7 Temmuz 2010 Çarşamba

Bozkır Esintisinin Dediğidir: Kılıç İpekte Sınanır- Hilmi Haşal(*)

Tarih, Hayal ükesinin Keşfi ile başlayacaktı belki... Öyle gösteriyordu gün doruğu. Öyle gösteriyordu korlu güneş günleri, dolunay geceleri... Mevsimler belleğimizdeki sim zincirlemesiydi. Zincirin halkalarıysa sancılı elbet! Şiirin doğu-güney hattının havzalarını arşınlayan dil, şaşkınlıkla bezeli kelimelerden örülü bir yarım dairede, yay olup katılıyordu divanımıza ve “melankolik bir kâşif” macerasını, sihirli lambasından akıtıyordu. Okuma bahtımıza sayacağımız dizeler, gönül denizimizi  köpürtüyordu. Kıblenin, Poyrazın, Lodosun diliydi gerçekte işleyen; Yıldızkarayeli  ve Keşişlemeyi düşündüren... Çünkü, notu düşülüp noktası konmuştu, Söyle Gölgen de Gitsin dendiği an. Söz namludan çıkarcasına çıkmıştı. Öyleyse; kara kıtaları da deryaları da 'kıraat' etmeye kalkışmalı insan, diye düşünmekte beis aranmazdı. Ömrünün yetmeyeceğini bile bile kalkışmalı. Zira, gezgine bezginlik yakışmazdı. Hele kitap üzerinde kat edilen yollarda şikâyet, hiç mi hiç yararlı olmaz. Hayatı kutsayan tavrın namı ve şanı için; Kılıç İpekte Sınanır ** diye. Ön Asya’dan gerisingeriye, güneşin daha erken doğduğu Orta Asya’ya değin. Kısacık ömrün kısacık yolculuğunu şiirle öğrenip özümsemek adına.

Kelâmın Asya meşreplisi ile damıtılmış, gizemli zamanları sezdiren söylemdir ürpertici gelen, Hayal Ülkesinin Keşfi’nde. Bunca dünya densizliğine, hamlığına amenna çekip kendine kapanan insanoğlu,  zorba zamanın efendisi olamayıp yenilecekti sonunda. Yenildi. Yenilgiyi ise ancak çıplak ve içten şiir dile getirirdi; “Ah Barbar Kalbim” serzenişiyle ve ciddiyetiyle :

Yoo, hissemi isterim. Hakkımı yersen kaderime küserim. Entelektüel geçmişimin üzerine sünger çekerim. İntiharların en aşağılığını denerim. Divitle karnımı deşerim. Çakıltaşlarıyla bileklerimi keserim. Baktım olmuyor alışkanlıklarımı ve arkadaşlarımı değiştiririm” (s. 206.)

Anlaşma aracı sayılan söz, hâlâ sırından çıkamamıştır, şiir açısından. Ölümden önceki haz şöleni veya sonsuz hicrandır, hayattaki kullanımına göre. O bağlamda şiir, söz'ün işkence külhanından alınmış hali sayılabilir. Bilgiyse, körüğün önündeki közden kaldırılıp örsün üzerine, çekicin biçim veren 'şefkatine' uğramış us... Bu, tavdaki duyuş ve düşünüşün örtüştüğü nokta, şiir odağıdır; ki yazanla
okuyanı buluşturur en sonunda. Söylemin kıvam tuttuğu nokta... Yaşamla ölümün kozlarını paylaştığı; “Öl Dedim Hüseyin’in S Harfine”deki algı havzasında; “Cehenneme kar yağıyordu (...) Ter içinde uyandığımda ibibikler ötüyordu/dünyada yine sabah oluyordu” (.s. 167) dizelerindedir.

Doğuyu, 'step'i ve sonsuzluğunu, Rusça’daki durağan haliyle almış,  ‘S’sini Hüseyin’in “S”siyle örtüştürmüş. Terli atlasın yüzünde şiire dönüştürülen o sesten öğrenilecekti, Hayal Ülkesinin Keşfi. Bir hayal-hayat ki, Türklerin yurtsuzluktan (göçebelikten) yurda, yerleşikliğe geçişini taşımıştır
sağrısında. Zaman ve mekân kavramlarının coğrafyasını keşiften gelen, tarihi 'şimdi' kılmaya yeltenen Şaman; günümüz şiirinde müstesna yer edinmiş gezgin diliyle. Tarihi, tozlu zaman katmanlarına girip silkelemekle talihe dönüştürmüş “Siu” Hüseyin : şiire...

