8 Ekim 2012 Pazartesi

Moonrise Kingdoom Filmi Üzerine – Yalçın Aydınlık(*)


 
Film bir evdeki iç mekân görüntüleriyle başlıyor. Merkezdeki bir kameranın kendi ekseni etrafında dönerek evin içindeki yaşamdan görüntü aldığı sahnelerde ev halkının ve özellikle bir çocuğun isteyebileceği her şeye sahip bir yaşantının içinden geçerek başlıyor. Kullanılan renkler, detaylar ve nesnelerin her biri için kurgulanmış özen daha ilk sahnelerden fark ediliyor ve bu ayrıntılardaki aşırı özen film boyunca hiç eksilmeden devam ediyor. Bu film için; şiir diliyle yazılmış masalsı bir roman tanımlaması yaparsam sanırım yine de eksik bir şeyler anlatmış olacağım.

ABD’deki New England adasındaki küçük bir kasabada geçen hikâyede o mutlu olunması gereken evdeki mutsuz 12 yaşındaki Suzy’nin adadaki izci kampından kaçan izci çocuk Sam’le ‘çimenlik alan’da buluşmalarıyla başlıyor. Çocuklar ne güzel ne yakışıklı ne de yeteneklidirler. Sadece kaçıp evlenmek isterler ve bu sıradanlıkları bize masalın sahici olabileceği duygusunu da uyandırır. Anderson gereksiz ayrıntıları atlayarak fakat küçücük bir boşluk bile bırakmaksızın bu iki genç çocuğun bir yıl öncesinden başlayan tanışma ve mektuplarla süre gelen planlarını yer yer sadece karşılıklı soru veya sadece birer cümlelik cevaplarla anlatır.

Çocukların planladıkları aslında sadece kaçışlarıydı. Ne sonrasını ne de geride bıraktıklarının hesabını yapmışlardır fakat bunu düşüncesiz ya da yetersizliklerinden değil buna hiç de gerek olmadığını bilerek yaptıklarını Anderson kafamıza vurarak anlatır film boyunca. Çocukların duygularıyla hareket ederken büyüklerin ‘zavallı’ dünyalarında öğretilmiş kurallarının ne denli sıkıcı ve aslında tuhaf olduğu gerçeğiyle yüzleşiyoruz film ilerledikçe.

Artarda olabildiğince sağlam ama bir o kadar naif kurgulanmış olaylar dizgesiyle film olabildiğince sürükleyici bir yapıya bürünmüş. Bağımsız sinemanın genellikle başvurmadığı bu teknikle izleyici hiç sıkılmadan bir çırpıda filmin sonuna kadar sürükleniyor. Filmdeki her çocuk karakter ne yaptığını ve istediğini bilen, karalı ve aktif bireylerken büyüklerin tamamının gündelik hayatta karşılaştığımız sıkıcı sorunlarıyla basit ve mutsuz insanlar olması da bilerek kurgulanmış izlenimini uyandırıyor. Örneğin izci kampımdaki kamp sorumlusu (Edward Norton) ağaç evin neden bu kadar yükseğe yapıldığı sorusunu çocuklar anlamaz. Çünkü çocuklar olabildiğince yükseğe yapmak istemişlerdir. O kadar. Sorumlu ise bir izci çocuğun oradan düşebilecek olma ihtimaline takılı kalmıştır. Filmin bütün teması ve omurgası aslında tam da burada gizlenmiştir. Yaşam çocuklarda olmasını istedikleri gibi gidebilecekken, büyükler onu kalıplarının içinde bozmuştur. Bunu anlatabilmenin en iyi yolunun da ‘aşk’ olduğu gerçeğinden yola çıkar Anderson ve her filminde neredeyse imzasıymış gibi kullandığı komediye kaçmayan espri öğeleriyle ele alarak yapar bunu. Çocuklar büyüklere göre çocuktur ve ‘aşk’tan da anlamazlar elbette. Aslında konulmuş hiçbir kuralı anlamaya bile çalışmayan çocuklar belki de aşkı en yalın haliyle yaşayabilecek olanlardı.

Filmin tamamı masalsı bir geçmiş zamanda geçerken kullanılan sarı filtreleme sadece tek bir karakter üzerinde uygulanmaz, o da masal anlatıcısı dededir. Filmdeki hiçbir karakterin görmediği, belki orada bile olmayan anlatıcı dede film bize kendi masalını anlatırken o da aslında görmediğimizi düşündüğü gerçek hikâyenin arkasını anlatır bize. Üzerine giydiği komik! sayılabilecek kırmızı yağmurluğu ve gençlere özgü tuhaf eldivenleriyle sanki günümüze ait yaşlı bir çocuktur. Sarı filtreyle eskitilmeyen ve orada yaşayan şimdiki zamandır.

Bazı ressamların tuvallerinde kullandıkları izleyeni olayın ve mekânın içine dâhil ettikleri bir tekniği de kullanır Anderson. Örneğin Picasso’nun Goya’nın “Kurşuna Dizilenler” adlı tablosuna bir yorum olarak yaptığı “Madrid’te 3 Mayıs 1808” tablosunda kurşuna dizilenler arasındaki bir kadın gerçekleşecek olayın belki de sadece bir iki saniye öncesinde dönüp izleyiciye yani ‘bize’ bakması “Artık biliyorsunuz, siz de buradasınız ve bundan sorumsunuz” demektedir. Filmlerde genellikle kamera yokmuş gibi oynar karakterler fakat bu filmdeki son karede hiçbir şey anlatmaksızın kız dönüp ‘bize’ bakar. Taa gözümüzün içine. Artık biliyoruz ve biz de sorumluyuzdur.

Aslında son bir şeyi itiraf ederek bitirmek istiyorum. Filmi izlerken böyle bir yazı yazmam gerektiği için o gözle başladığım filme kendimi kaptırdığımı ve ‘boş verin eleştiriyi’ deyip bu yazıyı daha o zaman yazmaktan vazgeçtiğimi ve sonra film bittikten sonra bende bıraktıklarının çokluğuyla bunları yazabildiğimi. Bazı şeyleri açıklamak ve konuşmak gerekmez aslında sadece yaşayıp tadını çıkarmak yeterlidir. Bu film, işte bu bazı şeylerden biri. İyi seyirler.

* 5 Ekim 2012 Cuma akşamı toplanıp Wes Anderson'un Moonrise Kingdom filmini izledik. Yalçın Aydınlık filmle ilgili değerlendirmelerini bizim için kaleme aldı.