Film bir
evdeki iç mekân görüntüleriyle başlıyor. Merkezdeki bir kameranın kendi ekseni etrafında dönerek evin
içindeki yaşamdan görüntü aldığı sahnelerde ev halkının ve özellikle bir çocuğun
isteyebileceği her şeye sahip bir yaşantının içinden geçerek başlıyor.
Kullanılan renkler, detaylar ve nesnelerin her biri için kurgulanmış özen daha
ilk sahnelerden fark ediliyor ve bu ayrıntılardaki aşırı özen film boyunca hiç
eksilmeden devam ediyor. Bu film için; şiir diliyle
yazılmış masalsı bir roman tanımlaması yaparsam sanırım yine de eksik bir
şeyler anlatmış olacağım.
ABD’deki New England adasındaki
küçük bir kasabada geçen hikâyede o mutlu olunması gereken evdeki mutsuz 12
yaşındaki Suzy’nin adadaki izci kampından kaçan izci çocuk Sam’le ‘çimenlik
alan’da buluşmalarıyla başlıyor. Çocuklar ne güzel ne yakışıklı ne de
yeteneklidirler. Sadece kaçıp evlenmek isterler ve bu sıradanlıkları bize
masalın sahici olabileceği duygusunu da uyandırır. Anderson gereksiz
ayrıntıları atlayarak fakat küçücük bir boşluk bile bırakmaksızın bu iki genç
çocuğun bir yıl öncesinden başlayan tanışma ve mektuplarla süre gelen
planlarını yer yer sadece karşılıklı soru veya sadece birer cümlelik cevaplarla
anlatır.
Çocukların planladıkları aslında
sadece kaçışlarıydı. Ne sonrasını ne de geride bıraktıklarının hesabını
yapmışlardır fakat bunu düşüncesiz ya da yetersizliklerinden değil buna hiç de
gerek olmadığını bilerek yaptıklarını Anderson kafamıza vurarak anlatır film
boyunca. Çocukların duygularıyla hareket ederken büyüklerin ‘zavallı’
dünyalarında öğretilmiş kurallarının ne denli sıkıcı ve aslında tuhaf olduğu
gerçeğiyle yüzleşiyoruz film ilerledikçe.
Artarda olabildiğince sağlam ama
bir o kadar naif kurgulanmış olaylar dizgesiyle film olabildiğince sürükleyici
bir yapıya bürünmüş. Bağımsız sinemanın genellikle başvurmadığı bu teknikle
izleyici hiç sıkılmadan bir çırpıda filmin sonuna kadar sürükleniyor. Filmdeki
her çocuk karakter ne yaptığını ve istediğini bilen, karalı ve aktif
bireylerken büyüklerin tamamının gündelik hayatta karşılaştığımız sıkıcı
sorunlarıyla basit ve mutsuz insanlar olması da bilerek kurgulanmış izlenimini
uyandırıyor. Örneğin izci kampımdaki kamp sorumlusu (Edward Norton) ağaç evin
neden bu kadar yükseğe yapıldığı sorusunu çocuklar anlamaz. Çünkü çocuklar
olabildiğince yükseğe yapmak istemişlerdir. O kadar. Sorumlu ise bir izci
çocuğun oradan düşebilecek olma ihtimaline takılı kalmıştır. Filmin bütün
teması ve omurgası aslında tam da burada gizlenmiştir. Yaşam çocuklarda
olmasını istedikleri gibi gidebilecekken, büyükler onu kalıplarının içinde
bozmuştur. Bunu anlatabilmenin en iyi yolunun da ‘aşk’ olduğu gerçeğinden yola
çıkar Anderson ve her filminde neredeyse imzasıymış gibi kullandığı komediye
kaçmayan espri öğeleriyle ele alarak yapar bunu. Çocuklar büyüklere göre
çocuktur ve ‘aşk’tan da anlamazlar elbette. Aslında konulmuş hiçbir kuralı
anlamaya bile çalışmayan çocuklar belki de aşkı en yalın haliyle yaşayabilecek
olanlardı.
Filmin tamamı masalsı bir geçmiş zamanda geçerken kullanılan sarı filtreleme sadece tek bir karakter üzerinde uygulanmaz, o da masal anlatıcısı dededir. Filmdeki hiçbir karakterin görmediği, belki orada bile olmayan anlatıcı dede film bize kendi masalını anlatırken o da aslında görmediğimizi düşündüğü gerçek hikâyenin arkasını anlatır bize. Üzerine giydiği komik! sayılabilecek kırmızı yağmurluğu ve gençlere özgü tuhaf eldivenleriyle sanki günümüze ait yaşlı bir çocuktur. Sarı filtreyle eskitilmeyen ve orada yaşayan şimdiki zamandır.
Bazı ressamların tuvallerinde
kullandıkları izleyeni olayın ve mekânın içine dâhil ettikleri bir tekniği de
kullanır Anderson. Örneğin Picasso’nun Goya’nın “Kurşuna Dizilenler” adlı
tablosuna bir yorum olarak yaptığı “Madrid’te 3 Mayıs 1808” tablosunda kurşuna
dizilenler arasındaki bir kadın gerçekleşecek olayın belki de sadece bir iki
saniye öncesinde dönüp izleyiciye yani ‘bize’ bakması “Artık biliyorsunuz, siz
de buradasınız ve bundan sorumsunuz” demektedir. Filmlerde genellikle kamera
yokmuş gibi oynar karakterler fakat bu filmdeki son karede hiçbir şey
anlatmaksızın kız dönüp ‘bize’ bakar. Taa gözümüzün içine. Artık biliyoruz ve
biz de sorumluyuzdur.
Aslında son bir şeyi itiraf ederek
bitirmek istiyorum. Filmi izlerken böyle bir yazı yazmam gerektiği için o gözle
başladığım filme kendimi kaptırdığımı ve ‘boş verin eleştiriyi’ deyip bu yazıyı
daha o zaman yazmaktan vazgeçtiğimi ve sonra film bittikten sonra bende
bıraktıklarının çokluğuyla bunları yazabildiğimi. Bazı şeyleri açıklamak ve
konuşmak gerekmez aslında sadece yaşayıp tadını çıkarmak yeterlidir. Bu film,
işte bu bazı şeylerden biri. İyi seyirler.
* 5 Ekim 2012 Cuma akşamı toplanıp Wes Anderson'un Moonrise Kingdom filmini izledik. Yalçın Aydınlık filmle ilgili değerlendirmelerini bizim için kaleme aldı.