18 Ekim 2011 Salı
Cezmi Ersöz İle Söyleşi - Adnan Özer, Uğur Aktaş(*)
Cezmi Ersöz, 1980'lerin ortasından bu yana, adeta kendinde bir üslupla ahlaksal bir refleks gibi yansıttığı muhalefetiyle kitleselliğe ulaşmış bir yazar. Onun güncel, keskin gerçekçiliği, yer yer aşırı duygulanımlara varan ifadeleri şaşkınlık ve övgüyle karşılandığı kadar, kimi çevrelerce de naif bulundu. Konuları, tür çeşitliliği; yüz yüze diyalogcu yöntemiyle, günümüz Türkiye yazınının tartışılmaz bir gerçeği Cezmi Ersöz'le bir bakıma çileli olan bu deneyimi üzerine konuştuk.
Bireylerin dayanışma duygusunu yeniden üreten edebiyatçılığın aynı zamanda diyalogçu aydın tavrı olduğundan tespitle bunun nereden kaynaklandığı konusunda bize ipuçları verebilir misin? Bu tavrı statükonun dışında görüyor musun? Statükonun dışına nasıl çıkılır? Ve bu sistemden kopma tavrını içeriyor mu?
Hem kişiliğimden kaynaklanan, hem geçmişimden devraldığım özelliklerim bunlar. İnsanlarla birlikte olmayı seven, paylaşmacı bir yapım var. Bir de vefaya çok önem veriyorum. Beni okuyan, izleyen insanlara bir vefa, duyuyorum. Hiçbir zaman kendimi üst statü anlamında, ayrıcalıklı bir yazar kimliğiyle değerlendirmedim. Bir misafir duygusuyla yaşıyorum dünyada. Kendi oyununu kendi bozan bir insanım ben. Statüko zaman zaman bana şirin görünmüş olabilir. Ama böyle anlarda ikinci ya da üçüncü hamlede statükoyla kurduğum ilişkiyi hemen yok ettim, bozdum. Boğuldum çünkü orada. Zaten statükonun içine girersem yazamayacağımı hissettim. Ancak bunun dışında kalınca bu denli yalın ve içten olabileceğimi düşündüm. Yazmayı sevdiğim için, yazımla kurduğum duygusal ve düşünsel bağı sevdiğim için statükoya asla bulaşmamaya karar verdim.
Okurlarda yüzleşmenin çok hayati olduğunu gördüm. Çünkü yazmakla yetinmemek gerekiyor. Çünkü insanlar yazarın nasıl biri olduğunu çok merak ediyor. Yüzüne bakarak konuşmak istiyorlar, onun tepkilerini, reflekslerini, anlamak, tavırlarına bakmak ve bir şeyler çıkarmak istiyorlar. Çok parçalı bir dünyada yaşıyoruz, medya ve teknolojik yapı gerçekliği parçalıyor. Algılar hızla kirleniyor, gerçeklik hızla paramparça oluyor ve insanlarda bir "sahicilik susuzluğu" oluşuyor. Medyadan aldığı bilgilere güvenmiyor, inanmıyor insanların çoğu. Oradaki sosyal aktörlere, siyasi aktörlere güvenmiyor, hiç kimse ona inandırıcı gelmiyor. Geriye bir tek yazar kalıyor, sevdiği yazarın inandırıcı olup olmadığını merak ediyor. O yazıları yazan adamın nasıl biri olduğunu, nasıl yaşadığını, nasıl çay içtiğini, gerçekten yazdığı gibi içten olup olmadığını sınamak için onu görmek istiyor. Hayatını paylaşıyor, özel sorular soruyor, çıkmazlarını soruyor. Çünkü eskiden insanlarla muhatap olan kurumlar vardı, sendikalar vardı, siyasi, sosyal yapılar vardı. Bu yapılar tamamen yitmiş durumda. Bu insanlar taleplerine özlemlerine yanıt bulamıyorlar, kurumlar yok çünkü karşılarında. Karşılarına bir yazar geliyor ve ona sırlarını, tıkanmışlıklarını, okul sorunlarını, cinsel, duygusal, maddi sorunlarını, yöresel baskıları anlatıyor, çare istiyor, görüş istiyorlar. Ben bir bağ kuruyorum ve bu kurulan bağ, yazımı geliştiriyor. Yazıyı daha inandırıcı, daha sahici kılıyor. Ve yazıyla davranışlar, günlük hayat, tavır bütünleşiyor. Bence otorite, statüko böyle kırılabilir, yani yüzleşmeyle. Yüz yüze ilişki çok daha kalıcı, çok daha önemli ve sahici. Uzun dönemli, çok kalıcı bağlar kurdukça bunun meyvelerini toplarız, güven ağları oluştururuz.
Şunu gördüm ben, bu süreç yıllardır sürüyor, beş kişiye de konuşma yaptım ben, on kişiye de; gereğinde pazarda, İzmir Ödemiş'te karpuz sergisinin yanında imza günü yaptım. Bazen gittim kimse yoktu. Bir gün İzmir civarında bir ilçeye gittim, kimse yoktu. Akşama doğru traktörün üstünde bir çiftçi geldi, kitabımı aldı gitti. Ama gün oldu en popüler medya starlarıyla imza günü yaptım ve onların okurlarından iki misli daha kalabalıktı benim okurlarım. Bizim televizyonumuz var diyorlardı, biz tanınıyoruz, sen nereden çıktın? Çok soruldu bana bu soru. Orada medyanın gücünün çok da abartılmaması gerektiğini düşündüm. Sağlıklı bağlar kurulursa, insanlara sahici mesajlar verilirse, inandırıcı olunabilinirse, dürüst olunursa ancak medyanın gücü kırılabilir. Özellikle son seçimlerden sonra bizlere çok görev düşüyor. Artık yollara düşmenin zamanı.
Bazı yazarların ben medyaya çıkamadığım için kitaplarım tanınmıyor, satmıyor deyişlerini bu bakışla eleştirebilir miyiz?
Kararlı olacak insan, biraz cesur olacak, yılmayacak, uzun vadeli düşünecek; kendisini bu konuda koşullayacak o zaman sonuçlarını alabilir. Ama yazar Anadolu'ya gitmiyor, insanların dertlerine çare aramıyor, mektuplarına cevap vermiyor, kendisini üst konumda görüyorsa kitabının tanıtımı medyada çıkmış çıkmamış ne önemi var? Ben hakkında çok yazı çıkan yazarların kitaplarının okunmadığını gördüm. Özellikle Anadolu; Anadolu'da istanbul'a inanmıyor, merkezdeki enformasyon birimlerine inanmıyor. Hatta itici geliyor. Kollanmış, pazarlanmış, ambalajlanmış duygusu uyandırıyor.
Uydu bir kültür ortamı mı var? Metropolde yerleşmiş, bilgi
sistemi de kendinden olan, kodları olan bir uydu kültür
ortamı mı var?
Yapay bir kültür ortamı var. Çok kısa dönemlerde oluşan modalar, moda söylemler var. Moda söylemlere herkes bir anda giriyor şiiriyle, sinemasıyla, öyküsüyle. Birdenbire bakıyorsunuz herkes aynı şekilde düşünmeye başlıyor. Yukardan kimi söylemler ve anlayışlar dayatılıyor dayatılıyor, bir dilsel kalıp yerleştiriliyor. Bir furya başlıyor, herkes o tarzda düşünmeye, yazmaya ve üretmeye itiliyor.
Sence bunlar Batı modalarının Türkiye'ye sokulmasıyla oluşturulan bir program dahilinde mi oluyor? Yoksa kendiliğinden gelişen sosyolojik bir durum mu? Ya da bizim edebiyatçılarımızın aymazlığından ileri gelen yenilgiyle oluşan bir şey mi?
Hepsi doğru, hepsinden bir parça var. Biraz aymazlık, biraz manüpilasyon, biraz rastlantısallık, ama en çok da Batı'daki akımların etkisi, cazibesi. Zaten Türkiye aydınının önemli bir çoğunluğu Batı'ya bakar, Batı karşısında korkunç bir aşağılık kompleksi var. Aydınımızın çoğu oryantalisttir, halkından kopuktur. Gözünü devlete dikmiştir, halka değil. Devletten daha fazla pay ister. Bu anlamda yazarların çoğu egemenliğe oynuyor. Egemenliğe oynadıkları için, egemen akımlar hemen onları cazibesi altına alıyor. Halka küçümseyerek bakarlar. "Beyaz Türkler"in edebiyat dergilerinde işledikleri çokça rastlanan bir tema bu. Son yıllarda bir halk düşmanlığı gelişti. Halkı yüceltmeyelim dediler ama, bu defa büyük bir halk düşmanlığı ve elitizm başladı. Peki biz kiminle değiştireceğiz ülkeyi? Kendilerini bu kadar halktan ayırıp, üstün görüp, ulaşılmaz, ve kusursuz bir varlık olarak sundukları için o kültürel havuz'dan dışarı çıkamıyorlar...
Peki, edebiyat merkezleşiyor, bu merkezileşme arttıkça çevre daha da taşralaşıyor mu? Ayrıca bazı kritiklerde senin için alt kültür yazarı deniliyor. Acaba seçkinci bir üst kültür edebiyatı oluşturulduğu için mi sen alt kültür edebiyatçısı olarak görülüyorsun?
Çevreyi çok hızlı taşralaştırıyor bu egemenlik merkezi. Bu çok acı sonuçlar verecek, veriyor da. Anadolu'daki adam İstanbul'daki adam gibi yazmaya başladı. Çünkü burada olmak istiyor. Burada yaşamak istiyor, buranın gözüne girmek istiyor. Doğu'yu hissetmeden yazıyor. İstanbul'da yaşayan yazarların metinlerini çoğaltıyor. Bu çok tehlikeli. Dolayısıyla Doğu'yu anlatan sahici hikâyeler, sahici öyküler okuyamıyoruz. Oradaki insanın duyarlığını hissedemiyoruz. Böyle bir yabancılaşma var. Merkez dışındaki birimler hızla taşralaşıyor. İstanbul dışına çıktığında çok büyük bir ıssızlık var. Taşrada varolan potansiyel enerji dönüştürecek kurumlar yok. İstanbul'daki güç oradaki insanları hayal kırıklığına uğratıyor ve öfkelendiriyor. Ne zaman Doğu ya da Güneydoğu'da bir yere gitsem, niye bizimle ilgilenmiyorsunuz, neden Batı'dan yazarlar gelmiyor, neden bizim elimizden tutmuyorsunuz? gibi sorular geliyor. "Bırakın İstanbul'daki aydınları ilgilenmeyin, kayıtsız kalın oraya, siz kendi aydınınızı yaratın" diyorum. Kendi aydınını yaratma refkleksini yeniden kazanmaları gerekiyor. Eğer bu gerçekleşirse çok şey değişir. Taşra'da çok büyük bir kültürel, siyasal ve sosyal potansiyel var. Bu gelişmeye dönük potansiyel harekete geçerilirse İstanbul'un kültürel istilasını kırabilirler.
Hakkari'ye bir opera gitti, bir de Cezmi Ersöz. Aradaki fark ne sence?
Çok ironik bir soru bu. Bir de devlet senfoni orkestrası gitmişti galiba, Mardin'e. Bir Mardinliye sormuşlar, nasıl buldun konseri? Demiş ki Mardin Mardin olalı böyle zulüm görmedi. Hakkari için de durum budur. Tamamen oranın kültürel değerlerine, yaşam pratiğine ters düşen kültürel bir despotizm bu. Gitsinler görsünler oraları, hiçbir sinema kalmamış, hiçbir tiyatro kalmamış. İstanbul'daki merkezileşme kırılacaksa Anadolu'daki kültürel rönesansla olacaktır. Yerel televizyonlar, yerel basın, yerel aydınların oluşturduğu edebiyat birimleriyle, yerel sanatçıların oluşturduğu direnişlerle kırılacaktır.
Biraz geriye dönmek istiyorum. Kırsal edebiyat da denilen gerçekçilik dönemi var. Edebiyattan insanın kaybolduğunu söyledin. O dönemde, milli edebiyat sonrası, Anadolu panaromasını vermek içinde halktan insanların özellikle köylülerin yer aldığı bir sosyolojik edebiyat türü bizde gelişti. Orada birebir insan vardı. Hatta o kadar vardı ki, şivesiyle beraber yazıldı bunlar. Fakat sonradan bir tepki gibi başka bir tarafa savrulundu. Edebiyattan insan kayboldu, edebiyatın insanileşmesi kayboldu. Tekrar edebiyatı insanileştirebilmek için ne yapmalıyız? Edebiyatın vicdanı kayboldu saptamasına katılıyor musun?
Bu konjektürel durumla, dünyanın geldiği ulaştığı durumla da ilgili. Öznelleşme süreciyle de ilgili. Bireysellikler parçalanıyor, mikro hayatlar ortaya çıktı. Makro dünyalar parçalandı, herkes evine özel dünyasına döndü. Tüm dünyada bu süreç yaşanıyor. Kamusal hayat yerini özneye, bireyselliğe bıraktı. Sonunda edebiyata yansıması bu oldu. Sonuçta iz bırakmayan, insanı heyecanlandırmayan, karakteri olmayan, tiplemesi olmayan ürünler çıktı ortaya. Öznellik önemli; ama öznelliği bırakmadan ve bütün boyutlarıyla, yaşayan insanı da içine sokarak yeni sentezlere gitmek lâzım. Tekrar klasik edebiyatın kimi unsurlarına, kimi öğelerine dönüş şart. Yoksa edebiyat insanlardan kopuyor. Aslında insanların dramları, günlük yaşamları, hayata bakışları eskisinden çok fazla değişmedi. Yine aynı şekilde seviniyor insanlar, yine aynı şekilde terk ediliyor, yine aynı şekilde hırslı, öfkeli ya da talepkâr. İnsani duygular da o kadar belirgin değişmeler yok. Mekânlar değişti, ilişkiler değişti. Birtakım yeni teknolojik olanaklar sunuldu insanlara. Ama bir yanıyla insan pek değişmedi aslında yine yalnızlık çekiyor eskisinden daha çok. Hâlâ insanlar bileklerini kesiyor, intihar etme şekilleri değişmedi ki. İnsanlar yine içiyor, yine sevgililerini özlüyor, yine erkeklerin çoğu maço, kadınlar depresyonda ya da sevgi arayışı içinde yaşıyor. Burada tuhaf bir durum ortaya çıktı, yaşantılarla sunulanlar arasında büyük kopukluklar var. Kendisinin kim olduğu konusunda insanlar açmaza düştü. Büyük soru işaretleri çıktı ortaya. Bu da insanları umutsuzluğa, derin bir boşluğa itti. Bu da sevgisizliği getirdi. İnsanı öne çıkartan edebiyatta insan sevgisi vardı ve insanlar onu okurken bir şekilde onunla bütünleşiyorlardı, kendilerini olumluyorlardı, kendilerini sevmeye başlıyorlardı, umut ve inanç aşılıyordu insanlara bu edebiyat hayata bağlılık uyandırıyordu. Ben o kitapları okuduğum zaman güçlendiğimi hissediyordum. Şimdi hep bir merak var: Acaba ben nasıl yaşıyorum, insanlar nasıl yaşıyor? Ortada bir açmaz var. Aslında bu yapay bir açmaz. Ali Kırca'nın da çok farklı yaşadığını, çok farklı duygulandığını, farklı özlemler içinde olduğunu sanmıyorum. İmajlardan oluşan bir dünya yaratılıyor, "mış" gibi yapılıyor. Sanal bir gerçeklik yaratılıyor. O sanal gerçeklikte herkes kendini incelemeyi bırakıyor, başka hayatları abartarak kendi hayatını yerin dibine batırıyor. Dolayısıyla kendinden nefret eden insanların sayısı hızla çoğalıyor.
Senin edebi türünün, yazın türünün geçmişteki örnekleri üzerine bir şeyler söyleyeceğim. Mesela, en eskiden başlayalım: Osman Cemal Kayqılı, Afif Yesari, Memduh Şevket Esendal, yakınlara geliyorum, Yaşar Kemal'in öykü röportajları, ki onlar çok ilgi görmüştü. Sonra Fikret Otyam'ın röportajları ve öykü röportajları, onlarla bir bağ kuruyor musun? Gelenekteki bağını nerede görüyorsun?
Doğru saptamalar. İlk dönem için 90'lı yılların ortalarına kadar Memduh Şevket Esendal örneği doğru. Yaşar Kemal'in öyküleme tekniklerinin etkisi, röportaj teknikleri ilk dönem yazılarım için söylenebilir. Ama 90'ların ortalarından sonra değişim geçirdim. Farklı temalara yöneldim. İç dünyayı sorgulamaya başladım. Çelişkileri, insanoğlundaki o sır dolu ve karmaşık ruhsal labirentleri, girdapları yazmaya başladım. Ama ilk dönemim için bu isimler doğrudur. Bir anlamda Sait Faik de beni çok etkilemiştir. Küçük insanların dünyaları, o içsel çatışmalar, sevgi ve iyilik arayışı. Büyülü gerçekçiliğe daha yakın olduğumu düşünüyorum. Hem sıradan insanlar var, hem günlük yaşam var, düşsellik, şiirsellik, akıldışı ama 'gerçekten daha gerçek olan' öğeler var. Beni etkileyen bu yazarlara, Ahmet Hamdi Tanpınar'ı, Vüsat O. Bener'i ve Oğuz Atay'ı da ekleyebiliriz. Bende şiirsellik daha çok ağır basmaya başladı. Çükü şiirselleşti, öykü ya da denemenin temel taşı imge oldu. İmge öne çıktı, çağrışım gücü yükseldi. Bunlardan yola çıkarak yeni birtakım etkiler de oluştu. Ama şiirsellik, yazılarımın temeli oldu. Şiirsel olmayan hiçbir metni okumuyorum zaten. Bir düşsellik, masumiyet geldi. Ama yine öyküleme teknikleri, röportaj teknikleri var, türler arası bir yolculuk yaptım ben. Hiçbir yere koyamıyorum yazdığım şeyleri, ne öykü, ne deneme, ne şiir, ne şiirsel metin, ne röportaj. Hepsinden kimi özellikler aldım. Bir dönem röportajlar yaptım, bir dönem deneme yazıları yazdım, bir dönem gezi yazıları yazdım, gazete yorumları yaptım, hepsinin etkisi böyle bir kıvama getirdi beni.
Üsluptan bahsettik. Orhan Koçak senin için yazdığı yazısında, Cezmi Ersöz'ün üzerine gittiği konuyu kişisel bir deney gibi yaşadığını, konu ve nesnenin duyan varlığın üzerinde bir iz bıraktığını söylüyor. Cezmi Ersöz'ün üslubu nesnenin zorlamasıyla oluşan bir üslup mu?
Kendiliğinden ve belli bir birikimin sonunda oluşuyor bu refleks. Çok da özel bir çaba harcamıyorum, ama kendimi yazdığım olayın öznesi olarak görüyorum. Yaşadıklarımı, gördüklerimi ve beni etkilemesi için kendimi maruz bıraktığım kimi tanık olduğum olayları iç dünyamdan, düşlerimden, vicdanımdan yeniden ve bir daha geçirerek, dahası evrenselleştirerek yazıyorum. Bu da çok okunması için önemli bir neden oluyor.
Bir kere sen verimli, çalışkan bir yazarsın. Bunda yazarlıkla geçiniyor olman da etkili. Yaşanmışı yazan bir yazarsın ve çoğu da senin başından qeçmiş durumda. Burada bizim eleştirimiz, kendini, kendi edebiyatının nesnesi yapmış olman. Kendini edebiyatının nesnesi yapınca seni izleyen kitle seninle birlikte kederleniyor. Belki senden daha hazırlıksız yakalanıyor. Buradaki sentimantalizm, duygusallık eleştirisi bizim sana yönelttiğimiz eleştiri. Kendini edebiyatının kahramanı yapıyorsun ve bu kahraman zaman zaman eleştiriliyor.
Geçim kaygısı doğru. Çok fazla yazıyorum, o da doğru. Aslında Edebiyat konformizm ister. O konformizm yok hayatımda. Bir süre dergilerde yazmasam ciddi bir geçim sıkıntısına düşerim herhalde. Ayrıca birilerinin emri altında çalışmak istemiyorum. Burnumu sürtmek isteyen çevreler var. Onları bu hazzı tattırmayacağım. Dolayısıyla kitaplarımın okunması lâzım. Bu benim için özgürlük meselesi. Yazarlık bana özgürlüğümü getiriyor aynı zamanda.
Aşkı çok vurguluyorum evet. Gerçi aşka çok büyük vurgu yaparken aynı zamanda aşkın içindeki tuzakları, olumsuzlukları, yanlışlıkları da vurguluyorum. Duyguların hayatın acımasızlığı karşısında kaybolup gitmesinden çok korkuyorum. Kendimi edebiyatımın nesnesi yapmaktan da rahatsızlık duymuyorum. Birçok edebiyatçı böyle yazmıştır. Bu bir tarzdır. Hayata bakış açısıdır. Beni edebiyat yapıtları arasında en çok etkileyen kendisini metnin nesnesi yapan yazarlardır. Günlük okurum, mesela Fikret Ürgüp'ün "Dosdoğru Günlük"ü beni çok etkilemiştir, çok sahicidir, çok dürüsttür. Yazarlardan bunu bekliyorum ve bu yüzden kendim de bunu yapıyorum.
"Sol"dan gelen eleştirilerde kitleyle bağ kurma biçimin ele alındı. Bu olumsuz eleştirilerinin altında onların yeni bir edebiyat projesi geliştirememiş olmaları mı yatıyor?
Evet geliştiremediler, insanlarla bağ kuramadılar. Biraz da kırılganlığa tahamülleri yok galiba. Kol kırılır yen içinde kalır tavrı var. Oysa biz bunun acısını çok çektik. Birbirimizi tanıyamadık, birbirimizin gerçek yüzünü göremedik, sürekli kalıplarla yaşadık, her şeyi idealize ettik. Bunun sonucunda yapay, karton kişilikler ortaya çıktı. Asıl hayal kırıklığı yaratan da bu. insanlar hayata hazırlıksız yakalandılar...
Özellikle gençler.
Artık gençler çok erken olgunlaşıyor. Hayat bunu dayatıyor çünkü. Çok acımasız bir hayatla karşı karşıyalar. Bizim gençliğimiz o kadar zor değildi. Kapitalizm, devlet, insan ilişkileri, teknoloji, rekabet onlara çok acımasız şartlar hazırlıyor. Dolayısıyla belki yıpranıyorlar, ama duygusal, düşünsel bir zemin de kurmayı da önemsiyorlar. Bir okurumun mektubunda bana şöyle yazdığını bilirim: Sayende intihar etmekten döndüm. Gençler çok yalnız, çok savruluyorlar, sistem onlara çok acımasız tuzaklar hazırlıyor. İntiharın kıyısında yaşayan bunalımlı, depresyonlu çok sayıda genç var. Ve kendilerini yalnız, çaresiz hissederken, kendileri gibi bir kişinin daha olduğunu görünce inanılmaz bir sevince kapılıyorlar.
Peki, 'yazdıkların beni depresyona, kedere itti, intiharı düşündürdü', diyen oldu mu?
İntihar demediler de şunu diyen oldu. Çok ilginçtir bu olay: Bergama'ya gitmiştik orada gençten bir oğlan, pazarlamacıymış, yanıma geldi. "Cezmi Abi senin yazılarını okuduktan sonra pazarlama yapmaya çıkamıyorum kadınları kandıramıyorum, senin yüzünden ekmek paramdan oldum," dedi. Yani aldatamıyormuş o insanları. "Seni okumayacağım artık yoksa aç kalacağım" dedi. Beni okuyunca daha sahici ilişkiler, daha dürüst ilişkiler kurmaya çalışıyorlar.
Bir eleştiri daha var: Cezmi Ersöz'ün sorunları yüzeye çıkardığını, onları gösterdiğini ancak çözüm önermediği söyleniyor. Cezmi Ersöz'ün neden çözüm önermediği düşünülüyor?
Bu da ortodoks solun klasik eleştirilerinden biri. Aslında edebiyat çözüm önermez, edebiyat hayata ayna tutar, çelişkileri gösterir. Okura kalır oradan bir şey çıkarmak. Edebiyatın intiharıdır politik çözüm göstermesi.
O zaman bu politik bir eleştiri.
Evet politik bir söylem. Çözüm önermek edebiyatın sonu olur zaten. O zaman politik yazılar yazardım ben. Bana yıllarca öyle bakılmaya çalışıldı. Politik bir misyon yüklenmeye çalışıldı.
Ancak, dayanışmacı bir yazar kimliğini kabul edersin öyle değil mi?
Tabii. Paylaşırsın, onların dünyasına girersin, onların sorunlarını yansıtmaya çalışırsın, onların kendileriyle konuşmasını, kendileriyle yüzleşmesini sağlarsın. Ben onların duygularının, yaşamlarının ne kadar değerli olduğunu onlara hatırlatıyorum. Bir yerlerde okudum: incelenmemiş yaşam, yaşam değildir. Yaşamlarına tekrar farklı bir gözle bakmalarını sağlıyorum. Bir söz daha var, o da çok önemli: Gerçek bir aşk yaşamıyordu, çünkü kendisini tanımıyordu. Kendisini tanımayan insanlar ne devrimci olabilirler, ne de gerçek bir âşk yaşayabilirler ne de hayatlarına sahici bir anlam katabilirler. Sistem, eğitim yapısı, insan ilişkileri, gelenekler ve tüketim toplumu ideolojisi tamamen insanların kendilerini tanımaması üzerine kurulu çünkü.
Okurlarından gelen değerlendirmeler ne yönde?
Kendisine uygun okur tipleri yaratıyor kitaplar. Mesela "Son Yüzler"i sevenler, "Yok Karşılığı Yüzünün"ü pek benimseyemediler. Röportajlarımı, soluk soluğa yazdığım yazıları önemseyenler var. "Kafka Market", "Son Yüzler", "Hayat Bir Emrin Var mı?" daha çok kentleri, gece hayatını, ilişkileri, mekanları anlatan, daha gözlemci yanımın öne çıktığı kitaplarımdır. Ama son dört yılda yazdığım "Saçlarının Kardeş Kokusu", "Yok Karşılığı Yüzünün", "Kırk Yılda Bir Gibisin", "Hayallerini Yak Evi Isıt"da, içsel arayışlar, duygusal temalar, çelişkiler, karmaşa, insanın içindeki kötülük, yalnızlık, yabancılaşma gibi temalar öne çıkıyor. Bunları önemseyenler daha çok son kitaplarımı okuyorlar. Kenti, insanları, başka hayatları merak edenler, Son Yüzler'i okuyor. Ama kitaplarımı birbirinden ayırmıyorum, hepsinde ortak bir bağ var. Çünkü hayatın arka bahçesine bakıyorum, görüneni değil, görünmeyeni yazmaya çalışıyorum. İdeolojik dogmalarım yok, kalıplarım yok, hazır ölçülerle bakmıyorum dünyaya. Benim için insani gerçeklik önemli.
Empatik bir sol kimliğin var diyebilir miyiz?
Tabii. Hiçbir zaman kalıplarla bakmadım dünyaya, insanı anlamaya çalıştım, insanın evrendeki yalnızlığım, yabancılaşmasını, çaresizliğini, sevgi arayışını... yazmaya çalıştım. Siyasi sloganların, ideolojik kalıpların ardında insanların inanılmaz bir biçimde birbirlerine benzediğini gördüm. Orada ortak duygular o kadar çok ki...
Kitaplarına çok güzel isimler buluyorsun, bu şair olmandan mı kaynaklanıyor?
Evet biraz ondan, 'Bir de okurlarıma ve sıradan insanlara sorarım, küçük bir kamuoyu araştırması yaparım. 'Kuaförde çalışan kadınlara sorarım, çaycıya; bakkala sorarım. Sıradan insanlar ideolojik kaygıları olmadığı için bazı şeyleri daha çıplak ve yalın kavrıyorlar.
Bir örnek verebilir misin?
Mesela "Saçlarının Kardeş Kokusu" olsun "Kırk Yılda Bir Gibisin" olsun onlarca kişiye sorulmuştur. Telefonlar açılmıştır. Diyarbakır'da bir okuruma, 15 yaşında bir insana, nasıl buldun bu ismi? demişimdir. Tamamdır, der mesela, o olur.
Gündelik hayat içinde bir yerden duyup da dönüştürüp kitabına isim olarak koyduğun bir şey var mı?
Hayat Bir Emrin Var Mı? öyle. Cihangir'de, Pürtelaş Sokağı'nda kaldığım yıllarda, hemen her gece olaylar, kavgalar çıkardı, polisler travestileri döverdi. Ben de orada çok acı çeker, ürkerdim, çünkü o hayat benim için çok yabancıydı. Orası tanımadığım bir dünyaydı, oradaki görüntülerden çok rahatsız olurdum, bu sokakta ne oluyor, anlamaya çalışırdım. Çünkü çok karmaşıktı ilişkiler... Bir gece polisler döverek sokağın bazı travestilerini götürdü. Saat gece üç, dört gibi. Pencereye çıktım ne oluyor diye baktım, uzun boylu, çok zayıf, uzun etek giymiş bir travesti kalın sesiyle: "Ahmet Abi, bir emrin var mı?" diye bağırdı. Yukardan, teras katından bir adam başını uzattı. Yok, yok, yukarıya gel, diye bağırdı. Ulan dedim, bu ne ya? Ahmet abi kim? Bu saatte ne emri olabilir? O andaki bilincim bunu algılayamayacak kadar yetersizdi. Hayatın kavranamazlığını, hayatın ele avuca gelmezliğini anladım ve Hayat Bir Emrin Var Mı? öyle çıktı.
Son bir şey soracağım, bugünlerde seni umutlandıran bir şey var mı?
Önce okurlarımdan gelen mektuplar. İstanbul ve Ankara'daki gencecik öğrencilerin çıkardığı felsefe dergileri. Felsefeye olan ilgi, okumaya olan ilgi beni çok etkiliyor. Etkinliklerimdeki canlılık, coşku beni çok umutlandırıyor.
Çok olumsuzluklar yaşanıyor. Bu ülkede yaşamak son derece zor, gerçekten, azap veriyor, kan gövdeyi götürüyor. Hiçbir şeyi sonuna kadar götüremiyoruz. Her şeyimiz yarım yamalak. Seçimlerin sonucunu gördük. Onca mücadeleden sonra her şeye yeniden başlamak gerekiyor. Demek ki yaptıklarımızda eksik olan bir şeyler vardı. Büyük bir tahammülsüzlük ve şiddet ortamı var. Birçok şair ve yazar arkadaşım şu an cezaevinde, bunlara dayanmak hakikaten kolay değil. Dostlarımla ilişkilerim ve yolculuklarım bana umut veriyor, ama çok az, hakikaten çok az. Aslında narkoz altındayız, eğer narkoz altında olmasak çıldırabilirdik.
*Adnan Özer ve Uğur Aktaş tarafından yapılan bu söyleşi E Dergisinin Mart 1999 tarihli sayısından alındı.
Etiketler:
Adnan Özer,
Cezmi Ersöz,
Uğur Aktaş
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder