Yazmak Bir Yanılsama - Güven Turan
Geçtiğimiz günlerde "Kış ikindisinin Evinde" adlı öykü kitabın yayınlandı. Kitapla ilgili sorulardan önce "Bir Düş Ülkesi Yok"la ilgili soracaklarım var. Bu öykü kitapta yer almıyor ama öteki öykülerle doğrudan bağlantılar taşıyor. Burada hemen dikkatimi çeken ilk gençlik günleri, umutsuzluklar, yalnızlıklar, karanlıklar. Bunların hepsi yaşandı mı? Bu öyküdeki kişi bunların hepsini yaşadı mı? Yoksa bir kısmını düşledi mi? Yani öyküdeki kişinin gerçekten öyküsü bu mu?
Öykünün öyküsü nedir gibi bir soru. Önceden aldığım kısa notlar vardı. Kadın -erkek ilişkisiyle ilgili bir öykünün hazırlık notlarıydı bunlar. Sonra askerdeyken bir dostun beklenmedik ölüm haberi geldi. Birkaç ay geçti. İstanbul'a döndükten sonra o parçaları biraraya getirirken bu öykü çıktı ortaya. Yaşanmış olaylar, onların izleri, düşler, kurgu birarada. Belki tümüyle gerçek, belki tümüyle yalan, bunu bilmek artık imkansız.
Öyküde, "Yazımanın benim için tek tanımı bu: Korku" "yazmak yalnızca bir aldanma" gibi tanımlar geçiyor. Ve bunlar bir mektupta anlatılıyor. Yazma sorunu bir yazım içinde irdeleniyor. Bu konuda neler söyleyeceksin?
Kitaptaki öykülerde de çoğu zaman yazma sorunu, yazma eylemi üzerine tanımlar, yaklaşımlar var. O öykü kişileri de yazı üzerine düşünüyorlar çünkü günlükler, mektuplar, notlar yazıyorlar. Ve bu yaptıklarım bir yazma eylemi gibi algılıyorlar, içlerinde yazar olarak görülenler de var. Yazmak onlar için kendilerini bir dışavurma biçimi, bu nedenle önemli. O korku tüneline gelince, çocukken o tünellerde duyduğumuz ürpermeye benziyor yazma çabası. Hem biçim olarak -çünkü öyle görüntülerin yansıdığı duvarlar var ve sonsuz çağrışımlar yaratıyor -hem aynı türde bir ürperme uyandırması nedeniyle. Ama sonunda bu korku, heyecan doyulmaz bir zevk de veriyor. Benim için yazmak sonu bilinen bir çaba değil, yazdığım hiçbir şeyin sonunu başından bilmiyorum. O tünele giriveriyorum birden, bazen çıktığım oluyor. Bir öykü yazılıyor. Çoğu zaman orada kalıyorum. Bu da yalnız beni ilgilendiren yaşantılara yol açıyor.
Daha açık bir soru sorayım öyleyse. Kurmaca (fiction) ile yaşam arasında sence nasıl bir ilişki var? Örneğin ben kurmacayı yaşadığım yaşamdan tümüyle ayırırım. İnsan otobiyografisini bile yazsa bu bir kurmacadır diye düşünürüm.
Yazarken gerçekliği yeni baştan kurguluyorsun. Benim için gerçekliğin acı verici birşey olduğunu söylemeliyim. Yazmak, bu sözü edilen, olmayan düş ülkesine ulaşmak için verilen umarsız çabadan başka birşey değil. Gılgamış'ın, ölümsüzlük çiçeğinin peşine düşmesi gibi bir şey. Bu nedenle yazmak bir yanılsama. Ama yazarken o gerçekliğin dışına çıkabilmek, onun sıradanlığını kırabilmek, kendine ait bir odaya sahip olmak şansı var. Bir kaçış gibi görünüyor ama günlük yaşamın akışında gözden kaçırılan pek çok dilimi yeniden algılamaya yolaçıyor. Bu yüzden acılar da sevinçler de daha derin yaşanıyor. Yaşama kazandığınız mesafe sizi uzak kıyılara atıyor. Sonra hayatın sıradanlığını yakalamak güçleşiyor.
Anladığım kadarıyla senin hep 1. tekil kişide yazılmış öykülerin bir "ben"i anlatımları oluyor. Senin değilse bile kurguladığın kişilerin ben öyküleri. Sanırım bu beni daha da açığa çıkarmak için kullanıyorsun günlük, mektup gibi metin içi metinleri.
Öykülerin hep 1. tekil kişi ağzından yazılmasının bir nedeni çoğu kez bir başkasına seslenerek yazılmış olmaları. Bir nedeni de o sözünü ettiğim yanılsamayı daha ileriye götürmemek için. Bu arada günlük ve mektubu bir edebi tür olarak düşünüyorum. Bir yazarın yazdığı herhangi bir mektuptan ya da sabah kahvaltılarını anlattığı günlüklerden söz etmiyorum. Bir edebiyat metni olarak kurgulanmış mektup ve günlüklerden söz ediyorum. Burada sıkça kullanılmasının nedeni ise çok açık. Öykülerdeki insanlar henüz ilk gençlik çağındalar. Bu dönemde hepimizin bir günlüğü vardır ya şiiri yazarız ya birtakım defterler tutarız. Yazdığımız mektupları çok ciddiye alırız. Ve bütün bunlarda duygusallık yoğundur. Ben de bu insanların gerçekliğini koruyabilmek için o duyarlığı saklamaya çalıştım. Çocuğukluğun yitirilmesini hâlâ kabul edemediğimi, o geçiş dönemini anlatıp durmaktan vazgeçemediğimi biliyorum.
Pathos gençliğin kendinden gelen birşey. Öykülerde o patetik hava var ama gençlikle birlikte olduğu için hiç rahatsız edici gelmiyor bana. Açıkçası o duyguların sahiciliğini arttırıyor. Neden daha çok ilk gençlik yılları?
En başta benimle doğrudan ilgili. Yazmaya başladığımda bir öyküyü baştan sona kurgulayıp bittiğine inandığım zaman 17 yaşındaydım sanıyorum. Zamanım çoktu, gelecek kaygım yoktu, herhangi bir işten kazandığım parayla yaşamımı sürdürebiliyordum. Yazmak, müzikle uğraşmak ve serserilik etmek istiyordum. Kitapta o günlerde yazılmaya başlanmış ve defalarca yeniden yazılarak biçim değiştirmiş, tümüyle başkalaşmış öyküler de var.. Beni çok etkileyen yaşlar olduğu için, dünyayı yeniden kurmaya kalkışacak kuşaklar olduğu için, çok büyük çelişkilere yol açan bir geçit olduğu için bu dönem odak oluşturdu diyebilirim. Çocukluk, dünyanın mitoslar çağı gibi birşey. Orada herşey mümkün. Oysa belli bir an geliyor, belli rastlantılar insanı o ülkeden koparıp uzaklara, dünyanın çorak toprağı üstüne atıyor. Bir de üstünde durduğum başka bir şey daha var. Genç insanların edebiyatı, sanatı bir uzmanlık alanıymışcasına kendilerinden çok uzakta gördüklerini farkediyorum. Ve bu kitabı en çok onların okumasını istiyorum. Okumanın belli insanlara özgü bir ayrıcalık olduğu yanılgısının terkedilmesi gerekiyor artık.
Gerek "Bir Düş Ülkesi Yok" da gerekse kitaptaki öykülerde hem ton (öyküleme tonu) hem renk ve dil bakımından bir bütünlük var. Aslında yer yer açıklandı bu bütünlüğün nedenleri ama biraz daha üstünde durmak istiyorum."
Kitapta biri üç bölümlük dört öykü var. Bu öykülerin üçü; "Kış İkindisinin Evinde", "Camkırıkları" ve "Dışarda Kötülük Vardı" birbiriyle doğrudan bağlantılı. Dil gerçi her öyküde, her öykü kişisinde onun gerçekliğine göre farklılaşıyor ama yine de dilsel bir bütünlük de var sanıyorum. Aslında şöyle demeli: "Kış İkindisinin Evinde", birbirinden ayrı dört öykünün bir araya getirilmesiyle oluşmuş bir öyküler toplamı değil. Birbirini bütünleyen, birbirini açıklayan dört öyküden oluşan bir kitap.
Ben dil derken, sıfatlarla zenginleşmiş, yoğun duygu yüklü sözcüklerle dolu şiirsel bir anlatımdan söz ediyorum.
Bir öykü dediğim zaman bunu bir kurgu, yapılmış bir şey, yazarın yalanlarından oluşan bir oyun olarak düşünüyorum. Okur önündeki metnin birisi tarafından kurgulandığını, bir oyun olduğunu bilip bu oyuna katılıp katılmamaya karar vermelidir. Bu oyunu kurmak kadar sürdürmek de bir yaşam biçimidir, bir alışkanlıktır, bir kendini vermedir. Sevişmeye benzer.
Şiirselliğe gelince, yazıda belli bir teknik yetkinlik önkoşuldur.
Örneğin müzikte sus işaretlerini, nota değerlerini, vurguları bilmeden hiçbir yorumcu önündeki partisyonu çalamaz. Onu çalabilmek için o dili bilmesi ilk aşamadır. Yazı her şeyden önce estetik bir şey. Önemli olan virgüllerin, noktaların, ayraçların, uzun, kısa cümlelerin, kopmuş sözcüklerin, dil sanatlarının yerli yerinde ve anlamlı olmasıdır. Okurdan da böyle bir uğraşı, dil anlamında bir yetkinliği bekliyorum ben. Biraz zaman ayırmakla ve önyargılarından sıyrılmakla herşeyi okuyabileceğine inanıyorum. Önemli olan bir kitabın ne anlattığı değil. Herkes bir öyküden, bir romandan kendine göre yeni bir anlam çıkarabiliyorsa bence asıl o zaman o sanat eseri gerçek anlamını bulur. Herkes benim anlattığımdan kendine göre başka bir öykü oluşturabiliyorsa, bu okuma bir kulaktan kulağa oyununa dönüşüyorsa yaptığım yerini buldu, diyebilirim. Fazla birşey istediğimi sanmıyorum, belli bir kurallar bütününü öğreneceğine hep "giriş-gelişme-sonuç" biçiminde tek fiilli cümlelerden oluşan kitapları okumayı yeğleyen okur hayatı boyunca o dilin dar dünyasına tutsak kalacaktır. Bir dili güzel kullanabilmek okumakla olur bence. Ve bir dili bütün söz sanatlarıyla, bütün oyunlarıyla, bilinçli kullanmak her alanda yaşamı zenginleştiren bir şeydir.
Senin müzikle de yakın ilişkin olduğunu biliyorum. Hem çalıyorsun hem de müzik üzerine yazıların belki edebiyat yazılarından daha çok yayınlanıyor. Bir de radyoda program yapıyorsun. Müzikle yazın arasında bir bağlantı var mı, müzik çalışmaların yazarlığını nasıl etkiliyor?
Müzik en başta bir yaşam biçimi olarak etkiliyor beni. Çalmak benim için vazgeçilmez bir zevk, asla iyi bir icracı olamasam da. Yalnızca bir zevk. Dinlemek de öyle. Beni alıp uzaklara götürebilen nadir şeylerden biri müzik. Sonsuz çağrışımlar sağlıyor, özellikle de caz.
Aklıma başka bir şey geliyor. Örneğin Hart Crane'in şiirlerinde caz ritmi geriden geriden hep duyulur. Senin yazılarında da zaman zaman kısa cümleler, uzun soluklu cümleler, parçalanmalar ve bir ana tema var. Yazdıklarında böyle bir caz kurgusundan söz edilebilir mi?
Bu biraz zorlama olabilir. Ama şimdi düşününce belli bir ana temanın ara ara yinelendiğini, geçmişe dönüşlerle, göndermelerle, çağrışımlarla o ana temanın çevresinde dolaşıldığını (buna doğaçlama dersek) düşününce böyle bir kurgu gerçekten de varmış gibi geliyor.
Kitapta dikkatimi çeken bir şey daha var. "Yolculuklar/Bazı Yaşam biçimleri" adıyla başlayan son bölümde listeler verilmiş. Kitaplar, filmler, şarkılar, resimler ve adresler... Bunlar tam olarak nedir?
Ben çok sevdiğim bir kitabı okuduğum zaman o kitabın dünyasını oluşturan başka kitapları, müzikleri, insanları, sokakları merak ederim. Bir nedeni bu. Bu listeler böyle göndermeler oluşturabilir. Herkes kendine yakın, kendi geçmişiyle, bugünüyle ilgili bir şeyler bulabilir. Ayrıca tıpkı yaşadığım mekânlar gibi dinlediğim müzikler, gördüğüm filmler içinden beni etkileyen, çok sevdiğim bazen göndermeler de yaptığım, yaşamımın çok önemli saydığım zamanlarında benimle birlikte olmuş şeylerin bir kısmını yazmak istedim. Çünkü onlarla birlikte yaşadım. Belki çok özel olmasa sevgililer, dostlar da buraya alınabilirdi. Son olarak şu da var, dünyayı güzelleştiren bazı şeyleri, bazı insanları anmak istedim.
Ben de sanatçının başka sanat yapıtlarıyla varolduğuna inanıyorum. Ayrıca yalnızca sevdiği değil, aynı zamanda sevmediği, tepki duyduğu, öfkelendiği sanat eserleriyle de varolduğunu düşünüyorum. Bir de bunlardan örnek verebilir misin?
Genel olarak söylemek gerekirse, bir şeyi anlatmak, bir mesaj vermek, bir amaca ulaşmak için edebiyatı kullanan insanlara kızıyorum. Anlatımı, duyguları, başkalarının büyük uğraşlarla kurdukları dünyaları basitleştiren yazarları da sevmiyorum. Bu basitliğin okur için bir kolaylık olduğuna da inanmıyorum. Daha önce de söyledim, insanlar "ben bu kitaptan, bu filmden, bu müzikten ne anlıyorum" saplantısından kurtulurlarsa herkes her sanat eserinden bir şey alır, bir yolculuğa başlayabilir.
* Paprica Dergisi dolayısıyla Kürşat Başar'ın aşk konulu görüşlerini okuyuncu aklıma birden Gösteri dergisinin Kasım 1988 tarihli sayısında yayınlanan Güven Turan tarafından yapılan söyleşi geldi. Bu söyleşi eski adanasanat.com'un arşivinde olduğu için meraklıların istifadesine sunmak istedik. Bu söyleşinin burada yayınlanmasına Kürşat Başar veya Güven Turan beyin bir itirazı varsa talep üzerine kaldırırız.