Hüseyin Ferhad' ın şiiri üzerine konuşmak (yazmak da tabi) çetin ama zevkli bir iştir. Yorar insanı. Çünkü Asya'nın kitabı üzerine yumulmuş, “şüpheler bilgesi” - şair, yaşamı yılanların refleksiyle tespit ediyor. Duyumsanan An'ı, ani, keskin hamlelerden damıtıp kutsamaya kalkışmış bedeviyi  orumlamak, kolay olur mu hiç? Olmaz. Çin Seddi’nden Akdeniz’e uğramadığı koy, sırt, bayır, bozkır, yayla yok gibi (Bu satırların yazarı, emekliliği çoktan gelip geçmiş profesyonel harita emekçisi bile, Asya’nın fiziki ve siyasi atlasına bakmadan cesaret edemiyor, Hüseyin Ferhad’ın divanında zikredilen yerleri gözünde canlandırmaya.) Hangi sözcük varır, Nil’i, Munzur’u, İli’yi, Fırat'ı, Dicle'yi, Zap'ı uslandıran tanrının huzuruna? Hangi devinim coşturur o totem tanığı, zamanı da ırmakları da akıtmış, akıtırken dinlemiş stepliyi? Asya rüzgârı, aşk ve şevk ezgileriyle toprağı emzirirken, insanlığa yazgı olmuş suları, bir şamandan başka kim anlatabilir?

Şair sılasız kişidir. Yeri yurdu belirsiz, dahası, yeri yurdu, imge dilini emanet ettiği dünyası, en büyük gurbettir. Bu gezegende şairin adresi tek : tarifsiz yalnızlığıdır. Esini de, perisi de, meleği de, şeytanı da oradadır; doğada, naçiz bedenindeki 'ins' katında. Hüseyin Ferhad'ın şiirini okuyan, önce gizemli bir 'yok' kişilikle tanışacaktır. Soyut bir kimlik; kavmi/kabilesi, dünyaya, insanlığa doğudan katılmış, hayali bir  göç kişisiyle... (Hangimiz göçmen değil ki diyesi geliyor insanın.) Atalarını, toprağını arayan şiir kişisinin sesine kulak verince:

Eğildim kulağımı dayadım yere
toprağı dinledim: Nal sesleri açık seçik duyuluyordu
atalarım beni ziyarete geliyordu
ruhları tekrar ete ve kemiğe bürünüyordu”  (s. 191)

İzlek; gözlemden söyleme geçişi, yani yaşanmışlığı taşıyor. Araştırılmış tarih sayfalarına dayandırılıyor. Bir ömür sürecek merak yolculuğunun tek kılavuzu şiirin ta özüdür. Olaylar ya vardır ya da yoktur, tartışılamaz. Belirsizliğe dair sorular şiirin kurgu gücünü gösterir. Söz konusu 'öz'e yürek verip, kulak verip, heves ve gönül düşürürse fanatik şiir okur, ancak erişebilir kelimenin ipucu kaynağına. Yaşamanın içerdiği şiddete, zamanın kanlı kılıcına. Ki orada, mistik değerler çeşnisi yuva tutmuştur, imgenin dolaştığı, döne-dolaşa vardığı bozkırlarda. Hüseyin Ferhad şiirinin lirizm rüzgârının doğduğu 'step'te... Günümüze dek gelen şaman ruhunun gizlendiği stepte.

Asya eteklerinden itibaren akan zaman ve kanlı nehirler eksik değil, metafor uzamında. Hüseyin Ferhad'ın kurgu katmanını oluştururken geçtiği 'İpek Yolu' öylesine zengindir ki, doğu masallarını şiirleştirdiğini düşündürür ilkin. Kısmen doğrudur bu. Dilin sürüklendiği muamma gayyasına değin, çölleri, bozkırları, kımızını ve şarabını, fırtınasını kayıran, ırmakları mahzun okyanusa döktüren imgeler hep ön plandadır. Bozkırda, “yeniden doğmanın diğer adıdır ölüm”. İşte o inançla "Kurt Şöleni" mevsimlerini yakalamıştır düşlem objektifiyle :

“Süt isterim Azrail’den, zehir verir.
Süt gibi dağılır memelerime zehir.
Zehir beni öldürmez,
zira step kurtları zehirle beslenir” (s. 244)

Cinlerle, perilerle dansının adını koyamaz hiç kimse. Dilin mistik kavramlarla coştuğunu, uçtuğunu (haşhaşa uğradığını) da yadsıyamaz... Dizelerdeki müziği, step ılımanlığını algılamak adeta mucizedir okuyana. Muştudur. Çünkü sonsuzluk, hâlâ meçhuldür okuma yolculuğunu sürdürene : Zaman sadece stepe ait değil, iksiri şimdi'ye, bura'ya değmektedir şiir sayesinde.

Günümüzden yirmi küsur yıl geriye gidildiğinde, şiirimizin şimdiki ilginç imzalarının ya tomurcuklandığı ya da filizlendiği evreye varılacaktır. Ülke gündemine çöreklenmiş siyasal terör ve karmaşa dönemine. Ki orda, silahların ve işkencenin bezirgânlığı altında inlemektedir ülke gündemi... Şiir ile hayatın direncine katkıda bulunan gençlerdi, söz konusu evrenin siluetleri. İki elin parmakları kadardırlar sayıca. Bugün, Türk şiirinin değerli imzalarından sayılan kişilerin yer aldığı ve o dönem kümelenmesinde poetik tavrını - sesini belirginleştirip olgunlaştırmışlardan birisi de Hüseyin Ferhad’dır kuşkusuz. Vurgulamakta yarar var, bu bağlamda daha sonra söylenecekleri perçinlemek adına.

Edebiyat tarihi ve sosyolojisi bakımından öyle ilginç kültürel birikim sınavıymış ki, şiirimizin 80’li yılları
bugün bile meyvelerini vermektedir. Yaşanan hengâmede, estetik - politik bilincini aşılamış fidanlar, şiirin, sanatın şövalyesi sayılmaz mı? Hayatın dar sokaklarından, çıkmazlardan, izbe bodrum kat odalarından 'kent  olma' sancısını yaşata/yaşaya rüştüne yürümüştür başkent. Kaos; bireyin ve toplumun, karbon gazı yokluk ve terörle süregelen ölüm korkusudur. Söz konusu korku
zehirlenmesiyle yaratılan, uyuklatma, uyutma provalarına tepki biçiminde, panzehir oluştururken zenginleşmiştir şiir. İşte, acıyla hayatın ikiz kardeş bellendiği yıllar sonrasında, şiirin nabzını hiç bırakmayanlardandır, Kılıç İpekte Sınanır diyen, 'eski yol' ve 'eski zaman' meddahı; “Güneş İşaret
Parmağımın Ardından Doğar” iddiasında ısrarlı şair. Şiiriyle tarihin çile kapılarını aralayıp aşarken, tetikte kalmış ve çokça susmuş mistik Avrasyalı.

Hüseyin Ferhad'ın yanlarında/aralarında bulunduğu ve o dönemin genç şairleri olarak anılması
gereken isimleri burada saymıyorum. Şiirimizin yakın tarihi onlarsız düşünülemez. Sıralamada haksızlık etmemek için 'sayıya' vurmamak elzemdir. Her biri çok sevdiğim, kuşkusuz Türkiye'deki şiir tutkunlarının da sevdiğine inandığım isimler.)

Kılıç İpekte Sınanır dolayısıyla düşünürken, küçük bir ayrıntı pasajına alayım istedim; Hüseyin Ferhad'ın Ankara'dan Çukurova'ya, poetik pişme hazinesini (şiirsel azık heybesini, ya da tasarım sepetini) doldurmuş olarak indiğini... Yıllardır Adana'da; Kilikia’nın (Çukurova) ortasında, deyim yerindeyse “Cennet nehirleri”i, Saros (Seyhan) ile Pyramos (Ceyhan) sularının cömertliğini emen topraklarda,  suskunlukla peteğini dinlendiriyor sanılır. Hayır, ‘kavara’ değil, kapalı, gizemli yalnızlık otağında boş değildir peteği. Yıllara üretkenlikle direnmiştir. Ama şaşaasız, şatafatsız... Şiiri seçtikten gayrı, bütün öteki yaşamsal gereksinmelerini Hayal Ülkesinin Keşfi’ne ve Hazer İçin Birkaç Sarı Gül dermeye ve;

“Belki de zehir
mine’l aşk’ta değil
alınmadan gidilen
memnu bir hevestedir” (s. 283)

inancına göre uyarlamış sanki. Söylemekte beis görülmez umarım : Şiiri gibi yaşamı da 'merak' kışkırtıcı sayılır. Bir dönemden beriye gölge düşürebilmiş, şiiriyle mağrur,  gizli gezgin, gerektiğinde; "Artık Gelmem Otağınıza" diyebilmekle... Tarihin haksızlığına karşı! (Başkent Otağını hangi gerekçeyle terk etti, kendisinin açacağı bir soru(n)dur kuşkusuz.)

Uzak Asya’yı olduğu kadar, Toroslar’ın güneyini, Çukurova’yı anlamakla eşdeğerdedir Hüseyin Ferhad'ın şiirini anlamak. Belki de bütün 'kent' adıllı yerleri bırakmayı zorunlu kılmakta, şiire ulaşmak, kimbilir? O meyanda; doğulan, hayatla cebelleşilen, yara alınan ve ölünecek tüm yer'leri  benimsenmektedir elbette. Hayalindeki, 'sınır tanımaz' kişiliğe bürünüp baktığı coğrafya; "düştüm yine dikenli yollara" dedikten sonraki Hüseyin Ferhad’la hasbıhal için Kılıç İpekte Sınanır vesiledir. Şiirin de şairin de çağrışım pınarı tükenmez hasbıhallerle... Bu yüzden, huzur ve minnetle sürdürüyorum sokulmayı Hazer İçin Birkaç Sarı Gül’e.

Yolculuğu yolculuğumuzdur, dizelerin arasına süreceğimiz algı meleğimizle yoldaşlık ederiz. Hüseyin Ferhad'ın lirikası, mistik öğeler ağırlıklı. Şiir dili de coğrafyadan ve tarihten sızan buğuyla beslenmiş adeta... Işığa açık, haliyle; Türkmen, Özbek, Acem, Azeri, Arap vb. kaynaklı sözcükleri dizelerde
harmanlayıp, çarpıcı biçimde anlatıyı doyuruyor. Öylece hem Asya hikâyesini daha destansı söylemle tatlandırıyor, hem de kurgu, tarihsel yolculuk, ilginç kılınıyor okur nezdinde. Manas Destanı ile Oğuz Kağan Destanı ve Dede Korkut Hikâyeleri’ni örtüştüren  nakış kıvamı, kıl çadır
sıcağındaki biçemle, içerikle modernliğe uyarlanıyor.

Zaman tünelinde yolculuk ederken, yer yer bugünden uzak düşmüyor mu peki şairin
kurgusu, 'öteki'nin, şiir kişisinin silueti?

Dolaştığı toprakların enlemi-boylamı birbirine dolaşmıyor mu, bunca zaman kesişmelerinde?

Israrla ve titizlikle gittiği güneş istikameti, batıya sırtını, kuzeye sol omzunu dönmüş
gibi duran ret tavrı sayılmaz mı?

Asya'cılık; Türkistan'dan Ortadoğu ve Arap Yarımadasına uzanarak da ‘ilk kelâm’dan izleği
kapsayan tarihsellik ve bölgesellik, örneğin :

Turan fikri gözlerimi kamaştırır
ne tarafa gideyim söyle
Arabistan ki arz dairemin haricindedir
kime secde edeyim, söyle     (s. 256)

kavim ve ırk gözetme 'suçlamasıyla' karşı karşıya bırakmaz mı şairi?

Ferhad’ın dizeleri kuşkusuz estetik renk, ritmik tını ve bütündeki yeri ile zenginlik  katıyor bütüne. Tepki seziliyor; “Artık Gelmem Otağınıza”da yuvalanmış kıta’larda. Edebiyatta, özellikle şiirde önemli bir risk değil mi Bozkurt topraklarında bunca hayali/havai seyyahlık? Otağ ve step, kımız ve kılıç ve dişi kurt?

Hüseyin Ferhad'ın bütün şiirlerini okumadan önyargıda bulunacakları ayrı tutup, yukarıdaki sorulara sağduyu ile “evet” yanıtını verecek kişi çıkacağını sanmam. Şiirin yaşamsal kaynağını, özeğini, mayasını, suyunu, doğuş yolunu/güzergâhını, ilkesini,  yöntemini ve çilesini kavramış okur, anlayacaktır bu tümcedeki kaygıyı. Ayrıca, Kitap- lık dergisinin, 41. (Mayıs-Haziran 2000) sayısında yer alan, Birhan Keskin'in şairle yaptığı söyleşideki yanıtlar çok şey söylüyor bu konuda. Tadımlık babından şu kadarını alıntılamak isterim : "Şiir metafordur. Eğretileme, 'yerine koyma'. Bir işaret, bir çağrışımlar yumağı oluşturma. Nesne ve kavramlara başka anlamlar, tanımlar yükleme. Olayları, doğayı, insanları ve hedef kitleyi, 'tinsel evren' denilen kurmaca bir dünyada, atmosferde yaratma edimi. Çeşitli sözcüklerin anlam özelliklerini bir sözcükte birleştirme, o sözcüğün yerine kullanma sanatı, bir söz sanatı." Söz'ün şiir kılınması üzerine bu çok kesin/keskin görüşlere katılıp katılmamak ayrı ama düşünmekte yarar var. O nedenle, söyleşinin okunmasını salık vermemek haksızlık olur, Kılıç İpekte Sınanır'ı ve şairini daha yakından tanımak isteyeceklere.

Şiirin lirik ırmağına bir kez tin değdirmiş okur özümseyecektir;

"Dilan ki dişi bir papağan
gibi kusursuz taklit eder Munzur lisanını,
ne zaman rüyasına yatsam
kalbime doğrultur silahını.
Yıldızlarımız küs kalsın, ko
aşk cinleri öcünü alsın"  (s. 264)

dizelerini. Öyle ya,  şairin zaman gezginliğine sual olunur mu hiç? Hayat sürdükçe gezginlik bitmez... Şiir, çölün ve suyun anlamını kavramıştır bir kez. Dünya ile paylaşılan böylesi zaman tüneli, imgelerin hazzıyla da okuyanı hoşnut edecektir nasılsa.

Atalarının ayak izlerini  şiirsel dille bugüne taşındığını görmemek, algılamamak olur mu? Coğrafyanın ve tarihin giz-ağı altından çıkar(t)ılma madendir imge. Dilin gayretinden doğan eylem-edim-edinim... Ki güncelliğe değinen, dokunan/dokunduran izlekler az değil Ferhad’ın şiirinde. Gelinen zamanın akla ziyan değersizlikleri, hayata meze edilen, hayatı salaş dünyaya hapseden, kir ve çirkefe (dejenerasyon figürüne) dönüştürülen manzumesi görmezden gelinemiyor. Tarihin töre ve şiddet saltanatı ortamında bile, insancıl öğeler; aşk, tutku, sadakat,  ihanet, adalet, toplumun ve bireyin tutarlılık katıdır, yaşamla özdeştir. Çağımızda, yeni 'milenium' eşiğinde, bilgilenmenin, ünlenmenin (popülizmin) tozu  dumanı arasında, atalarının nal seslerini ezgiye dönüştüren şaman şair 'meraklı, minnettar' okurun muhatabıdır. Ortak lehçeyle dersek; 'rafine', 'süzme', 'saf' şiirdir, bu minvalde paylaşılacak.

Hazer İçin Birkaç Sarı Gül, Hüseyin Ferhad şiirinin biraz daha güneybatı istikametine dayandığının
ipuçlarını veriyor. Asya’nın ayak ucuna, yeniden Akdeniz'e yakın bölgeye. “Meydan Okumanın Tarihi”ne vardırıyorken sözü :

Geçtik kağşamış asma köprülerden
muhkem ve mutena köle pazarlarından
o rehin hayattan
kalbimiz ümide ve adalete teşne
Bir tarafta biz, bir tarafta Azrail
Ulan-Bator, İli, Zerafşan, Erdebil...”  (s. 315)

Şiirinin özgünlük huzmeleri, sözün benzersiz ses ve ritim adımlarıyla steplerden şehirlere ulanan yolun güzergâhıdır. Salt o değil, şiir kişisinin bireysel kıskaçları, teknolojik - ekolojik – sosyolojik kısa devreleri, kazaları, toplumsal potanın dışında bırakılmıyor. Şiirin bütününe yansıyan, Şamanca
direnç tutamaklarıdır. Öğrenmeye değer. O nedenle, tanrı, yer ile gök arasındaki bireye algı dünyası kadar görünür. Yokluk da varlık da doğadan mucizevi güç ve nektar alır, ve hayata  sunar. Bu öyle mucizevi bir alışveriştir ki ancak sözde/sözle kutsallığının anlamını 'teyit' eder, bulur. İşte şiirin fışkırdığı kaynak, diyebilir miyiz? Deriz, gönül rahatlığıyla.

Hüseyin Ferhad, Gök Tanrı'nın (dirimin) kozmik varlığını şiir ödülünde görüyor ki, Erlik Han’ın (ölümün) tecelli etmeden evvel doğayı musibetleriyle cezalandırdığını, destanlardan naklediyor. Şiirin evrenselliği, doğaüstülüğü soyutluğun, o tuhaf kozmosu, yaratmanın/yansıtmanın oluşuyla gerçekleşir yapıtta. Yeniden yaratmayla, ortak 'insan' diline dönüşür. Düşüncesi bile şiirin görkemini işaret eder. Bu da zamanın tümüyle şiire ait olacağını, öyle tasarımladığını onaylar. İnternet zamanında, antik, arkaik, otantik, kılcal ayrıntılarla damıtılmış, şiirsel söylemi açımlamaya yarar bir
de... Pekiştirilmiş söz yerine/gediğine oturduysa hoş sözdür, şaman şair indinde.  Şaman ki, yalnızlık (tanrısallık) hallerini ve düşlemlerini ustalıkla gizlemesini bilendir. Sonuçta, an’ı özümsemeyi başaran ve öznelliğiyle kendinde olan/kalan kendidir. Mezopotamyalı, Hattuşaşlı, Likyalı, Frigyalı, Persli, Iraklı, İranlı, Suriyeli; tarih dolu bellekle, Binbir Gece Masalları (Elf Leyle ve Leyle) aracılığıyla insanlığa armağan edilmiş pek çok yerleşimi, ve de İpek Yolu güzergâhındaki toprakları dolaşıyor Hüseyin Ferhad’ın şiir kahramanı.

Kılıç İpekte Sınanır buraya dek anlaşılmaya/yorumlanmaya çalışılan kimliğin yapıtıdır; Toplu Şiirler, kapağı altında... Ne var ki Hazer İçin Birkaç Sarı Gül ilk kez yayımlanan bir kitap. Hacmiyle ve içeriğiyle Toplu Şiirler havuzuna katılmış. Bütünlük itibariyle tamam, iğreti değil... Ama keşke ayrı bir kitap olarak çıksaydı önce, ve 'müstakil' bir varlık - betik şeklinde göz kırpsaydı, Hazer'den bu yana. Şiir dünyasına... Elbette, bu sitemimi saklı tutarak okudum Hazer İçin Birkaç Sarı Gül'ü. Belki tematik bir kitap olması, belki işinin ehli bir yayınevinden çıkması uğruna, belki de (toplu ya da tek) şiir kitaplarının  pek talep görmediği gerçeğinden hareketle kenetlendirildi, Toplu Şiirler cildine. Olsun! Asl’olan müellifin tercihidir. Naçizane, ‘müzmin şiir okuru’ olarak yorumumu yazıya ekleyeyim dedim. Zira bu saklı sitemi sözlü olarak iletmiş bulunuyorum Hüseyin Ferhad'a. Yani şairin malumudur meramım...

Tarihten indirme (indirgeme) ve tarihe, destanlara gönderme, kaynaktan yararlanma ustalığı, Hüseyin Ferhad şiirinin başat özelliğidir dense yanlış olmaz Sadece "Dişi Totemler, I-IX" okumak bile yeter, bu soruyu olumlu yanıtlamaya. Bütün duygusal ve düşünsel hallerin, estetik, sanatsal öğelerle, yani ritim ve ses değerleriyle ifade edildiğine kanıttır lirizmi.

Eyvanda ay aydınlığında
yârim Kur’an okurdu
Ebu Cehl’i benimle eşler
kalbime mim parmağıyla dokunurdu
Eyvanda ay aydınlığında
yârim işveyle soyunurdu
iki bacağının arasında
gri kelebekler uçuşurdu
Eyvanda ay aydınlığında
yârim çıplak uyurdu
Umay’a nispet yaptığını düşünür
avunurdu(s. 267)

Okur, Asya önlerinde, atlası dizlerine serili bir derviş 'tasavvur' edecektir, Hazer İçin Birkaç Sarı Gül'ü süzerken. Kuşkusuz öteki kitaplarda da en etkin izlek, tarih kişileri, ata toprakları ve mesellerdir, ama artık bir Hüseyin Ferhad patenti taşıyan biçem, burada daha olgun düzeye erişiyor. Güneye doğru viraj yaparak inen şiirsel yol, güneydoğu sınırlarımıza yaklaşıyor gibi. Şimdilerde  terinin tuzuna bulaştırdığı 'Arap Şiirleri'nin eşiğine... Eşleği (Ekvatoru) açıktan geçip, Bağdat ile Şam'ı ziyaret edip yeniden Akdeniz’e ayak basacakmışçasına; "Akdeniz'in  Sıfır Noktası"na... Dahası, bu gerçekleşmişti bir kez; Söyle Gölgen de Gitsin ile. Şiirinin mürekkebine katılmış defne ve palmiye, zakkum ve okaliptüs suyu ile kutsanmış Akdeniz'li söyleminde.

Şimdi, bu aşamada denebilir ki, okurun önüne serip üzerine eğildiği Asya haritası, bir kez daha gözden geçirilmeyi bekliyor. Zira aynı yerleri iki kez ziyarete ömür yetmez. Gitgide azalıyor yarınlar : Kalan yol da, ömür de ne ki? ‘Kâfi gelmez’ zaman, iki kez tatmaya hiçbir şeyi. Şiire berat gerekmez biliyoruz, ancak,  “İpek Yolu'nun şairi” diye anılmayı ya da şiirimizin Marko Polo'su sanını hak ediyor bence Hüseyin Ferhad. Şiirimizi bunca eski ama öz kaynaklardan motiflerle; özel ad ve olguyla, meselle ve çağrışımı derin sözcükle zenginleştirdiği için. Çağlar öncesinin değerlerini, günümüz
'postmodern' sorunlarıyla içselleştirip sunduğu için. Her türden yozlaşmanın, tüketmenin, kirletmenin ve vurdumduymazlığın zehirli etkisini, bilinçli bireydeki o sıkıntıyı ve hüznü tarihsel göndermelerle örttüğü için. Türkçe şiir söylemleri arasında, kendine has içerik ve biçem (ses, ritim, melodi)tutturduğu için. Şiir iklimini doğu ve güney yönlerinden esmiş step ve çöl imgeleriyle bezeyen ilk ve tek olduğu için. Dili steplerden kımız, afyon ve ekmek taşıdığı için. Sözün büyülü sofrasını tanıttığı için :

“Sofrayı bahçeye kur, Li
aşağıya, nehir kenarına
şöyle karşıma otu
güneş battıktan sonra
(s. 260)


dizeleriyle, kadını, cinselliği ve doğayı bir arada taçlandırıyor. Çin’den yaşamsal değer esintileri getirip bugüne serpiyor. Poetikanın ‘zaman ve mekân ötesi’liğini kanıtlıyor.

Kentler, obalar, nehirler ve dağlar geçtikçe, Hayal Ülkesinin Keşfi'ne daha bir hırsla sarılmış, söylemini bir 'yok ülke' ütopyası ile doyurup dinlendirmiş şair. Şiirimizdeki Şamanlığı tescilli şair artık O. Tescilli Asyalı. Coğrafyaya ve tarihe yasladığı şiir, sıradağlar oluşturarak yankılanıyor, modern zaman okurunun belleğinde. Hayatının kitabı, hayatının yazısı, şiiri uğruna yaşanmış, ve yaşanmakta olan bir ömrü anlamak basit iş değildir. Hüseyin Ferhad şiir varlıklarımızı zenginleştiren, mistik-arkaik öğeleri, duyarlıkları güncelleştiren bir şair. Kılıç İpekte Sınanır'da algılanacak, anlanacak ve anlatılacak öyle çok zaman, olay ve insan var ki, bir deryadır divanı. Kıraate ömür yetmez, biliyorum ama en iyisi dönüp yeniden ve yeniden okumaktır diyorum.

Elinden tef'in düşmesin, (ki ona -davul niyetine- tüngür, tokmağına da arban denir), gönlünden Kam'lığın eksik olmasın kardeş, diyerek, Hüsyin Ferhad’ın Hazer İçin Birkaç Sarı Gül’ünden alıntılamadan geçemeyeceğim bir şiirini naklettikten sonra bağlayayım sözü; sayfa 307’den :

Kanatlı Yılan, V

Onu sesinden bildim, Aşk’tı
Ayak tıpırtılarını aynaya tuttum
belleğimi suya ve ateşe
Onu sesinden bildim, Aşk’tı
Gözleri nasıl da parlaktı
nasıl da siyah ve masum 
Onu sesinden bildim, Aşk’tı
Sefih, aciz, ama yüce
kendini saklayamayacak kadar ketum

Onu sesinden bildim, Aşk’tı
Aşka benden daha muhtaçtı
Ölmeye, ölesiye sevmeye

Hüseyin Ferhad’ın Orta Asya’dan Küçük Asya’ya, yani Anadolu’ya taşıdığı zaman tozlarını tanımaya/anlamaya çalışırken, doğa tutkunu, ilk bitkibilimcimiz Hikmet Birand’ı andım sıklıkla. Sevgiyle andım. Step olgusunu Anadolu coğrafyasından okutmuş bir başka adı, değerli doğa öğretmeni, bilge insanı... Özel serüvenimin bir parçası saydığım, “Şairler İçin Derk Desenleri”
dosyamdaki  “Hüseyin Ferhad İçin”i yazarken, Hikmet Birand’ın Anadolu’yu anlatmasından yararlandım. Kesinlikle tasarlamadığım halde, şamanizmin uğurlu sayısı olan on birinci sırayı alan şiir, bu metinde söylediklerimin yoğrulup sıkıştırılmış özeti diye kabul edilebilir.


ŞAİRLER İÇİN DERK DESENLERİ :
(11)

Hüseyin Ferhad İçin

“Karaman Ovası’nda stepte gidiyorduk. Ay batmak, güneş doğmak üzere idi. Açık mavi gökte sabahçı birkaç yıldızın bile hâlâ feri geçmemişti, ışıldıyorlardı. Çok sürmedi, güneş gümüş kamçılarını sallamaya, ovada canlı ne varsa,hepsini uyandırmaya başladı. Sabah oldu.”  ***

Hikmet Birand

Sabah gözlerden başlar, geçer dizginlenmiş kalbe
balkıyan serinlik mi, yorgun dünlerin tortusu mu
anılar, raks eder rayların aynasında, rüzgârın mahur
fısıltısı diyarlarca yankı, çıldırtan hazdır uslu stepte
birkaç çiy damlasına değer şölen; hayalle olan arası...
oradan başladıydı sanki serüven, sürüp giden boy
süzülüp silinen ay, ölümü saymamış, ıskalamış gibi
sonsuzluk arayışında biz var mıydık, ayık mıydık
esrik mi, soy kütüğüne düşmüş betik defteri güneşin
derip bağlandığımız şevk, dilimize pelesenk oydu

Türkçe yolculuk aşkıyla akıyordu ipek an, ırmakta
travers kıyılarca, akış ki duyguları beslermiş en çok
öğrendik; bitkiyiz, özü öğrendik, eksileni sabahtan
gümüş belli kum saatinden, süzülendi toy ömrümüz
belki de kalandı, gri gölgeler uzayında sanrı, bizdik...
hiçbir şeycik mi çoğalmaz çiyden ve fosilden gayrı
eğreltilerdi birbirine doğru seğiren, tek çizgi ucu ok
raylar, ağlamaklı ip/ince yitip kopardı: son, leke bile
değilken dönüştüğü; her şey fer, içi tansık coğrafya
yıldızların değdiği, nereye göçse şaman, sabahtır hali
evet sabah, kor güllerce doğan, ilk armağanı Ülgen’in.

Türkçe şiirin uzaklara seslenen yapıtı, Kılıç İpekte Sınanır dolayısıyla, Hüseyin Ferhad şiiri için daha pek çok şey söylenebilir. Söylenecektir. Çünkü şiirimiz, bir ustasının daha adını tarih yapraklarına nakşetmiş sayılır. Ve büyük bir dileğini : Şaman kardeşliği şiirden uzak kalmasın... 

Bursa, Temmuz  2000 – Kasım 2001

** Hüseyin Ferhad, Kılıç İpekte Sınanır-Toplu Şiirler, