13 Ekim 2011 Perşembe

Sanki Artık Hiç Şiir Yazamayacağım - Mehmet H. DOĞAN (*)


Cemal Süreya
Sanki Artık Hiç Şiir Yazamayacağım

Cemal Süreya, Sıcak Nal ve Güz bitiği adlı kitaplarının yayımlanışı dolayısıyla Cumhuriyet Gazetesinde kendisiyle yapılan bir söyleşide böyle diyor ve ekliyordu: "Yayımladığım her şiirden sonra başıma gelir bu."

Söyleşiyi yapan Özkırımlı'nın, "Kendine en kötü olasılıklar bir yana on yıllık bir ömür daha biçtiğini biliyorum. Kaç şiir kitabı gelebilir bu sürede? Ne dersin?" sorusu üzerine de şunları söylüyordu: "Belki bir ya da iki kitap daha çıkarabilirim."

Özkırımlı'nın söz ettiği en kötü olasılıklardan biri Cemal'i aldı aramızdan. "Sanki" sözcüğü geçerliğini yitirdi: Cemal Süreya artık hiç şiir yazamayacak.

Onun ani ölümünden gerek dostlarının gerekse şiirimizin aldığı darbe o kadar büyük, acı henüz o kadar taze ki, oturup Cemal Süreya şiiri üzerine soğukkanlı düşünebilmek, çözümlemelere gitmek hemen hemen olanaksız benim için. Aragon'un dediği gibi: "Şimdi olmaz. Daha sonra."

Şu anda yapabileceğim tek şey, dönüp dönüp şiirlerini okumak; galiba her ölümün ardından ölüme başkaldırmanın, isyanın tek yolu da bu: Ölenin sözlerini anımsarız, birlikte anılarımızı tazeleriz kafamızdan; ama ölen bir şairse, sevdiğimiz şiirlerini yeniden okumak, kitaplarını sanki yeni çıkmış gibi baştan sona bir daha gözden geçirmek, onu ölmemiş gibi düşünmenin daha gerçekçi bir yolu oluyor.

Turgut Uyar'ın ardından yazdığı şiiri şöyle bitirmişti:

"Öldüğü gün
Hepimizi işten attılar."
Cemal Süreya'nın öldüğü günse, Türkiye'nin kimbilir nerelerinde, kimbilir ne çok şair işinden atılmadıysa da işi bırakmıştır. Kalan şiirsiz günlerini "Üstü kalsın!" diyerek Tanrı'ya bahşiş verebilmek için Cemal gibi, işi bırakmıştır.

Genç şairler üzerinde inanılmaz bir etkileyim gücü vardı. Ama boşuna değildi bu; eski kuşak şairleri arasında, genç şiiri onun kadar yakından izleyen biri yoktu, belki bir de Necatigil. Genç şairler arasında inandırıcılığının, sözüne güvenirliliğinin kaynağı da buydu. Onların şiirleri üzerine düşündüklerini konuşmalarında, yazılarında gönül kırmadan, yüreklendirerek açıklardı. Değer verdiği, şiirine güvendiği genç şairlerin şiirlerini zekice, kısacık betimlemelerle yerine oturttuğu birçok örnek bulabiliriz. İlk anda, Abdülkadir Bulut için söylediği geliyor aklıma: "Kasabalı bir Lorca."

Edip Cansever'in ardından yazdığı bir şiirse şöyleydi:

"Yeşil ipek gömleğinin yakası
Büyük zamana düşer

Her şeyin fazlası zararlıdır ya
Fazla şiirden öldü Edip
Cansever.''
Cansever'in tersine, az ve kısa yazan bir şairdi Cemal Süreya. Bir ara uzun şiir-kısa şiir konusunda bir tartışmaları da olmuştu yanılmıyorsam. Az yazar, kısa yazar, uzun aralarla yayımlardı bunları. Kitaplarının yayım tarihleri de bunu gösteriyor: Üvercinka (1957), Göçebe (1965), Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973), Uçurumda Açan (1984). Sıcak Nal ve Güz Bitiği (1988). Son yıllarda giderek daha da kısalmıştı şiirleri. Şiirin, hatta bir iki dizenin gösterdiği gerçekliğin, sayfalarca romanla, saatlerce filmle görünür kılınamayacağı, anlatılamayacağı savındaydı."yazının, özellikle de şiirin böyle bir olanağı var. Son yıllarda kafamı kurcalayan bir düşünce bu" diyordu. Açıklamak için de çeşitli örnekler veriyordu. Yukarda andığımız söyleşide, "Örneği kendi şiirimden alayım," diyordu. "Sıcak Nal'daki 8.10 Vapuru adlı şiirde şöyle bir dize var: "Sesinde ev dağınıklığı var.' Hiçbir görüntü anlatamaz bunu.'' Salihli Şiir İkindileri'nde (1988) ve İzmir'de bir şiir söyleşisindeyse (1989) Güz Bitiği'nden şu dizeyi örnek vermişti: 'Arı ki fıskiyesi sonsuzluğun."

Şiirin gerçekte dil ve imge aracılığıyla, gerçekliğin en yoğun, en özlü ve en az söze indirgenmiş bir anlatımı olduğunu ileri sürüyordu. Aragon'un, "Ben düzyazıyla anlatamadığım şeyleri şiirle anlatırım" sözlerini anımsayalım. Cemal Süreya bir başka biçimde söylüyordu bunu. Yine de, şiirin ille de kısa olmasını gerektirmiyordu bu. Nasıl ki, Güz Bitiği'ndeki tek tek şiirleri bir bütünün parçaları sayabiliyorsak.

"Güz Bitiği"nde başka yerlere gittim. Birçok bağımsız birimden oluşan tek yapı söz konusu onda. Her birinin bir yerde tohum kapsülü gibi patlayıverdiği bir "sıkı şiir." diyordu.

Gerçekten de, kitaptaki 20 şiirin, her birinin sonunda yinelenen "Keşke" yalnız bunun için sevseydim seni" dizesiyle birbirine bağlandığını görüyoruz. Bir de, birinci şiirin başında ve yirminci şiirin sonunda yinelenen şu dörtlük:

"İki kalp arasında en kısa yol:
Birbirine uzanmış' ve zaman
zaman
Ancak parmak uçlarıyla değebilen
iki kol."
Ayrıca bu, Süreya'nın daha önce de denediği bir şey. Beni Öp Sonra Doğur Beni (1973) kitabında ayrı ayrı iki şiir arasında "Yırtılan ipek sesiyle" dizesiyle bir kan bağı kurulur (s. 30 ve s. 34)

Yine Güz Bitigi'nde Sülünün Yüzü adlı şiirde,

''Tanrım, siz şu uzun Anadolu'yu
Çocukluk günlerinizde mi
yarattınız?''


dizeleri, iki şiir sonra şôyle yinelenir: ''Tanrım, gerçekten çocukluk günlerinizde mi?''

Yapılan bu geriye göndermeyi gözden kaçırınca şiirin anlaşılması da güçleşir. Süreya daha ilk şiirlerinden beri şaşırtıcı olmayı seçmiş, şaşırtmacayı şiirinin ayrılmaz bir öğesi durumuna getirmiş bir şairdi. En başka kitap adları: "Üvercinka, Beni Öp Sonra Doğur Beni, Güz Bitigi, Sıcak Nal.

Aynı şaşırtmaca düşkünlüğü, şiirlerinde sanki birer yabancılaştırma ögesi gibi kullandığı dizelerinde yansır en çok da. Daha Üvercinka'daki "Ve zurnanın ucunda yepyeni bir çingene" dizesinden başlayarak Beni Öp...'teki

"Yine bir faizcinin sesindeki hasır
Yelken olmaya özeniyor"


ya da

"Sen bayan Nihayet
Sen bir mevsimin sanat eki''


ya da

''Bir ilçeyi sever gibi
Yürürdü odalarda''


ve daha buna benzer nice dize, şiirin akıp giden havası içinde şiir okurunu uyarınca, uyandırıcı bir etki yapar.

Dille oynamak, dile olabildiğince değişik plastik biçimler vermek, sözcüklerin yakın çağrışımlarını gidebileceği son durağa kadar izlemek ve bunlardan yepyeni tatlar taşıyan imgeler üretmek Süreya'nın şiir işçiliğinin, şiirdeki ustalığının gizleridir.

Cemal Süreya'nın şiiri deyince hemen herkesin aklına geliveren erotizm, Tomris Uyar'ın dediği gibi, asal bir nitelik değildir. Daha çok zekâ ve duyarlık odaklarında bulabiliriz onun şiirinin ipuçlarını. Hatta denilebilir ki, erotizm bile bu zekâ ve duyarlık odaklarından fışkıran humor ve ironide biçimlenir. Humor ve ironi, başka şairlerde olduğu gibi işlevsel bir amaca değil, artistik bir oyuna, kısacası şiire yöneliktir. Çünkü her şeyden önce şairdir o. Şairlik kendine biçtiği yaşam biçimidir. Yazdıklarının şiir olması ilk amaçtır. Gerisi kendiliğinden gelecektir zaten.

"Günde 24 saat şiir yazarım," diyordu o. "Her şeye şair olarak bakarım. Yazmaktan daha büyük bir yer tutar bu benim hayatımda." (Milliyet, 24.5.1988)

Şiirindeki her şey: Sevi, tarih, mit, toprak, insan bu şairce bakışla koşulludur. Bu bakış onları kendi gerçekliklerinden alır, şiirin içinde bir yere oturtur, yeni bir gerçeklik kazandırır onlara. Sevişen bir insanın soluğu "kırmızı bir kuş, kırmızı bir at" olur; bir kent: İstanbul, "Eski bir Osmanlı paşası gibi / Feodaliteyi süpürür bıyıklanyla", bir hayvan: "Köpek, diliyle içer suyu / Kurt, soluğuyla"; bir şair: Nâzım, "Kalın Abdal"dır onun şiirlerinde.

Ölümün, şairlerin binlerce yıldır çözemediği o gizin şiirdeki gerçekliği nedir, peki?

Ölümünden bir gün önce (8.1.1990) yazdığı son şiirde söylüyor bunu da:

"Ölüm?
Bir gölün dibinde durgun uykudasın.''


* Mehmet H. Doğan tarafından kaleme alınan bu yazı Milliyet Sanat Dergisinin Şubat 1990 tarihli sayısından alındı.