opera Odağında Enis Batur Şiiri(*)

Prof. Dr. Mustafa Durak

Tahta Troya'da Ece Ayhan üzerine üretilen eleştirel metindeki çok metinlilik ile sözdizimindeki, genellikle saptanabilecek, çok düzlemlilik yani çizgisel olmayan bir söylem bakıma zihinsel yapında, anında birden fazla konuya sapma, belki, başka bir deyişle dikkat dağınıklığı, ama bulanık olmayan bir dikkat dağınıklığı bu -(bu yüzden zaman zaman dil karışıklığı-dil çokluğundan-, dağınıklığı bazılarınca savrukluğu, hatta dili kullanmayı bilmediğin noktasına vardırılan saçma yorumlara yol açabilen bir düzlemleşme bu) buluşuyor diye düşünüyorum. Dolayısıyla da ürettiğin metinler, türü ne olursa olsun sendeki içkin,- makro planda, kendi biçemine uyuyor. Bir bakıma biçem kişinin kendisidir tanımına mı geliyorum, neyse, bu saptamalar ve konular üzerine neler dersin?

Bilmiyorum büsbütün özel 'zihinsel çalışma' biçimleri var mıdır (olsa gerektir), ne olursa olsun çeşitli işleme biçimlerinin varlığından söz edilebilir sanıyorum. Benim zihnim, belki pek çok benzeri gibi, birbiriyle çelişen iki hareket tarzı tutturuyor genelde: Bir, merkeze yönelen, kendisini çekirdeğin etrafında deriştiren, yoğunlaştıran hareket var; bir de, merkezkaç kuvvetle çepere doğru savrulan karşı-hareket var. Bu zıtların birlikteliği yönlendiriyor zihnimi, gibi geliyor bana. Yoğunlaşmakta güçlük çekmiyorum, ola ki bundan, parçalanmaktan ve dağılmaktan ürkmüyorum. Yazarken "eksen"i unutmam hiç, ona döneceğimi bilmek firarî hareketleri benimsememi kolaylaştırıyor.Tabiî, verdiğin örneği düşünecek olursak, metne ayrılan vakit de önemli: "Tahta Troya" topu topu 50 sayfalık bir metin, ama bir buçuk yılda, iyi-kötü her gün üzerinde çalışarak yazmıştım onu. Böyle olunca dağılmaya da, toplanmaya da zaman kalıyor.

e/babil yazıları'nda "kendi payıma, kimi eleştirmenlerin kuramcıların zaten şairler, romancılar, öykü ya da deneme yazarları ölçüsünde yaratıcılık barındıran kalıcı yapıtlar kurduklarına inanıyorum." diyorsun. İnanmak oldum olası sorguladığın bir kip. Tümden öznelleştirici bir kip. Sanırım bu belirlemedeki bakışın deneyimlerin kendince öznelliğinin altını çizerken kendi söylemindeki sorumluluk sınırını belirlerken yazma eylemine bakışını da sergiliyorsun ve pratiğinde gösterdiğin gibi hepsini iç içe sarmallıyorsun. İnanmak, bilmek, sanmak ve yapmak kiplerini iç içe geçirerek mi sorguluyorsun bilgisel ve gerçek dünyayı?

Her şey, herkes, iki kutup arasına gerer trapezini: İman ve şüphe. Baktığım iç ve dış dünyayı tutmak, sarmalamak, onlara nüfuz etmek isterim. Öyle olduğunu sandığım anlar olur. Kısa sürer bu. Elimden sıvışıp gittiklerini görürüm. Yeniden başlarım. Hepimizde bir, birkaç Sisifos barınır. Zaman zaman, "iş"imizin bir tür boşinan ya da kanı oluşturmak olup olmadığını düşünürüm. Pekçok insan bu alıştırmayı yapar; yazma uğraşı bunu daha sık yapmaya sürüklüyor insanı.

"Kararsızlığı seviyorum", sınırlılık kavramına takılıyorum derken kimlik konusunda belirsiz görünürken galiba birden fazla olasılığı görebilmenin, birden fazla katta, katmanda birden varolabilmenin, belki şeffaflaşmanın acısını çekiyorsun, ne dersin?

-İşte burada, trapezin hangi kutbu ağır basıyor sorusu ortaya çıkıyor. Şüphe; içeri ve dışarı yönelik şüphe belirgin bir üstünlük gösterdiğinde her şey sık sık yer değiştirmeye başlıyor: İnsan vardığı eşiklerin, çizdiği sınırların, ördüğü duvarların belirsizliğini keşfediyor. Bilim adamı olsaydım, kesinlik arayışı beni herhalde yıkardı. Bilginlerde, bilimerlerinde inancın payının yüksek olmasını anlıyorum. Kişi şair, sanatçı olduğunda kesin gibi görünenin bile arkasına uzanmak için kıvranma eğilimi artıyor sanıyorum. Kendi kimliğiyle oynamasının, oyunu bir tür oyunbozanlık katına çıkarmasının (çekip gitmekle iyi yaptın Rimbaud !"), kazanılacak bir şey olmadığını bilmesiyle ilgisi var bence.

Aslında yanıtını bildiğimi sandığım bir soru (galiba soruları-yalnızca benimkiler değil, hep kendimizi bir halt sandığımızdan yanıtını bildiğimiz soruları seviyoruz.) Sence şiir yaşamın neresinde duruyor?

Şiirin ne olduğunu biraz daha iyi biliyorum, Yaşam'ın ne olduğunu bilemiyorum buna karşılık. Her ne ise, Yaşam akıp giderken şiir onun dışında bir yerde olur, varolur. İnsan şiir kurarken bir de yaşayamaz. Sonra yaşama katılmaz mı şiir, katılır, her şey yaşama katılır zaten, ama tekrarlıyorum, şiirin varoluşu yaşamın biraz berisindedir. Okurken de biraz böyle değil mi durum: Şiir okurken, gerçekten şiir okuduğumuzda neredeyizdir?

Sen celladından, avcından metinlerinin define avcısından nasıl bir bakış, nasıl bir duruş beklersin? Yani "Opera Odağında Enis Batur Şiiri Bildirişimleri"nden -bildirişim sözcüğünü Sami Karaören, sempozyum karşılığı önermişti- nasıl bir sonuç bekliyorsun ?

Epeydir kendi yazımı, kitaplarımı birer 'konu' olarak gördüğümü saklayacak değilim. Onlardan birini ya da birkaçını şüphesiz, kendi adımla, ama bir başkasıymışcasına akıl yürüterek yoklamak isterim. Nabokov'un, "Yevgeni Onegin" çevirisi için yaptığı dev boyutlu bir çalışma ortaya koymak: Bu çekici tasarıyı erteliyorum durmadan. Cellâdım ya da avcım, böyle birinden, birilerinden ne beklerdim? Metinlerim arasındaki toplam bağlantıların kataloğunu çıkarmasını sözgelimi. Yada "Doğu-Batı Divanı"nın bir bakıma yerlem envanterini: Şahıslar, zamanlar, mekanlar. Neden birini, öbürünü, diyebilirsiniz: O sonuçları bilmediğim, merak ettiğim için.

Devingenliğin içinde bir kımıltısızlık, bir durağanlık içinde bir hareketlilik boyutlarını açıyorsun, yani ikiliklerin, karşıtlıkların sınırı ya da sınırsızlığını sorun ediyorsun. Bu da bir noktada sabit fikirli, bilgiç, dogmatik vb bakışlardan koruyacak senin ardında olduğun bilgeliğin, çok yönlü ele alabilmenin, irdeleyebilmenin, çok kentli, çok yerde olmanın, çok kültürlü olmanın getireceği zihinsel ve eylemsel hareketlilik içinde bir hareketsiz görünme bir hızın arkasındaki bulanık görüntünün ardındaki berrak olana ulaşmış, ulaşmaya çalışan bir hoşgörü ve onun içerdiği katlanana özgü katlanılmaz bir acı mı?

Konu karmaşık, soru çapraşık, bana bütün bunları daha iyi anlayabilmek için vakitler gerek. Süreğen bir derinlik kazanma çabasından söz edebilirim yalnızca. Gündelik yaşama bir iki dublör sunma zorunluğu doğuruyor bu, yıldan yıla geçtikçe. Kişi, gerçek prizmasını ortalama bağlamının dışına çıkarak kullanabiliyor ancak: Yapayalnız kaldığında,yolcu çıktığında, "ev"ine çekilebildiği anlarda. Acıysa, en çok acı veren, sahici hayata ayırmaya hak kazanabildiğimiz anların sınırı. Bereket, "asıl iş" im, kendimle birlikte oluşuma ayarlı ve pek çok kişiden fazla çalışıyor, çalışabiliyorum. Olanaklarım elverseydi, bugünkünden çok geri durmak, derinlik kazanmak isterdim.

Vasat şair, vasat ile usta yazar arasındaki ayrım sanki ölüm ile yaşamın ince sınırı gibi saydam görünüyor bana. Bu sınır, bu eşik kendini nasıl ele verir? Başkaca küçük adam niye küçüktür?

Ayırmak, ölçülendirmek kolay değil böyle durumlarda. Bir keresinde, Ece, "yüreğine çengelli iğne ile tutturmak" gibisinden bir yaklaşım getirmişti. Dönüp dolaşıp, iman/şüphe ikilemine getiriyorum sözü: Küçük adam kendisinden kuşku duymuyor pek, kurcalamak istemiyor fazla, duygusundan düşüncesinden neredeyse emin oluyor. Bir de, toplumsal başarıyı gereğinden çok önemsiyor. En iyisi, müşteriyi hiç düşünmemektir. Şişedeki mektuba şişede mektup gelirse arasıra, yeter, yetmelidir. İnsan, genellikle, yaptığının kendisi kadar hiç kimseyi ilgilendirmeyeceğini bilir, kabul ederse yol alır, "vasat" eşiğinden atlayabilir.

Hilmi Haşal ile konuşurken dünyanın, Lady Di'nin ölümüyle kocaman bir köye dönüştüğünü, zira benzer törenlerin ilkellerde de olduğunu söyledi. Ben, medyatik güce dönüşmüş paranın ilkel zevk bölgelerini okşadığını, dolayısıyla korkuya, ham biçimimize yönelttiğini ifade ettim karşılık olarak. Burada yine bir sınıra, ilkel/uygar sınırına dayanıyoruz. Sorum şu; sence uygar olmak yazılı kültür bilincinde olmak mı başkaca yüzümüze tutulmayan ilkellik/uygarlık aynası ya da şeffaf ve hissedilmeyen ortamlar var mı ya da geçişlerde hiçbir şey hissedilmeyen ama ancak yüze vuran ama ancak tanıyanlarca görülen bir ışık izi mi uygarlık?

Sahici "ilkel" de, sahici "uygar" da, yeryüzü ölçeğinde azınlık statüsüne giriyor aslında. Biri neredeyse eldeğmemiş, bozuşmamış; öbürü olabildiğince kendini yontmuş, inceltmiş, korunmuş olan iki kategoriyi ayıracak olursak, Hayat'ı, döndüren ne yazık ki ortadakilerdir. İlkel olunamaz, doğulur. Uygar doğulmaz, olunabilirse olunur.Bütün bir iç ve dış program gerektirir uygar olma süreci, üstelik kesin bir "derecesi" yoktur. Işık, diyorsun ya, bana anlamlı görünen Karanlık ve Aydınlık gerçekte. Birine yaklaşan ötekini de seçebilir, tamıtamına göremese de. Bu açıdan, uygar'ın ilkel'le buluşma noktasını aramak canalıcı önem taşıyor. İnsan'ın, hayvan'dan ve bitki'den, su'dan ve taş'tan, toprak'tan ve ateş'ten öğrenmesi gereken bunca şey olmasının nedeni de bu, sanırım. Ne ki, bir daha söylüyorum, Hayat daha çok ortada geçip gidiyor, bizi birinden ve öbüründen uzaklaştırıyor. Son iki yüzyıl, kaçacak yer bırakmadı insanoğluna, yitirilmiş cenneti sanatta ya da yazıda kovalamamıza yol açan biraz da budur.

Seyrü Sefer Defteri'nde "şiirini kurdukça, önünde oluşan düğümleri çöz(ümle)me uğraşı veren şair" olarak ifade ediyorsun kendini. Şu günlerde gerek Opera'nın devamıyla ilgili gerek başka şiirsel çalışmalar için teknik ya da kavramsal boyutta düğümlenmiş, çözmeye, açmaya çalıştığın nesneler neler?

"Opera"nın ikinci cildinde de, tıpkı ilk ciltte olduğu gibi, en ciddî sorunum "mizansen" ile "iç ritm" arasında bir uzlaşma biçimi oluşturma konusunda doğuyor. Her bölümde kıvrandırıyor bu sorun. Lirik şiirler çerçevesinde, son yıllarda, söz-ses dengesinin yarattığı düğümler vaktimi alıyor: Karacaoğlan, Petrarca, Gongora, Rönesans musikisi ile didişiyorum. Şiir, gerçekten de matematikten farklı bir uğraş değil: Sorunu koyuyor, çözümü arıyorsunuz.

Şiiri öyküye bulamak yaşamı algılayış biçiminden mi kaynaklanıyor ?

Divan şiirleri, bana hayat'ı kuşatma konusunda açılımlar getirdi. Şiir ile öykünün alışverişi çok eski zamanlara dayanır, Homeros'tan bu yana anlatıyor şairler. Doğu'da da aynı eğilimle karşılaşırız: Süphesiz, bugünün şairi, anlatı eğrilen konusunda dünün şairinden ayrılacaktır: Bizler sinemanın çocuklarıyız bir yandan. Öte yandan, radyo oyunları dinleyerek, çizgi-roman okuyarak yetiştik. Şiirin öyküye bulaşması açısından bütün bu verileri göz önünde tutmak gerekir.

Seyrüsefer Defteri'nde şiirinle ilgili açıklamalara girişiyorsun ve giderek günceler çoğalıyor Kesif, İki Deniz Arası Siyah Topraklar ve geriye dönersek seni açıklama olarak ele alınabilecek Söz'lük kitapları bir kendini anlatma çabası yanında yazarın vazgeçemediği romantik dönem yaratıcı-yazar anlayışının izlerini mi taşıyor? Ahmet Oktay'ın "anlaşılmama isteği", anlaşılmayı istememe sendromu" olarak niteliği derinlere açılma giderek kendini kutsamaya, kutsallaştırmaya tanrı-ben'e mi varıyor?

Bende 'anlaşılmama isteği' olmadı hiç. Ahmet Oktay, sanırım, anlam tabakalarını kuruş, içiçe geçiriş biçimimde gözüken karmaşıklığ'a dikkat çekiyor. Her durum, açık ya da örtük, bir çokanlamlılık koyar önümüze; hem yatay ve dikey, hem de sarmal bir akışı vardır olayların, insanların. İmge mekanizmam böyle çalışıyor. Kişi kendisini bazen aşağılar, hiçe sayar, sıfırlar: bazen de yüceltir, kutsar. Ne biri doğrudur, ne de öbürü; ama, denge genelde böyle tutturuluyor galiba. Aynaya bakmak, ille de aynada gördüğünüzü beğeneceksiniz anlamına gelmiyor: Belki de anlamaya çalışıyoruz oradan yansıyanları.

Dostluk üzerine bir denemede kadın, erkek, her tür üçüncü cinsle; hayvanla, ağaçla, evle, kentle; ölülerle; şeylerle dost olunabileceğini söylüyorsun. Ama başka bir yerde "Yazı, Kadın, Dost, Doğa, Yolculuk" diye sıralıyor ve "İlk ikisi üzerine çattım hayatımı, onlara tutunmadan dengemi kuramazdım. Öbür üçü kurtaramazdı beni. (...) Dost sıralamada sonra geliyor: Bir kalabalıktan kurtulmak, arınmak için bir tenhalık zorunlu. Blanchot'nun, Bataitle'ın "olumsuz cemaat"ın karşısına diktikleri seçenek-cemaat" diyorsun. Sence dostluk bu anlamıyla yalnızlığı paylaşmak mı, yoksa önceki sıralamada söz konusu ettiğin ilişkiler, belki kavramlaşma düzeyinde yeni terimlere gereksinimli, ne dersin?

Yazı ve Kadın (Eş), benim gözümde yalnızlığa endeksli bir denklem kurulması ve onun korunması için vazgeçilmez iki nokta oldu hep: Yalnızlığımızın altında ezilmemenin formülü, diyebiliriz Onlar, sizinle birlikte, içeridedir. Benliğim, eşim, işim: Fanusu bu üçgeni kurup kapatmak mümkündür. Gelgelelim, dışarısı vardır, ondan keşişler ve deliler bile büsbütün soyutlanamamıştır. Uyumlu bir yaşam, seçebildiğimiz oranda gerçekleşebilir, diye düşünüyorum: Kimlerle ilişkide olacağıma kendim karar verebildiğim ölçüde başarı sağlayabilirim. Yaşamak aslında çok zor.

Zaman zaman şiirin yalnızlığından söz edilir. Şiir çok genel bir kavram. Ama günümüz nitelikli şiiri uç burçlara yönelik. Tekhne ve teknik sorunsal ettiğin iki önemli kavram. Öncelikle bunlar arasındaki benzerlik ve ayrılıklardan söz eder misin? Sonra da şiirin okurunu azaltan, eleyen tekhne ve tekniklerin ne zaman şiire yük, ne zaman yol açıcı olduğunu söyler misin?

Şiirin ne ve nasıl olduğu üzerinde görüş birliği yok galiba. En iyisi, herkesin kendi tanımını getirmesi belki de. "El"imle çalışıyorum, ama "uz"um, "beceri"m salt bu organa bağlı değil, görüyorum. Zihnim, imgelemim, bilincim ve bilinçaltım "iş"imi bilinçlendirmede "el"ime ne kadar yardımcı oluyorlar, ne kadar köstek? Şairin algı refleksleri, şair olmayanınkilerden ayrılır. Çalışma refleksleri benzeyebilir.İki-üç yıldır Ovidius'la boğuşuyorum, iki bin yıl önce yaşamış benden, reflekslerimiz açısından hiçbir fark yok aramızda. Yazı, yazma teknikleri başka, onlar çağdan çağa değişir değişmiştir de. Ben, sözün ham gerçekliğini öteden beri önemsemiş biriyim, "yetkin teknik" bu hamlığı zedelemeden verme yöntemidir. Şairin teknik bilgisi ona tuzak kurabilir, teknisyenliğinin dozunu iyi ölçmesi gerekir.

Gerek tarihsel olarak gerekse bugün, bir iki şiirsel düzgüyü ya da ögeyi kullanarak, kalıplaştırarak şiirler üreten de şair, şiir üretimine tüm birikimini ve dahasını yükleyen de. Ben kabaca bir ulama yaparak şiir ameleleri, şiir kalfaları, şiir ustaları ve şiir dahileri biçiminde bir sıralama yapılabileceğini düşünüyorum. 20. yüzyıl Türk şiirinde sence gerçekten şiir dahisi sayabileceğimiz kişiler kimler olabilir?

Önce Yahya Kemal tabiî, yolumuzu açan odur. 1945-65 arası yazdıklarıyla Dağlarca, sonra. Ardından, benim için, Necatigil, Ece Ayhan ve Oktay Rifat gelir. Bu beş şair, şiirimizin parametrelerini değiştirmişlerdir.

Günümüz ya da senin şiir yazdığın yıllardaki Türk şiirine ilgin nasıl yakından izleme olanağın oluyor mu, beğendiğin, umut verici bulduğun şairlerden söz eder misin?

Yayıncılık yapıyor olmam, yaklaşık 25 yıldır, yeni şiiri izlememi kolaylaştırıyor. Kendi kuşağımdan beğendiğim şairler var; daha yenilerden de. İsim vermek biraz gül dağıtmak anlamı taşıyor, bundan kaçınıyorum. Büyük bir üretim var, 1970 sonrasına baktığımızda, yüzlerce şiir kitabı yayımlandığını görüyoruz.
Buna karşılık, değerlendirme cephesi çok zayıf. Şiirin yalnızlığı diyorum, şairin yalnızlığı da var demek.


Bir kitabında Osmanlı şiirinin trigonometrisinin yazılmadığını söylüyorsun. Ben Opera ile ilgili bildirimde bir bölüm olarak öznenin eylem ve edimlerinin Tekvin bölümünde kullanımlarını çıkardım. Önce bunların genel mantık açısından kendi aralarında, nasıl ulamlanabileceğini düşündüm ve bir sınıflandırma gerçekleştirdim. Sonra bunların soyut sonuçlarını, dağılımlarını ve metin içindeki anlamsal değerlerini dikkate alarak nasıl bir eğri oluşturduklarını, dengeli olup olmadıklarını, işlevlerinin ne olduğunu anlamaya ve yorumlamaya çalıştım. Senin şiirinin bir bölümünde geometrik ve matematik denge ve denkleminin çıkarılması için bir ön çalışma yaptığımı düşünüyorum. Senin, şiirın trigonometrisinden kasdın neydi gerçekte?

Osmanlı şiirinin trigonometrisini çıkaran bir tek kişi olmuştur: Tanpınar. O da bu işi derslerinde yapmış, oturup yazacak zamanı bulamamıştı. Tek tek şairlerin yapıtları üzerinde bu türden bir işleme dalmak iyice zor görünüyor bana. Bir yandan, kendi şiirleri arasındaki uzaysal denge, bir yandan metinlerarası ilişkiler: Kapsamlı ve çapraşık ilişkiler kısacası. "Özne" dediğinde iyice ürküyorum: Şiiri yürüten "ben"ler nasıl konumlanabilir? Bazen şairin kendisi, öteki-benidir bu, . bazen şiirin kendisi ya da bambaşka biri, bir "şey" -kolay gelsin!

Çok yazmış olsan, çok konuşmuş olsanda söyleminde seni, konuşmanın gerisine çeken, sözden alıkoymaya çalışan bir ekonomi kaygısı, belki de suskunluğun görkemli huzuru var ne dersin?

Söz alan kişi, yazdıklarında ve söylediklerinde kaydolmuş olanlarla takip ediliyor genellikle. Ya sözünün içindeki sessizlikler, suskular? Ya yazmadıkları, söylemedikleri? Bir inceleme konusu daha işte. Hep aynı örneği veriyorum bu konuda, Borges'ın Kur'an için "Arap kültürünün ürünüdür, çünkü develerden hiç söz edilmez" demiş olması bir fantezi değildir. Söylemek, yazmak, yapmak bana öteden beri giderilmez bir susuzluğun göstergesi gibi geliyor. Hani, asıl söyleyeceğimi daha söylemedim durumu.

Her ne kadar üretken bir yazar olduğunu kabul etmesen de sürekli gündemde kalan ürünler vermeyi başarıyorsun, yazmayı, yazıyı tek iş seçmiş ender kişilerdensin, hatta benim için, köktenci bir tavırla yazıya kendini adamış birisin. Elbette sonuçta bir kitapla yaşamak çıkıyor karşımıza. Ben okuma ve yazma disiplinini merak ediyorum. Nasıl yetiyorsun bunca işe?

Üretken değilim demiyorum, üretkenliğim abartılıyor diyorum, dünya ölçeğinde üretkenliğe bakarak. Bir yazı insanı olduğum doğru elbette; düzeni, sıkı düzeni olan biri olduğum da. Ama olağan bir ritmim var: Ciddiye aldığım bir özel hayatım, bir iş hayatım, bir de iç hayatım olması yeterince açıklık getirir mi soruya ?

Opera'nın sonraki kitaplarına ait tasarılar ve çalışmalar hangi aşamada ?

"Opera"nın ilk kıvılcımı 1974'te çıkmıştı; ilk yazma girişimleri 1979-80'de geldi (kısa bir bölümü, "Ateş", "Oluşum"daki "Dağar"da o zaman yayımlamıştım); kesin yazıma 1985'te başladım. 12 bölümlük çatı, başladığımda hemen hemen hazırdı. Geçen süre içinde bazı bölümlerin sırası değişti yalnızca. Her bolüm için binlerce sayfalık belge okumam gerekiyor, onları fotokopiler halinde dosyalıyor öyle çalışıyorum. Fetihle ilgili bölüm için örneğin, tam bir Bizans ve Fatih dönemi uzmanı kesildim, hatta tarihçilerin yanlışlarını bulmaya başladım.

Bazı bölümler için özel yolculuklar yapmam gerekiyor, Firnas'la ilgili olarak Endülüs'e, 1789'la ilgili olarak Devrim hapisanelerine gittim, Ovidius'un doğduğu köyü görmek için İtalya'nın ortsında kaybolmayı göze aldım. Bunları biraz da şunun için söylüyorum: "Operayı neredeyse hayatımın gölgesi kıldım yıllardır, bir tek masabaşında yazarken oluşan bir kitap değil o, beni Zaman'ın ve Coğrafya'nın uçlarına savuran anlamlı bir uzun yolculuk da. Tek dileğim, onu bitirmeye hak kazanmak. Tuhaf, neredeyse bâtıl bir istek bu. Kaç yıl çalışmam gerektiğini bilmiyorum üzerinde, ne kadar gerekecekse o kadar çalışacağım, anlaşılan bana bir de uzun ömür gerek.

*Prof. Dr. Mustafa Durak tarafından yapılan bu söyleşi 23 Ekim 1997 tarihli Cumhuriyet Gazetesinin Kitap ekinden alındı. Bu söyleşinin buraya alınmasına Enis Batur veya Mustafa Durak'ın itirazı varsa bizi uyarmaları yeterlidir.

7 Şubat 2012 Salı

Zeynep Oral İle Söyleşi - Meltem Esenyel(*)


Zeynep Oral İle Söyleşi
"Kadınlar 'dişilik'lerini değil, 'kişilik'lerini geliştirmeli"
Meltem Esenyel

Sayın Zeynep Oral, sizce kadın sorunlarının temel nedenleri nelerdir?

"Kadın sorunları"nın temel nedeni, insan sorunlarının temel nedeninden farklı değil kanımca: Yani ekonomik, politik, toplumsal nedenler. "Kadın sorunları" öylesine geriye dayanıyor ki, bunların ekonomik kökenli olduğu zaman zaman unutulup, salt farklı bir cinsiyet sorunuymuş gibi görülebiliyor. Tarih boyunca kadına verilen sayısız roller, işlevler ve imgelerin tarih içinde, bir zamandan bir başka zamana değişmesi; coğrafya içinde bir yöreden bir başka yöreye değişmesi bunların (rollerin, imgelerin) yapaylığını ortaya koyuyor galiba. Mitlerden, dinlerden, törelerden, yaşama biçimlerinden kaynaklanan ama mutlak ekonomik ve politik inançlar, düşünceler ve toplumsal örgütlenmelerle desteklenen bu yapay roller, işlevler, imgeler, yaşamdaki sayısız çelişkiler içinde yer alıyor. Yani yeryüzündeki tek çelişki bu değil.

20. yüzyılda, sayısız çelişkiler ve giderek uçurumlaşan dengesizlikler arasında "kadın sorunları", üzerinde bunca konuşuyorsak, belki de nedenini şurada aramak gerek: 20. yüzyılın başlıca özelliği "hızlı değişim ve gelişim". Oysa kadın olmak bu gelişimi en uzaktan ve en yavaş izlemekle eşanlamlı kılınmıştır; kadın bu gelişmede en geri planda bırakılmıştır. Kadına yüklenen "toplumsal rol" (yani "analık rolü", "ev kadınlığı", yani "yuvayı dişi kuş yapar", yani hani neredeyse "kutsal bir varlık-anamız, bacımız" olma zorunluluğu, aksi halde "sokak kadını", "orospu", imgeleriyle birlikte yaşama zorunluluğu; vb.) ve kültürel değerlendirmeler. (kadının tüm kamusal rollerden geri tutulması, politikanın erkeğin tekeline verilmesi, "gelenekleri, töreleri kadınlar sürdürür" savı) kadının değişmesini, gelişime ayak uydurmasını engeller. Kadının yaşama katılmasını engeller. Kadının yaşamdan pay almasını engeller. Bu yalnız bugün böyle değil. Çok eskiden beri, sürekli olarak ve yaygın bir biçimde böyle.

Bu genellemenin, somut sonucu eşitsizliktir, baskıdır, sömürüdür. Ancak hemen eklemem gerek: Bu eşitsizliği, baskıyı, sömürüyü belirleyen, biçimlendiren sınıfsal farklılaşmalardır. Her toplumsal sınıfta kadın, erkeğe oranla daha elverişsiz bir durumdadır ama, alt, sosyo-ekonomik çizgide bu elverişsizlik uçurumlara dönüşürken, üst sosyo-ekonomik çizgide, neredeyse yok olabilir. Belki söylemeye bile gerek yok ama şunu demek istiyorum: Bugün gelişmiş bir ülkenin ekonomik açıdan gelişmiş bir kadınıyla, azgelişmiş bir toplumun yoksul kadını arasındaki farklılaşma, kadınla erkeğin cinsel açıdan farklılaşmasından çok hem de çok daha büyük.

Bugün "kadın sorunları" deyince çok dikkatli olmamız gerekiyor. Çünkü bir kadının sorunlarının bittiği yerde bir başka kadının sorunları başlıyor; bir kadının "özgürlüğü", bir başka kadının sömürüsüne yol açabiliyor; bir kadının "kurtuluşu", bir başka kadının yıkımı olabiliyor.

Bu sorunlar nasıl çözümlenebilir?

Bu sorunlar nasıl çözümlenebilir... Bugün yeryüzünde nerdeyse iki buçuk milyar kadın yaşıyor. (dünya nüfusunun yarısı )... Yaklaşık 3 bin dil konuşuyorlar. İnsan başına ortalama yıllık gelirin 200 dolarla 30 bin dolar arasında değiştiği ülkelerde yaşıyorlar... Kimi gelişmiş ülkelerin "nimet"lerinden yararlanıyor, kimi "az gelişmişliğin" güçlüklerini yaşıyor... Kimi ülkede kadınların yüzde 90'ının okuması yazması yok, kiminde ise yalnızca yüzde birinin... Kimi ülkede 1893'te oy hakkı aldılar, kiminde 1984'de... Kimi yörede kadınlar 44 yaşına dek yaşıyor, kiminde 84... Ve yeryüzünde giderek daha hızlı bir tempoyla, yoksullar daha yoksul, varlıklılar daha da varlıklı olmaktalar...

Bütün bunları niye söyledim? Bunca büyük farklılaşmalar arasında genellemeye gitmenin, çözüm ya da çare reçeteleri yazmanın olanaksızlığını belirtmek için...

Eğer temel amaç, kadının, dünya nüfusunun içindeki yerine orantılı bir biçimde, ekonomik-politik-toplumsal yaşamına, üretimiyle, emeğiyle, kişiliğiyle, yaşantısıyla katılması; ekonomik-politik- toplumsal yaşamın yönlendirilmesine katılmasıysa (ki bence amaç bu olmalı) o zaman her toplum kendi yolunu aramalı. Ama yalnız kadınlarıyla değil, erkek ve kadın birlikte.

Temel sorunlar nasıl çözülebilir... Çoook genel olarak, ortak kökenli ancak farklı boyutlarda gelişen sorunlar önce eğitimle çözülebilir. Okuma yazma öğretimi seferberliğinden söz etmiyorum. Birey olarak her insanın çocuğuna, daha doğduğu andan itibaren cinsiyeti nedeniyle, farklı roller yüklememesinden söz ediyorum... Toplumsal örgütlenmede kadın ve erkek işlevlerinin birbirinden farklılaşmamasından söz ediyorum... Toplumdaki her bireyden, devletin yönetim kademelerine dek her insanoğlunun kadını ve erkeği "Kadın" ve "Erkek" imgelerine tutsak etmemelerinden söz ediyorum... Erkeklerin "erkeklik rollerini" (hani bizde üzerine basa basa, büyük harflerle söylenen Er-keklik'lerini) değil de insanı insan yapan değerleri geliştirmelerinden söz ediyorum. Kadınlar "dişiliklerini değil de "kişilik"lerini geliştirmelerinden söz ediyorum... Kadını "tüketimin" simgesi, erkeği "üretimin" simgesi olmaktan çıkaracak bir eğitimden söz ediyorum. (Üstelik bunun koca bir yalan olduğunu da artık bilmeyen yok galiba: Yeryüzünün yiyeceğinin yarısından çoğunu kadınların ürettiğini ancak dünyanın mal varlıklarından yüzde birine, gelirlerin de onda birine sahip olduklarını!) Tüketim toplumlarında tüm halkla iletişim araçlarının, kadının kişiliğini değil, dişiliğini geliştirmesi için girdikleri yarıştan vazgeçmelerinden söz ediyorum...

İşte temel sorunlar nasıl çözümlenir denince genellikle bu ve bunlara benzer şeylerden söz ediyorum. Ya da yalnızca düşlüyorum!

Türkiye'de yasaların kadınlara çeşitli haklar tanımasına, anayasa ve yasalarda siyasal eşitlik tanınmış olmasına karşın pek fazla uygulama olanağı sağlanamamış olması dikkat çeker. Yani yasa koymak tek başına yeterli bir çözüm değil. Kadınlar, hem var olan haklarına sahip çıkmaları hem de bunları geliştirmeleri için sizce neler yapmalılar? Bu anlamda kadın örgütlenmesi bir çıkış yolu olabilir mi?

Evet, yasa koymak kesinlikle yeterli bir çözüm değil, çünkü her şeyden önce asıl bu yasadan yararlanması gerekenlerin, böyle bir yasadan haberi bile olmuyor. Toplumun değer ölçülerinden, örgütlenmesine, ekonomiden eğitime her alanda köklü değişim ve gelişmeler sağlanmadıkça yasalar hiçbir şey sağlayamaz. Örgütlenme elbet ki önemli ve yararlı. Önce hiç olmazsa bireyleri yasadan haberdar etmek için, bireye haklarını tanıtmak için... Ama ben bu örgütlenmeyi, "kadın örgütlenmesi" olarak düşünmüyorum. Kadın ve erkek birlikte örgütlenmek olarak görüyorum. Örneğin sendikalı bir kadın işçi, sendikasız bir kadın işçiye oranla haklarının çok daha fazla bilincindedir. Kendi, bireysel haklarını korurken, bir kadın olarak da haklarına daha güçlü bir biçimde sahip çıkacaktır.

Bu sorunuzu, yalnız kadınlara ilişkin olarak sormayın, kadın, erkek tüm bireylere ilişkin sorun, anayasa ve yasalardaki haklara kim ne kadar sahip çıkıyor, yararlanıyor, uygulayabiliyor diye... Yanıtım yine aynı olacak. Elbet örgütlenme yararlı. Ancak tek çıkış yolu değil... Çıkış yolu, (her ne kadar bu deyiş bir etiketlemeyi, bir kalıplaşmayı çağrıştırıyorsa da, kullanmadan edemiyeceğim) her şeyden önce, bireysel ve toplumsal haklarımızı (gerek yasalarla belirlenmiş olanları, gerek yasaların belirlemesi gerektiğine inandığımız haklarımızı) bilmek, istemek, bunların bilincinde olmak; görmezlikten gelindiğinde bunları sergilemek, bunlara dikkati çekmek, işaret etmek, tanıtmak, afişe etmek; bu haklar yok sayıldığında, ne zaman, nerede olursa olsun, o anda, o yerde karşı çıkmak, direnmek, mutlak direnmek; özetle insan onurunu savunmak... Bence "çıkış yolu" buralardan geçiyor.

Günümüzde insan yaşamını tehdit eden temel sorunlarla -iktisadi bunalımlar, nükleer silahlanma, savaşlar, işkenceler, açlık gibi- birlikte kadın sorununun tartışılma ölçüsü nasıl saptanmalı?

Bu soruya, bir başka soruyla yanıt vermeme izin varsa, şöyle diyebilirim: Şu anda kocam sınırdan sınıra kaçıyor ya da kovalıyor olsaydı, oğullarım gözaltında ya da işkencede olsalardı, eve bir lokma yiyecek giremeseydi, ben burda oturmuş "kadın sorunları" üzerine sorular yanıtlıyor olabilir miydim hiç?

Ölçü nasıl saptanmalı? Yalnız insan yaşamını değil, insanı insan yapan değerleri, insan onurunu tehdit eden, her baskıya, her sömürüye isyan ettiğimiz ölçüde, bunları tehdit eden her soruna sahip çıktığımız ölçüde, kadın sorunlarını da tartışmaya hak kazanabiliriz bence.

Daha açık söyleyeyim: "Kadın Haklarını" bu arada İsveçli İnge'nin, ya da İstanbullu Türkan'la Şükran'ın haklarını savunmak için seferber olanların, vazgeçtim Namibia ya da Zimbabweli ama Diyarbakırlı ya da Erzurumlu Ahmet'lerin, Memet'lerin insanhaklarını akıllarının ucundan bile geçirmemeleri beni müthiş öfkelendiriyor!

Dünyada ve Türkiye'de kadın sorununun çakışan ve ayrılan yönleri nelerdir?

Dünyada kadın sorununun çakışan yönleri, birinci sorunun yanıtında belirttiğim genel özellikler. En gelişmişinden en az gelişmişine her ülkede yasalarla töreler ve gelenekler arasında sıkışmış kalmış kadın (Birincisinde daha az, ikincisinde daha çok). Ve bu "sıkışmışlık" ekonomi politikayla çok yakından bağımlı. İşte iki gelişmiş ülkeden iki de gelişmekte olan ülkeden örnekler:

İtalya, 1978'de kürtajı serbest bırakırken, yasaya bir de şöyle bir madde ekledi: "Ancak vicdanları gereği hastane görevlileri ve doktorlar kürtaj yapmayı reddedebilir."... Bu "ek"in sonucu şu oldu: Bugün hiçbir devlet hastanesinde kürtaj yapılmamakta. Özel hastaneye gitme olanağından yoksun tüm kadınlar, hâlâ çağdışı yöntemlerle çocuklarını düşürmekte, kadın ve çocuk sağlığıyla ilgili tehlikeli durumlar hızla çoğalmakta.

İsveç, yasalar aracılığıyla kadın erkek eşitliğini sağlamakta öncü ülkelerden biri. 1974'de çalışma yasalarına şöyle bir madde daha eklediler: Aileye yeni bir bebek doğduğunda, yedi aylık ücretli izni, kadın ve erkek birlikte kullanabileceklerdi, yedi aylık süreyi aralarında paylaşabileceklerdi. Bu izinden yararlanmak için, o gün bugün, yeni baba olanların ancak yüzde onu başvuruda bulundu.

Kenya yasaları kadınla erkeği eşit tutuyor. Ancak bu ülkede miras yasalarında eşitlik söz konusu değil... Zambiya yasalarının bir maddesi, "kadınla erkek eşittir" derken, bir başka maddesi, "kadın kredi alamaz, borç alamaz, ipotek koyduramaz, ticari anlaşmalara, mukavelelere imza atamaz" diyor...

Ayrılan yön: Kadın sorunlarının ele alınışından, çözüm arayışlarına, örgütlenmelerden sorunun topluma yansıtılışında, yol yordam arayışlarından, çeşitli yöntemlerin benimsenişine sayısız farklı yönler var (Bu her ülke, her toplum için geçerli). Ancak bir noktayı vurgulamadan edemiyeceğim: Türk basını kadar kadın sorunlarına uzak olan bir başka ülke basınına rastlamadım. Nairobi'deki "Dünya Kadın Konferansı ve Forum"u sırasında bir ay boyunca Japonya'dan Senegal'e, Hindistan'dan Portekiz'e, Pakistan'dan Arjantin'e, İngiltere'den Meksika'ya tüm dünya ülkelerinin basınında bu olayın nasıl yansıdığını kendi gözlerimle gördüm... ve... ve başkaca yorum yok. Bir başka örnek: Çok kısa bir süre önce ülkemizde "Kadınlara Karşı Her Tür Ayrımcılığın Önlenmesi" yasalaştırıldı... Yaa, öyle! Hiç haberiniz oldu mu? Kaç kişinin haberi oldu dersiniz? Hangi gazetelerde, hangi televizyon programında konu ele alındı, ilan edildi, manşetler atıldı, ya da olay topluma mal edildi?

Nairobi Buluşması'na Türk kadınlarının katılımı ne ölçüdeydi? Kitabınızda Forum 85 programının düzenlenmesinde bir Türk kadınının -Tülin Akın- büyük rolü olduğunu, ancak kendisine Türkiye'den hiçbir toplantı başvurusu gelmediğine değinmişsiniz. Sizce bunun nedeni nedir?

"Nairobi Buluşması" iki ayrı olaydan oluşuyordu: Birleşmiş Milletler'in düzenlediği resmi "Dünya Kadın Konferansı" ve hükümetler dışı örgülerce düzenlenen "Forum 85". "Dünya Kadın Konferansı"na, her devletten olduğu gibi Türkiye'den de resmi bir delegasyon katıldı:. Resmi Türk delegasyonu şu isimlerden oluşuyordu: Hüseyin Çelem (Başkan Türkiye'nin Kenya Büyükelçisi), Sina Baydur (Nairobi'de Türk diplomat -Sina, kadın adı, belirtmeden geçmeyeyim), İmren Aykut (MDP Milletvekili), Göksel Kalaycıoğlu (ANAP Milletvekili) ve İlhan Dülger (Devlet Planlama).

"Forum 85"e ise Türkiye'den öğretim üyeleri -Mübeccel Kıray, Yeşim Arat, Yakut Irmak, Nilüfer Çağatay, Soroptimistler Derneği Başkanı Sadun Katipoğlu ve UNICEF adına Kenya'ya gelen Emel Doğramacı katıldı. Ayrıca Türkiye dışından, toplam 10-15 kişiyi bulan Almanya ve Hollanda'dan gelmiş Türk kadınlar vardı. Bir de gazeteci olarak Türkiye'den ben vardım.

Nairobi'ye Türklerin sayısal katılımı böyle. Ancak etkinlik açısından katılıma gelince... Resmi, beş kişilik delegasyon, tüm öteki ülkelerin delegasyonlarının gördüğü işlevi gördü: Yani Türkiye'de kadının gelişimini anlattı ve uluslararası bir platformda duyurmak istediğini duyurmaya çalıştı. (Örneğin, bizim delegasyon, Bulgaristan'da soydaşlarımıza yapılan baskıyı dile getirdi.)

Forum'da ise en etkin olanlar Türkiye dışından Nairobi'ye gelmiş olanlardı. "Türkiyeli Göçmen Kadınlar", "Göçmen Kadınların Sorunları", "Kadın ve Sömürü", "Kadın ve Baskı" vb. gibi sayısız toplantı düzenlediler, paneller, açık oturumlar gerçekleştirdiler. Birlikte getirdikleri, broşür, kitapçık, afişlerle çeşitli sorunlara parmak bastılar. Forum'a katılan öğretim üyeleri ise çeşitli toplantılara katılmakla yetindiler, kendileri herhangi bir toplantı -panel- açık oturum düzenlemediler... Nedenini bilemiyorum: Belki organizasyon açısından geç kaldılar, belki onların da bu olaydan çok geç haberi oldu, belki de yalnızca çekingenlik...

Tülin Akın'ın belirttiği "Türkiye'den hiç bir toplantı başvurusu olmadı" gerçeğinin açıklaması bence şöyle: Türkiye'de son beş yıldır, dernekler yasak, partilerin kadın, gençlik kolları yasak, özetle ticari şirketleşmeler dışında her tür örgütsel faaliyet yasak. Bu durumda, kim, hangi kadınlar, herkese açık olan "Forum"da bir toplantı düzenleyebilirdi? Bırakın toplantı düzenlemeyi, böyle bir olaydan nasıl haberleri olacaktı. Nitekim yurt dışında yaşayanlar örgütlü oldukları için yıllar önceden haberleri olmuş, hatta Nairobi'ye gelmeden çeşitli hazırlık toplantıları, "Göçmen Kadınlar Kongresi" bile yapmışlardı.

Forum programında bir Türk kadın çalışıyor olmasaydı, gazeteci olarak benim, öğretim üyesi olarak üç beş kişinin de katılma olanağı olamayacaktı inancındayım.

B.M. Dünya Kadın Konferansı'nda, ev kadınlarının karşılık almadan yaptığı işlerin milli gelirlerde, gayri safi milli hasılalarda yer alması kararı alınmış, hükümetlerin bu kararı bir an önce uygulamaya sokmaları için FORUM 85, 24 Ekim 1985'te uygulanmak üzere tüm ev kadınlarına genel grev çağrısında bulunmuştu. Bu grev Türkiye'de ve dünyada uygulanabildi mi?

Hayır bu grev Türkiye'de uygulanmadı. Bu grevle ilgili (hiç olmazsa dünyada ne olup bittiğine ilişkin) yazı önerilerim de çalıştığım gazete tarafından geri çevrildi.

Dünyada: İzlanda'da grev, tüm kadınların katılımıyla uygulandı. Bir gün boyunca kadınlar tüm işleri bıraktılar. İsveç, Norveç, Danimarka'da büyük çapta uygulandı, İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD'de ise küçük gruplar halinde uygulandı. Ancak bu uygulamalar, (küçük ya da büyük) kamuya yansımadı.

Kadın Olmak kitabınızla ilgili söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Evet var. Ben incelemeci, araştırmacı değilim. Öğretim üyesi değilim. Kadın sorunları üzerinde ülkemizde bunca araştırma yapmış, değerli eserler, belgeler ortaya koymuş insanlar varken, böyle bir kitap yazmak benim "haddim" mi diye çok düşündüm... Ancak biraz sorumluluk duygusu, oldukça sevgi ve çokça öfke beni Kadın Olmak kitabını yazmaya itti. Sorumluluk: Nairobi'de öğrendiklerimi, gözlemlediklerimi, yaşadıklarımı, tanıklık ettiklerimi tekelimde tutmak istemeyişim, kendime saklamaktansa başkalarının kullanımına sunmaktı. Sevgi: İnsanoğluna, insanı insan yapan değerlere duyduğum sevgiden başka bir şey değildi. Öfke ise, duymak istemeyen sağır kulaklara; baktıkları halde görmek istemeyen gözlere; kavramak, anlamak, düşünmek, değerlendirmek istemeyen beyinlere ve yüreklere; ülkemdeki halkla iletişim araçlarına duyduğum öfkeydi. Yeryüzünde kadınların durumlarını, tüm sorunlarını irdeleyen bir toplantıdan iki bavul dolusu "malzemeyle" dönüyor ve susmaya mahkûm ediliyordum... Oysa yeryüzünde kadın olmakla (insan olmaktan ayrı düşmeyen kadın olmakla) ilgili, herkesin bilmesi gerektiğine inandığım bir malzemeydi bu... Nitekim bugüne dek (15.2.1986'ya dek) bu kitapla ilgili basında iki yazı (Melih Cevdet Anday ve Oktay Akbal'ın yazıları) çıktığı halde, 15 gün içinde, kitabın ikinci baskıya girmesi bu inancımda yanılmadığımı bana gösterdi..

* Meltem Esenyel tarafından yapılan bu söyleşi Mart 1986 tarihli Düşün dergisinden alındı.

Bridesmaids – Nedimeler Filminin VCD ve DVD Kopyaları

Bridesmaids(Nedimeler) filmi 2 saat 5 dakika uzunluğunda. Yani bu filmin VCD formatına dönüştürülmüş hali 2 adet CD’’ye sığacak uzunluktadır. Video CD’ye göre daha kaliteli görüntü sunan DVD formatındaki kopyası ise bir DVD’ye sığabilir. Bu kısa ön bilgiden sonra bir film satışı yapan bir siteden aldığımız şu resmi dikkatinize sunmak istiyoruz.

2 parçadan oluşan bu resmi incelediğinizde filmin VCD formatındaki kopyasının 10,99 TL’ye, DVD formatındaki kopyasının ise tam tamına 2 katına yani 21,99 TL’ye satıldığını fark edersiniz. Bu fiyat farkından şu sonucu çıkarabiliriz: Bu filmi VCD'de izlerseniz filmin sahibi firmaya verilen telif ücret ile, DVD kopyasını izlerken verilen telif ücreti arasında dağlar kadar fark vardır. Hayır hayır, yerli firmanın bu filmin VCD kopyasını hazırlamak için yaptığı masraf ile, DVD kopyasını hazırlarken yaptığı masraf arasında öyle dramatik farklar yoktur. Bence deniliyor ki, bize maliyeti arasında pek fark olmasa bile nispeten kaliteli kopya izliyorsanız fazla ödeyeceksiniz. Benzer dramatik fiyat farkı DVD ile BlueRay formatındaki kopyalar için de var.

6 Şubat 2012 Pazartesi

Hele Bir Başlasın - Bedri Rahmi Eyüboğlu


Hele bir başlasın ılık yaz yağmurları, içimdeki çocuk!
Hele bir kanatlansın ufuklar,
Hele bir içini çeksin orman,
Hele bir kere güneşler yansın,
Kertenkeleler üşümesin,
Hele bir kere toprak kansın,
Mevsim demlensin,
Hele bir ballansın böğürtlen dikenleri!
Gelincikler bedava,
Gökler sahipsiz
Bahçeler zilzurna...
Hele bir başlasın ılkı yaz yağmurları , içimdeki çocuk!
Dudaklarında kalın kabuklu bir portakal kokusu,
Tabanlarında, kınalı keklikleri bol dağların rüzgârı karıncalansın...
Hele bir kere dallarda sallansın
İri kalçaları şeftalilerin;
Hele bir duyulsun uzaktan
Yaylı çıngırakları
Yıldızlar seslensin,
Hele bir armut ağacı temmuzu yüklensin,
Hele bir kerrecik daha yalınayak yere değsin içimdeki çocuk...

Selim İleri İle Söyleşi - Ömer Şişman(*)


Mavi Kanatlarınla'dan Ayrılığın İlk Yazı'na...
Ömer Şişman

İsterseniz kitabın türüne dair yorumunuzla başlayalım. Otobiyografik öğeler de içeren bir anı-roman olduğunu söyleyebilir miyiz?

Anı-romandan çok deneme-roman desek daha doğru olur gibi geliyor bana. Çünkü çok fazla anısal bir yapı taşımıyor; anı gibi anlatılmıyor. Ama aslında anılarla besleniyor. Otobiyografik özellikler taşıyan deneme-roman desek daha doğru olur aslında.

Kitap başta Halil Vedad'ın ekseninde sürecek gibi geliyor; ama sonra Sevim Hanım, Nur Hanım, Madam Ester; Ayhan gibi karakterler anlatıda kendilerine yer buluyorlar: Kendi yaşamlarını sürerken sizin yaşamınızı da oluşturuyorlar sanki bir bakıma.

Evet, kesinlikle. Çok doğru bir tespit. Aslında belki şöyle söylemek mümkün; bütün o insanlar romandaki yazarın içinde bulunduğu duygu koşullarına denk düşerek birdenbire birer ikişer ortaya çıkmaya başlıyorlar ve bir süre sonra o hatırlayışlar yazarı, romandaki Selim'i, belirlemeye başlıyor.

Ayhan'dan ilk söz açışınızda "Demek Ayhan da girecek bu öyküye" diyorsunuz. Burada kurgunun yerini kendinizi kaleme, çağrışıma bırakışınız mı alıyor? Ne dersiniz, böyle olduğunu söyleyebilir miyiz?

Tabiî. Aslında Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak'ın kendi hikayesi de buna yatkın. Bir hikaye olarak başlamıştım ve sadece Halil Vedad'ın, Kırık Deniz Kabukları adlı romanımdan sonra tekrar karşıma çıkışının hikayesi olarak başlamıştım. Ama birdenbire o düşündüğüm hikaye, hikaye olmaktan çıkarak başka bir boyuta gitmeye başladı ve tabii bunda çağrışımların çok büyük katkısı oldu. Gerçekten de mesela Ayhan filan yıllarca düşünmediğim insanlardı benim. Ama o gün içinde bulunduğum yazma sürecindeki ruh durumuma çok yakın geldi o insanlar ve kendiliklerinden çıktılar. Bir anlamda bir çağrışım seli üzerine kurulu bir yapıydı, ama sonra tabii onu yeni baştan defalarca yazıyorsunuz belli bir kurguya oturtabilmek için. Ama çağrışımların seliyle gittiği muhakkaktır.

Dikkatimi çeken iki şey var: yazı ve yalnızlık. Romanınızda iç içe olduklarını görüyoruz. Acaba yazı ve yalnızlık birbirlerini besliyorlar mı? Yazı adamı/kadını yazdıkça yalnızlaşıyor; yalnızlaştıkça yazıyor mu?

Olabilir tabiî. Düşünmediğim bir şey. Belki yalnızlıktan yazı yazmaya başlıyorsunuz. Neden başladığımı o anlamda tam hatırlayamıyorum. Otuz küsur sene öncesi. Hatta ilkokul sondan beri amatörce yazdığımı düşünürsek daha da fazla. Ama bir süre sonra tabiî ki yalnızlık benim yazarlığımı çok besledi ve bu bir yaşama biçimi halini almaya başladı. Başka türlü yazamayacağım düşüncesi hakim olmaya başladı. O açıdan düşündüğümüzde her ikisi de birbirini muhakkak ki azdırıyor. Gerçekten de "yazmak için yalnızlık, yalnızlık için yazmak" gibi bir tuhaf cebir, denklem çıkıyor ortaya. Bu kitabı yazarken belki diğer kitaplarımdan daha fazla yalnızlığı hissettim; daha fazla sıkıntısını, acısını duydum diyebilirim. Diğer kitaplarda o yalnızlık duygusu daha profesyonel bir eda takınmışken bu kitapta bence öyle değil. Çok içten dile getirebildim ya da getiremedim, o ayrı, ama ben gerçekten o yalnızlığı çok içten hissediyordum.

Profesyonellikten bahsettiniz de aklıma geldi; öykünün kurgusuyla, mesela bazı şeyleri sona saklamak gerekebileceğini, ama bu tür yazarlık oyunlarından sıkıldığınızı, içtenliği tercih ettiğinizi belirtiyorsunuz birkaç yerde.

Evet, bir yerinde vardı öyle bir şey: "Bir kere de kötü bir şey yazmalı insan, ama sonuna kadar içten olmalıdır. Bir şeyin ille de mükemmel olmasına ne gerek var." O benim biraz da son dönemlerde sanat anlayışım da oldu gibi geliyor. Tamamlanmış, mükemmeliyete erişmiş hiçbir şey beni artık fazla çekmiyor. Yarım kalmış resimler, bitmemiş romanlar, birkaç dizesiyle kalacak olan şiirler bana çok daha çekici geliyor. Bir şeyin tam bitmişliğini sevmiyorum ben sanatta. Eskiden öyle değildim, ama son yıllarda tam tersine yarım kalan bir şeyi seviyorum; yarım bırakılmış olan. Tıpkı hayatta birçok şeyin yarım kalışı gibi. Onun sanat eserinde de o şekilde gelişmesi bana çok daha çekici geliyor. Belki onu tam istediğim gibi uygulayamadım şimdiye kadar, ama belki dana sonra uygulayabilirim. Boşlukta kalan bir şey, yüzen bir şey, bir girdabın içinde kaybolan bir şey, ama muhakkak ki onun yine kendine mahsus bir sanat ölçütü olsun isterim. Tam bitmiş veya çok belirgin hale getirilmiş şeyleri sevmiyorum artık.

Halil Vedad'ın heykelinde de tamamlanmamış bir eylem söz konusu: Düşmek üzere olan bir adam. O heykeli çekici kılan da bu sanırım.

Evet. Romanda da vurguladığım gibi, o heykelin birincilik alması beni hiç ilgilendirmiyor. Ama Halid Ziya Bey'i çok ilgilendirmiş. Çok acı bir vaka yaşamasına, oğlu intihar etmiş olmasına rağmen hâlâ anılarında Çek sanatkârın birincilik almış olması. O koşullarda bunu düşünmüş olması çok ilginç. Çok sevdiğim bir yazar benim Halid Ziya, ama çok burjuvaca bir tavır var orada.

Kitapta da belirgin olan bir şey, herkesin A tipi, B tipi fonlarla, dövizle, kazançla ilgilenip uğraştığı, gündelik hırslara kapıldığı bir dünyada yaşayan yazarın, Halil Vedad'ın o heykeli satın alışında heykelin aldığı birincilik ödülünün bir etkisinin olmadığını umması.

Temennisi var tabiî. Tam öyle. Tabiî bu arada o A tipi fon, B tipi fon konularında yazarın da müthiş bir özeleştirisi var gibi geliyor bana. O dolar molar lakırdılarını duyduğu vakit, "Kendi paramı da bir an önce dolara çevirmem mi gerekir?" diye düşünmesi, o küçük burjuva tavrının insana müthiş bir şekilde aksetmesi. O yaşama biçiminin dışına çıkmak istiyor yazar -romandaki kişi, ben de O'yum zaten- ama ne kadar çıkmaya çalışırsa çalışsın düzen bir yerden onu tekrar kuşatıyor, çemberin içerisine alıyor ve kendine göre ehlileştiriyor bir anlamda. Duyguları ile yaşama biçimi birbirine denk düşmeyen insanlar gibi yaşıyoruz bence. Düşüncelerimiz ve duygularımızda daha başka bir yaşamın olabileceğinin idrakı içindeyiz, ama konformist bir dünyanın içerisinde de kıstırılıp kalmışız gibi. Bu çok ikilemli, çok üzücü bir şey, fakat bu çemberin dışına çıkmak herkese nasip olacak bir başarı değil. Ben de pek başarabildiğimi iddia edecek değilim, ama duygu ve düşüncemde çok başka şeyler var. Fakat sonunda yaşama biçimine gelince o konformist dünyanın ve küçük burjuva etik değerlerinin -etik denebilirse tabii ona- içinde kıstırılıp kalıyorsunuz.

Kitapta kullanılan dile değinmek istiyorum. Birinci, ikinci, üçüncü tekil şahıs arasında bir 'gel-git' söz konusu. En dingin anda bile bu esriyişin getirdiği bungunluk hissediliyor. Anlatımınızdaki bu seçimi neye bağlıyorsunuz?

Şizoid bir seçim gibi geliyor bana! Yazarken onlarla çok oynamadım. Bazı şeyleri tekrar tekrar yazıp oynadım, ama bu birinci, ikinci, üçüncü tekil şahıs, arasındaki "gel-git"i pek ellemedim. Yani o an bana gelmiş olan duygulanımı olduğu gibi korumaya çalıştım. Türkçe'de "şizofreni" karşılığında çok sevdiğim bir kelime var: "usyarılması". Öyle bir usyarılması içinde yazıldı bu kitap. Sürekli hem yabancıydım hem çok yakındım; hem birinci tekil kişiydim hem ikinciydim hem de bazen çok daha uzak. Orada Ayhan'ın söylediği bir söz var: "Olmamış olmak isterdim." Bütün bunlar olmamış olsa diye düşündüğüm anlarda oldu, kitapta anlattığım şeyler için. Ve onları yıllarca belleğimin bir köşesinde örtbas etmiş olmam da bundan kaynaklanan bir şey, olmalı ki sonunda bir yerde fışkırdı. Ama yazarken de "Keşke hiç yazmasam bunları. Hem yaşanmamış olsaydı, hem de hiç yazılmasaydı" diye çok düşündüm. Bir yandan da vahşi bir zevk de aldım onları yazmaktan. İnsan uzaklaşır kitabından ve sevmez kitaplarını. Bunu seviyor muyum, onu bilmiyorum ama okuduğum vakit hâlâ bana yer yer acı verebiliyor bu kitap. Bazı yerleri çok acı veriyor. Mesela yazarın "İlk defa burada açıklıyorum; sokağa çıkardım gece yarıları, evden fırlayıp sevdiğim insanların evine giderdim" sözleri bana hâlâ çok acı veriyor.

Dile dair bir başka noktaya daha değinmek istiyorum. Nasıl gündelik hayat içerisinde her kurmaya kalkıştığımız cümleyi sonuna kadar götürüyor değilsek romanınızda da bu böyle. Bu yön bana Bilge Karasu'nun "Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı'ndaki anlatım örgüsünü anımsattı. Upuzun cümlelerle anlatılamayacak pek çok şey cümlelerin yarıda kesilmeleri ve aralarına giren suskuların ardından yeni cümlelerin başlamalarıyla hissettirilmiştir belki de okura.

Bilge Karasu benim çok sevdiğim bir yazardı. Uzun Sürmüş Bir Günün Aksamı'nı da çok severim ama bu kitapta daha çok Necatigil'in şiirlerinin o tutuk tavrının etkisi altındaydım gibi geliyor bana. Şimdi dönüp baktığım vakit o kopuk cümlelerde yıllarca çok severek okuduğum Necatigil şiirlerinin ses yansımaları varmış gibi geliyor.

Selim'in Gülderen Hanım'ın evinde karşılaştığı dosya karşısında duyduğu ürkü de Necatigil'in "Kitaplarda Ölmek" şiirini anımsattı bana.

Evet, "Kitaplarda Ölmek"! Çok müthiş, göz kamaştırıcı bir şiirdir. Necatigil, Cumhuriyet şiirinde en çok sevdiğim sanatçı. Onun üzerine başka bir şair düşünemiyorum. Tabiî başka sevdiğim şairler de var bir yığın ama ruh dünyama en yakın olan şair Necatigil'dir benim veya en çok hayranlık duyduğum. Ruh dünyamın çok üstünde bir adam tabiî Necatigil benim. Yeryüzüne gelmiş en başka insanlardan birisi olarak düşünüyorum onu. Bir de onu çok yakından tanıdım ben. Kendisi ile şiiri bu kadar denk düşen başka hiçbir kişi tanımadım. Büyük bir insandı Necatigil. Çok özlediğim bir insan benim Necatigil.

"Bir yabancının... yabancı birinin adını söyler gibi tekrarlıyorsun: Selim-Selim" Burada bence söylenen şey kadar söyleniş biçimi de önemli. Kendinize itirafta bulunurken dahi ikinci tekil şahısı kullanıyorsunuz, "tekrarlıyorum" demiyorsunuz. Yabancılaşmanın ne denli büyük olduğunu çıkarsayabiliriz sanıyorum buradan.

İlk otuz kırk sayfayı, hatta daha da fazlasını belki, yazdığımda Selim adını hiç kullanmıştım. Sonra bir yerde kullandım. Kullandığım anda da o duyguyu duydum. Birdenbire aslında bir şeyi kırdığımı fark ettim. Benim gençlik kitaplarımda da kendimden yola çıktığım kahramanlar var. Her Gece Bodrum'daki Cem bendim bir anlamda, Dostlukların Son Günü'nde baştan sona kadar, anlatıcı Kemal doğrudan doğruya Selim'di. Fakat şimdiye kadar alışılagelmiş yazarlık anlayışıyla ismimi kullanmayı hiçbir zaman düşünmemişim. İlk kez burada kendiliğinden o cümle çıktı ve bu çok hoşuma gitti benim. Bir şeyi kırdığımı fark ettim. Bir yalanı, yazarlık yalanını, bir yazarlık oyununu kırdığımı fark ettim. Neden başka adlara sığınmışım diye düşündüm. Benim yetiştiğim yıllarda Türk edebiyatında yaygın bir anlayış vardı: "Kendinizi yazarsanız büyük yazar olamazsınız!" Bunu söyleyenlerden biri de çok da değerli bir hocamız olan Rauf Mutluay'dı. Çok da önemli bir insandı Rauf Bey. Fakat bu tarz, şimdi baktığım vakit bana saçma ya da sığ gelebilecek düşünceleri vardı. Kafka'yı büyük bir yazar saymamak gibi... Onun Yahudi propagandasının yarattığı bir yazar olduğunu düşünürdü. Ama Rauf Bey çok cerbezeli bir adamdı. Düşünmemişim ki onun büyük roman diye örneğini verdiği Anna Karenina'da Tolstoy, "Lev" diye olmasa bile "Levin" adıyla kendisini kullanmış pekala. O zaman fark ettim bunu. Aslında her yazdığımız kişi kendimizizdir, başka bir şey değildir. Bir de gerçekten kendimizden yola çıkıyorsak pekala isim de kullanılabiliriz. Ama ilk başta bunu yaptığımda da çok ürktüm. Sanki tuhaf bir şey yapıyormuşum gibi geldi. Sonra yavaş yavaş alıştım. Yinede "Selim" kelimesini öyle çok rahat kullanamadım. Yabancılaşmaya gelirsek, tabii söz konusu. Onun ötesinde hiçlik duygusu da var gibi geliyor bana kitap boyunca. Bir hiç olduğumuzun ya da hiç olmaya mahkûm olduğumuzun usul usul bilincine varmak da var. Ben yazdıkça "Bütün bu insanlar niye geldiler? Benim yaşamıma niye girdiler? Onları niye tanıdım?" gibi sorular arttı. Ya da başka bir yığın insan tanıyorsunuz da niye onlar sizin hafızanızda iz bırakıyorlar da öteki insanlar bırakmıyorlar? Dışa vurulmamış, dile dökülmemiş, hatta mesela o karşıdaki Madam Ester'le hiçbir zaman bir konuşma olmamış ama ona rağmen her gün karşılaştığınız birçok insandan size daha yakın, daha sizden ya da siz onlardansınız. Öyle bir bağ vardı, işte onu yansıtmaya uğraştım. Yansıtabildimse yansıttım, amacım oydu. Asıl konuştuğunuz insanlar, her dakika görüştüğünüz, işyerlerinde şurada burada, onlar mıdır bizi etkileyen yoksa belki de hiç görüşmediğimiz, bazen hiç tanımadığımız, yaradılışımıza yatkınlıkları, yakınlıklarını sonra sonra keşfettiğimiz kişiler mi daha yakındır bize? Belki onlarla hiç tanışmadık. Cahide Perisi'ni yazdığım zaman da Cahide Sonku'yu ben ömrümde hepi topu üç defa görmüştüm. Biri sokakta, biri meyhanede: ikisinde de sarhoş. Bir de sahnede bir kere görme şansım oldu, ama sanki o yaşamı ben yaşamışım kadar kendime yakın hissedebiliyorum. Bende düşmek, düşüş duygusu var. İstek olarak var da bu, yaşama biçimi olarak herhalde asla yapamayacağım bir şey. İnsanın varabileceği en yüksek noktanın düşüş olduğu. İşte Cahide Hanım ile Ayhan arasında hiçbir fark görmüyorum ben. O insanlar beni fevkalade etkiliyorlar.

Madam Ester'in ölümü büyük acı veriyor Selim'e. Madamın dairesine taşınan insanlara, "Burada kim yaşadı sizden önce, biliyor musunuz?" demek istiyor. İnsanların belirli bir zaman dilimi içinde var olabilmekle sınırlandırılmış olmasından, sonrasında belki de hatırlanmayacak oluşlarından duyulan bir acı, bir üzünç var sanki. Böyle bir rahatsızlığın olduğunu söyleyebiliriz sanırım.

Acı ve üzünç var. Ne kadar garip bir şey! Öykü olarak başladığım şeyde Madam Ester'i kitaba koymak aklıma bile gelmiyordu, ama o sırada, o anlattığım hastalanma oldu ve ben bitirinceye kadar da bütün o tahmin ettiğim şeylerin hepsi adım adım gerçekleşti. Yani Madam Ester'in ölüşüyle romanın yazılış süreci arasında paralel bir şey vardı. O da beni çok üzen bir şey. Ve sonunda kitap bittiği vakit ev tamamen onarılmış, yenilenmişti ve herhalde birileri satın almıştı. Kitap bittikten bir süre sonra taşındılar onlar oraya. Kim olduklarını hakikaten bilmiyorum, fakat apartmanın adı hakikaten Zümbül Apartmanı. O insanlar orada oturuyorlar, tam karşılarında oturan insan da bir şey yazmış, fakat hiç kimsenin birbirinden haberinin olmadığı, çok garip, yeni bir macera gibi geliyor bana bu. Bu da yazılabilir gibi geliyor. Böyle bir şey yazıyorsunuz, bir düşünceyi anlatmaya çalışıyorsunuz, o insanı tanımıyorsunuz, o insan ölüyor, onun akrabaları var; onların da, sizin bir şey yazdığınızdan haberleri yok. Böylece boşluk içinde kaybolup giden tuhaf bir şey var işte. Yarım bırakılmışlık, yarım kalmışlık var. Yani o istediğim şey belki biraz orada çıkıyor ortaya; yarım kalmışlık var orada.

Okudukları kitapları camdan cama birbirlerine gösteren Madam Ester ile Selim arasında gizli bir dil var. Zamanlarını televizyon karşısında geçiren insanlar arasında da gizli bir dil var ve sonlara doğru görüyoruz ki, ölüm bile televizyonculara haber edilecek bir şey oluyor ilk bakışta. Sanki birileri sürekli artıyor, diğerleri azalıyor. Selim'in, bütün zamanını televizyon karşısında geçiren insanların bir çırpıda tüketebileceği türden bir roman yazmaya karar vermesi ve böyle bir romanı yazışı sırasında sanrılar geçirmesi trajik bir yenilgi belki de.

Yenilgiyiyi simgeliyor tabiî, ama aslında bir anlamda da yenik düşmemek için yok olmayı tercih etme gayreti de var. Hangisi olacak bilemiyoruz tabiî. Kütüphaneye girdiği vakit o tutku, o istek doruk noktasında, fakat o, emekle yazılmış, geçmiş zaman romanlarına baktığı vakit birden bir tuhaf pişmanlık da duyuyor. Ama o pişmanlık, yazarı koruyacak mı, onu tam bilemiyoruz. Bilemeden bitiyor kitap. Çıkış yolu olarak çok ümitsiz bir kitap bu tabiî. Çünkü ya intihar edecek ya da o yolda gidecek. İkisinin arasında üçüncü bir yol göstermeden biten, çok umutsuz bir tarafı olan bir kitap.

Kitaba sinmiş bir son roman havası var ayrıca.

Evet, var tabiî, haklısınız.

Bunun sebebi yılgınlık mı?

Yok. O günlerdeki, bir yıla yakın bir zaman içinde bulunduğum ruh durumuydu. Hatta bir yerinde "hepinize, veda yerine" diye bir cümlenin olması lazım. Bir ara kitabın adını "Hepinize, Veda Yerine" koymayı düşünmüştüm. Sonra kime söyledimse, "Ya niye böyle düşünüyorsun? Bu geçer. Ne kadar karamsar olursan ol, senin ömür boyu yakınında olan bir şey yazarlık" dediler, kandırdılar. Hâlâ o ismi düşünüyorum: "Hepinize, Veda Yerine". Bana çok hoş geliyor o isim. Yazmayı bırakmam herhalde. Sanmıyorum. Ama öyle bir duyguyla yazdım; bırakın yazmayı, yaşamayı bırakıp bırakmamak arasında tereddüt ettiğim bir süreç içersinde yazılmış bir kitap. Belki ondan da biraz öyle geliyor. Daha doğrusu, şöyle bir şey söyleyebilirim; bu yaz ayrılığın ilk yazı olacak denmesine rağmen o ayrılık bu romanda hiç anlatılmadan geçiyor. Neyin ayrılığı, o pek belli değil. Bir iki satır arası dışında pek bu ayrılıktan söz edilmiyor. Bu ayrılığı anlatma endişesi var. Tekrardan ona dönüp o ayrılığı, asıl ayrılığı anlatma isteğim var. Somut bir ayrılıktan ziyade dağılmış bir ayrılık var. Ama ona yol açan somut bir ayrılık da var. Bu da bir iki yerde birkaç cümleyle geçiyor; muhakkak dikkatinizi çekmiştir. Onun Öyküsünü yazmak istiyorum. Asıl ayrılığı anlatmak istiyorum.

Halil Vedad'a dair kısımlara gelmek istiyorum. Farklı bir yılgınlık söz konusu: "Peşinizi bırakmayan bir canına kıymışı yeniden yazmak..." Bir bakıma hiçbir şeyi değiştiremeyeceğinizi bile bile... Ama yine de Halil Vedad'ı yazarak ona her okurun gönlünde bir yer açmak istediğinizi söyleyebilir miyiz?

Muhakkak ki Cahide gibi, Ayhan gibi Halil Vedad olayı da. Ayhan'dan çok, belki Cahide'ye yakın. Çünkü Halil Vedad her şeye sahip, Ayhan bir şeye sahip değil. Halil Vedad Uşaklıgil olsun Cahide Sonku olsun, her şeye sahip oldukları halde dünyayı reddedebilmek gücüne sahipler. Ben burada çok büyüleyici bir şey görüyorum. Çünkü alışılagelmiş anlayışa göre intihar hem dinlerin hem de daha materyalist felsefelerin yasakladığı bir şeydir ve intiharın edilginlik olduğu düşünülür. Ama intiharı bambaşka da düşünmek mümkündür. Bunu benim okuduğum yazarlar arasında Virginia Woolf çok ustaca yazmıştır Mrs. Dalloway'de: "İntihar bir eylemdir. O genç, kendini öldürmekle bir eylem yapmıştı." Çünkü intihar eden insan çoğu kez daha güzel bir dünyanın olabileceğini kafasında en fazla kurgulamış insandır, ama o dünyanın bugünküyle örtüşemeyeceğini ve bugünkü dünyanın insanlarının o tasarlanmış güzel dünyayı daima yok edeceklerini en fazla bilip onlara hakaret olsun diye de kendini öldürmüş olabilir. Bir de o açıdan düşündüğünüz vakit önemli; insanoğlunda iz bırakmış yazarların, mesela bir Pavese'nin, diğer birçok yazarın, ressamların, hepsinin intiharının altında bana sorarsanız dünyaya karşı söylenmiş büyük bir mesaj var. O açıdan ben intihar etmiş kişinin veya Cahide Sonku gibi çok büyük servetleri hiç önemsemeyerek harcayıp yok eden, düşüşlerini hazırlayan insanların çok önemli bir bildiri getirdiklerine inanıyorum.

İnsanların böyle hayatları pek bilmemesinden doğan üzüntü hissediliyor kitabın kimi bölümlerinde...

Yani bugün bilmeyecekler tabiî, ama Anton Çehov da oyunlarında diyor ki, "İki yüz yıl, üç yüz yıl, belki bin yıl sonra bu geçecek." Bu umudu taşımak gerekir. İntihar etseniz de etmesenizde o umudu her zaman taşımak gerekir. İntihar ederken bile taşımak gerekir. Bugün, evet, insanların büyük çoğunluğu bunların çok dışında, bunlardan habersiz. Bunun temel sebeplerinden bir tanesi ekonomik şartların o insanlara zaten gündelik ekmek kavgasının ötesinde bir şey düşünme imkânı tanımaması. Bunun da çok büyük etkisi var. Ama ben Çehov'un oyunlarındaki umuda inanıyorum. Bütün o kırıklığın içinde, bu çekilen acıların başkalarının sevinçleri ve mutlulukları için bir temel oluşturduğunu düşünüyorum ve bu hoşuma gidiyor.

Kitabınızda birçok bölümde "okur" sorgulanıyor. Otuz kırk yıl öncesinden bugüne okur kitlesinde ne gibi değişimler gözlemliyorsunuz? Değişim daha çok okurların beğenisinde mi yazar profilinde mi? Yoksa ikisinin birbirlerini etkileyerek -çok fazla- değişmesi mi söz konusu olan?

Çok değişti tabiî. Eskiden, kırk yıl öncesinin okurları bir kitabevine gittikleri vakit medyatik dürtüklemelerle kitap almazlardı. Kendileri kitap seçerlerdi. Kendilerinin seçtikleri yazarlar ve eserler vardı, onları alırlardı. Mesela Varlık Yayınevi'nin ya da Yeditepe Yayınları'nın, Ataç Kitabevi'nin, bu daha manifaktür diyebileceğimiz yayın yapan, küçük ama çok değerli eserler üretmiş olan yayınevlerinin arka kapak yazılarına baktığınız vakit hiçbir şekilde okuru satın almaya kışkırtıcı tecimsel öğelerle karşılaşmazsınız. O kitabın neyi dile getirmek istediği hakikaten o kitabı okumuş kişilerce yazılırdı. Yaşar Nabi Bey yıllarca kendisi yazmış Varlık Kitaplarının arkasını. Orada yazarın yapmak istediği, şunlar, bunlar anlatılır. Şimdi o hale geldi ki artık, ille de şaheser yazmak zorundasınız, ortada öyle denecek ki siz de satın alacaksınız. Benim yetiştiğim yıllarda bir kitap; bir roman, bir öykü Kitabı, bir şiir kitabı çıktığı vakit dergilerde veya gazetelerde bir ay iki ay sonra bununla ilgili eleştirel yazılar çıkardı. Çünkü onları yazan kişiler gerçekten o kitapları okurlardı. Şimdi ne oluyor? Kitap dergisi çıkarıyorsunuz, bir gazetesiniz -birtakım gazeteler veriyor kitap ilavesi- orada bakıyorsunuz, kitabın arka kapağında ne yazmışsa onu yayımlıyor, olduğu gibi alıntılıyor. Siz arka kapağınızda "Ben bir şaheser yazdım" demiyorsanız, bunun bir tevazu meselesi, alçakgönüllülük meselesi olduğunu düşünüyorsanız ne oluyor? Sizin alçakgönüllü söyleminiz orada sönük, boktan bir şey yazmışsınız gibi kaybolup gidiyor. O hale geldi ki, artık okur diye bir şey kaldığına inanmıyorum. İki bin kişi, üç bin kişi ya da bilemediniz beş bin kişi vardır hakikaten hâlâ edebi değerlere sadık, saygılı. Ama onun dışında kime ne yutturuluyorsa gidip onu alıyor. Ben buna niye "okur" diyeyim ki! Başka bir sıfat lazım ona artık. Onu alıyor, sonra da gelip size şikayet ediyor mesela, ben buna çok rastlıyorum; "İşte aldım da, okuyamadım da" bilmem ne...E,alma! Niye alıyorsun? Nereye koşullandırılırsan oraya gidiyorsun. Sonra tabiî bugünkü çağda reklamsız elbette bir şey yapılamaz ama, her meslek dalının kendine mahsus bir meslek çerçevesi vardır. Bir yazarın reklam uğruna bir pop şarkıcısı haline getirilmesi her yazarın midesinin kaldıramayacağı bir şey. Bu bir mide meselesi; ben böyle bir şeye girmem, ama giren kişi yok mu? Dolu var.

Bugünün yazarı, bahsettiğiniz değişimlerin ortaya çıkardığı, çabuk tüketilen yazar mı?

Çabuk tüketilmek de değil mesele bana sorarsanız. Çünkü bizi yetiştiren yazarlar arasında da çabuk tüketilebilecek eserler vermiş olan kişiler vardı. Mesela bir Kerime Nadir, bir Esat Mahmut, bir Ethem İzzet Benice veya Batı edebiyatından o tarz yazarlar vardı. Her zaman da olacaktır. Bunlar arasında, Refik Halit Bey gibi, çok bilinçli olarak o tarz roman yazmış ve bunu da söylemekten kaçınmamış olan kişiler de var. Bütün bu insanların bir içtenliği vardı. Bunlar bir şey satsın diye öyle yapmıyorlardı. Kendileri, ruh dünyaları buna yatkın olduğu için öyle oluyordu. O çabuk tüketilen eserler aslında daha büyük edebî değerler taşıyan eserlere anne babalık yapıyorlardı; yetiştirip oraya doğru sevk ediyorlardı. Bu çok önemli bir görevdi. Onun için ben, edebiyat tarihlerimizin o dönemdeki bu tarz yazarları almayışını çok yanlış bir şey olarak görüyorum. Bu bahsettiğimiz geçmişteki yazarların Türkçe'ye saygıları sonsuzdur. Hepsinin anlatma sanatı denen tahkiye sanatında müthiş bir başarıları var. Bugün öyle değil. Bugün postmoderndi, şuydu, buydu, herkes kendine göre bir sıfatlandırma buluyor ve onun ne anlama geldiği üzerine de kafa yormadan, çok bozuk bir Türkçe'yle bir şeyler yapıyor. Bunun nasıl buraya geldiğini bilemiyorum, ama beş on yıl içerisinde çok kötü bir şekilde buraya gelindi. Ve başlangıçlarında çok daha parlak başarılar, edebî değerler umduğunuz kişilerin de bu pazarın içinde yer aldığını görüyorsunuz. Bu, üzücü geliyor bana. Her yazar eserini başkalarıyla paylaşmak için yazar ve satsın ister. Para kazanmak anlamına değil, başkalarına erişmesi anlamına. Ama bunun belli matematiksel formüllerle yapılmaya kalkışılması bana çok tehlikeli geliyor. Demin bahsettiğimiz, çabuk tüketilen yazarların hiçbiri bunu yapmamış. Onlar hakikaten kendiliğinden okunmuşlar ve sevilmişler. Bugün, bu anlamda yazı yazan kişilerin okunduğuna da inanmıyorum. Satış yapabilirler, bu bir ölçek değildir. Baştan sona onu okuyup da üzerine ciddi şekilde bir yorum yapabilecek okurlar olduğunu düşünmüyorum.

Sanırım bu nedenle kitabınızın arka planında 80 sonrası değişen "okur" da var.

12 Eylül ve Özal Türkiye'ye ne yaptıysa edebiyat da ondan nasibini alıyor muhakkak ki; o açıdan baktığınızda siyasî bir tarafıda var işin. Bir şeyi kurtarmak için hareket eden birtakım unsurlar bir araya geldikleri vakit feci bir ülke haline getirdiler Türkiye'yi.. Aynı şeyi edebiyat dünyası için de söylemek mümkün. Bir de şunu fark ettim: oyunbozanlık olarak başladım ben roman içinde öteki romanı tasarlamayı. O zaman fark ettim ki, çok da kolay, rahatlıkla yazılabilecek bir şey. En kolay onları yazdım. Öteki yerlerde bir türlü duygularımı istediğim gibi dile getiremedim. Getiremeden de bitti. Madam Ester de başka türlü anlatılabilirdi, Gülderen Hanım da... Onlar benim yazarlık yeteneğimin ne kadar dar olduğunu ispatladılar. Fakat öteki tarz bir romanda, demek ki insan başlasa, hakikaten çarçabuk, su gibi akıtarak yapabiliyor. Onu fark ettim ve beni çok korkuttu.

İlginç olaylardan biri de Vecihe Hanım ile Sırrı Bey'in Selim'i solculuk propagandası yapmakla suçlamaları...

Zaten adamda bu durum bir yılgı halinde. Tam bir paranoya içinde.

Ve Selim'in aklından, solcuların kendisini küçük burjuva dünyasının kısır yalnızlıklarını, sapık ilişkilerini yazan sağcı bir yazar olarak değerlendirdikleri geçiyor.

E öyleydi. 1970-1980 arası yayımlamış olduğum Her Gece Bodrum, Ölüm İlişkileri, Cehennem Kraliçesi gibi, o yıllarda çok fazla popülerlik kazanmış olan romanlarıma o tarz yaklaşıldı. O kadar ki, şimdi benim yazı yazdığım bir gazetede bu küçük burjuva şeylerinden dolayı benim adımın anılmaması gerektiğine dair, bir iki yıl süren bir yasak da kondu. O yılların dergilerine de bakarsanız, artık o alanda hiçbir şey yazmayan, ama o dönemde yazarlık yapmak istemiş olan kişilerin son derece acayip yorumları var. Yani hiçbir yere yaranamamış bir yazarlık belki de. Ne sağa ne sola.

İnsanların "hangi dünyaya kulak kesilseler ötekine sağır" olmaları mı söz konusu olan?

Onun çok büyük etkisi vardı o yıllarda. Sonraki yıllarda da ben tabiî hiçbir şekilde militan veya angaje bir edebiyatın içerisinde yer almak istemedim. Çünkü bunun sanatla bağdaşamayacağını düşünüyorum. Ama ben dünya görüşü olarak sağ eğilimli bir insan değilim; dünyanın sağ ideolojilerle kurtarılabileceğini düşünmüyorum. Fakat bugün Türkiye'de var olan veya dün var olmuş olan sol anlayışların bir çıkış yolu olabileceğine inanmıyorum.

Bir de şu beylik sorun var: halk için ve halkın mutlaka anlayabileceği bir dille yazmak. Bunu en önemli ülkü olarak belirlemek sanat ürününü zedelemez mi sizce?

Tabiî.

Burada kast ettiğim şey, elbette, halktan ille de uzak ve halkın anlayamayacağı yapıtın diğerlerinden kesinkes daha iyi olacağı değil. Kimilerince çok fazla önemsenen, muhakkak halk için ve halkın anlayabileceği bir dille yazma ülküsü anlamsız geliyor bana.

Zaten o da olamıyor ki hiçbir şekilde. Bir de bunu bir ilke haline getirdiğinizde sanatın olanaklarını kısıtlamış oluyorsunuz. Sanat uçsuz bucaksız bir alan. Yine içtenlik sorununa geliyorsunuz. Mesela bizim edebiyatımızda, bana sorarsanız çok usta bir yazar Orhan Kemal. Özellikle hikayeci Orhan Kemal müthiş bir ustadır. Ama hiçbir zaman hikayeci Orhan Kemal'in "halk anlasın, halk için yazacağım" diye bir şey yaptığını sanmıyorum. Fakat o ortaya çıkan başyapıtlar o şekilde çıkmış. Çünkü adamın karakteri, kişiliği onu yönlendiriyor. Onun karşısına bir Feyyaz Kayacan'ı da usta bir yazar olarak koyalım. Feyyaz Bey öyle değil. Feyyaz bey bambaşka. Fakat her ikisi de kendi kişiliklerini yansıtmışlar. Meseleye böyle bakmak gerekiyor. Halk için yazacaksınız diye zorla yazamazsınız ki! Yoksa siz de yazamazsınız onu. Ama bu anlayışın sizin kuşaklarınız açısından belirleyici bir anlayış olduğunu düşünmüyorum. Fakat bizim yetiştiğimiz yıllarda bu ciddi bir sorundu yazar adaylarının karşında. Herkes böyle bir şey yapmak gayretini gösteriyordu. Bu tabiî ki sanatın önünü çok tıkayan bir şey.

Plehanov'un bir tespitini not almıştım: "Bir sanat eserinden hoşlanmamız eserde dile getirilen sosyal faydadan ötürü ise, bizde sanat yaşantısı yer almamış demektir. Estetik yaşantı yerine, beğendiğimiz fikirleri dile getirerek okurda hoşlanma uyandıran yazar da gerçek bir sanatçı olamaz."

Hepsini özgür bırakmaktan yanayım. Orhan Kemal de olmalı, Sevim Burak da olmalı, Bilge Karasu da olmalı. Bu bir geniş yelpaze diye düşünüyorum. Ama öyle yazarlar ve öyle eserler var ki! Eser mi denir onlara, onu da bilmiyorum. Halka bir şey vermek bir yana, zararı dokunacaktır onların. Bir dönemde Türkiye'de gerek sağda gerek solda o tarz çok kitap yayımlandı. Belki bugün de yayımlanıyor; ben pek takip edemiyorum. İyi yapıtları okumaktan alıkoymuş oluyorlar okurları. Halk için yazdığı iddia edilip içinde estetik değer taşımıyorsa halka büyük düşmanlık yapıyor demektir. Bütün bunları düşünürsek yüzde yüz doğru bir söz. Çünkü koyun yerine koymuş oluyorsunuz. Çok da ayıp bir şey var orada.

Kimi yerlerde yaşantımıza dair bazı gözlemlerinizi sunduktan sonra korkunç bir sona sürüklendiğimizi yazmadığınızdan, hiç yazmadığınızdan bahsediyorsunuz. Neden?

Daha fazla umutsuzluğa kapılmamak ve o içinde bulunduğum ruh durumundan kaçmak içindi belki de. Bir ara "Bir an önce bitsin bu. Günler, aylar geçiyor, bu kabusun içinde sürükleniyorum. Daha fazlasını yazmayayım, bitsin" isteği vardı. Ölümcül bir tarafı vardı benim için. Biran önce o havadan çıkmak istiyordum. Bırakmayı düşündüğüm zamanlar bile oldu.

"Alacaklılar" var bir de. Kıyısından köşesinden yaşamınızda yer edinmiş insanlar bunlar. Peki, yaşamlarını -biraz da dönüştürerek- yazdığınız için mi sizden alacaklılar, yoksa yeterince iyi yazamadığınızı düşündüğünüz için mi?

Yeterince iyi yazamadığımı düşündüğümden dolayı. Demin de söylediğim gibi, mesela o Madam Ester başka türlü de yazılabilirdi. Bilmiyorum, başka yazarlarda da aynı şey var mıdır, ben hiçbir zaman, bir kitap bittikten sonra tam yansıtabildiğimi düşünemem. Bir yandan "Yarım kalmışlık olsun" diyorum, o başka bir şey. Bir de sizin istedikleriniz, siz duyarken başka türlü, yazarken başka türlü oluyor; bu çok acıklı bir şey. Yani bir suyun dibinde define görüyorsunuz, değerli taşlar görüyorsunuz, öyle gibi geliyor bana yazarlık, büyük bir istekle o suya dalıyorsunuz ve onları çıkardığınız vakit birtakım cam kırıkları çıkıyor. Sonuçta hep böyle cam kırığı gibi kaldı o insanlar bende. Onları tam yansıtamadım, içimde duyduğum şeyi tam aksettiremedim gibi geldi; o bakımdan alacaklılar gibi geliyor. Halil Vedad'ı başka türlü de anlatabilirdim. İçimde daha fazla acısını duydum, fakat oraya geçerken azalıyor onlar; garip bir şey. Yeteneksizlik tabiî bu. Tabiî başka bir şey daha var! Marguerite Duras'ın Sevgili romanını okuduğum vakit en çok çarpıldığım kısım, "Şimdi artık yazabilirim. Çünkü artık ne ağabeylerim hayatta ne annemin kokusu. O bile kalmadı burnumun ucunda" demesiydi. "Bu yaşta niye böyle bir kitap yazdı?" türünden kritikler çıkmıştı Fransa'da olsun Türkiye'de olsun. Halbuki o cümlelerde açıklıyor nedenini. Demek ki, Fransa'da bile yaşamış olsa ve Marguerite Duras gibi çok cesur bir yazar da olsa yine de birtakım dış etkenlerin denetimi söz konusu yazarın üstünde. Bir tuhaf özdenetim yaratıyor dış etkenler; yazamıyorsunuz. Türkiye'de bu çok daha fazla hissedilen bir şeydir. Halil Vedad'ı başka türlü yazmak mümkün tabiî, ama onun yaşamını hiç anlamayacak olan insanlara o yaşamdan bahsetmenin hiçbir anlamı yok diye düşünüyorum ben. Her şeyin çok çabuk magazinleştirildiği bir ortamdayız. İnsan acısı, insan dramı sarıp sarmalanmalı bence. O hale geldi kafamda. Çünkü her şey kullanılıyor. Televizyon açıyorsunuz; en acı haberin arsından en inanılmaz magazin karşınıza çıkıyor. Böyle bir anlayış olunca insan kendini ve yazdığı şeyleri korumalı diye düşünüyorum. Hele bir başkasının acısı söz konusuysa.

Televizyona sarılarak kalabalıklaşmaya çalıştıklarını söyleyebiliriz belki de insanların...

Evet, ama sunulanı kabul ediyorlar, başka bir şey talep etmiyorlar; o çok korkunç bir şey.

Ait olma kaygısı var belki de derinde. Şöyle bir söz geçiyor kitabınızda: "Boğuşup durduğu kişisel sorunlarına toplumculuğun cilasını vuruyordu."

Samimiyetleyse evet, ama benimkinin pek samimi olduğunu zannetmiyorum. Ancak öyle yazarsanız rağbet görme ihtimali vardı o yıllarda. Genç bir yazar, yazar olmak isteyen bir insan olarak, biraz da öyle olsun diye düşünüyordum. Tam bir cila sürmek. Ama bir insan bir dava uğruna kişisel sorunlarından yola çıkıp da hayatını feda etmişse o da bana kahramanca, çok yüce bir tarafı olan bir şey geliyor. Ama benimkisinin öyle olduğunu düşünmüyorum bugün dönüp baktığım vakit geçmişe, otuz küsur sene öncesine. Biraz günün modasının etkisiyle yapılmış şeylerdi. Çocukça bir şey bu. Orhan Kemal tarzı hikayeler yazmaya çalıştım ben. Tabiî ki hiç bilmediğim bir dünyayı anlatmaya kalkıştığım için de çok başarısız şeylerdi bunlar. Orhan Kemal o dünyayı çok iyi bilen bir adam ve müthiş bir o dünyayı yansıtabilme gücüne sahip. İnsan ancak yansıtabileceği şeyleri yazmalı.

Bahçelere gelmek istiyorum son olarak. Apartmanınızda, Gülderen Hanım'ın evinde, çocukluk anılarınızda ortak öğe bahçe. Bir gecede çiçeklenen erik ağacı ve kimsenin fark etmediği ölü kumrunun da simgeledikleri birtakım şeyler var elbette.

Ölü bir kumru bir simgeydi muhakkak. Belki de o anlatımla anlatılmasından kaçınılmış olan ayrılığı simgeledi. Ölü bir kumrunun aslı güvercindi. Bakın orada da aptalca bir yazarlık oyunu yaptığımı düşünüyorum şimdi. Güvercinleri fazla obur hayvanlar olarak gördüğümden kumruyu daha artistik bulup onu kumruya çevirdim. Gerçekte o bir güvercindi; ilk defa söylüyorum bunu. Şimdi düşünüyorum; tam içtenliğe insan bir türlü erişemiyor. O güvercinse onu güvercin olarak yazacaksın. Orada bir süsleme ihtiyacı duyup onu kumru diye yazdım. Yayımlandıktan sonra pişman oldum. Bahçelere gelince, onu kendim de çözemiyorum. Çok severim ben bahçeyi, çiçeği, yeşilliği. Orman filan da severim, ama bahçeyi özel olarak çok severim. Belki de bütün bu karanlığın içinde bir aydınlanma, bir kurtuluş çaresi. Tabiî bir de Çehov motifi var roman boyunca. Onun da, malum, hemen hepsi bahçelidir oyunlarının. First de zaten Vişne Bahçesi'nden çıkıp gelmiştir. Herhalde bahçe çağrışımları öyle geldi. Tam bilincinde değilim. Fakat bir bahçeler kitabı gibi geliyor bana.

Bahçedeki insanlarla ölü kumru arasında bir bağ düşünülebilir. Ayhan da acı çekiyor, çocukluk yıllarındaki Selim de, Gülderen Hanım da...

Yüzde yüz tabiî. Aslında bütün ayrıntılar belli bir odağa doğru gitsin, o odak da ayrılık acısı olsun istedim. Ayrılığı anlatmak değildi zaten amacım; ayrılık acısını anlatabilmekti. Bütün o unsurların da o acıda toplanmasını istedim. O insanları yıllarca hiç anımsamadım ben. Hiç anımsamak da istemedim. Çok ender olarak, ne bileyim içki içersiniz de anlatırsınız karşınızdakine; o kadarla geçip giderlerdi. Bir gün çıkacakları hiç gelmedi aklıma. Hepsi o ayrılık acısıyla çıkıp geldiler ve her şey o odakta da birleşsin istedim ben. Ama bazı şeyleri her şeye rağmen bir umut kapısı gibi görmeye çalışıyorum. Çünkü tek güzellik belki de bahçeler kitapta.

*Ömer Şişman tarafından yapılan bu söyleşi Cumhuriyet gazetesinin 24 Ocak 2002 tarihli Kitap ekinden alındı. Bu uzun söyleşi zamanında adanasanat.com için  satır satır okunup dergiden bilgisayar ortamına aktarılmıştı. Bu söyleşinin burada yayınlanmasına Selim veya Ömer beyin itirazları varsa bize mail göndermeleri yeterlidir.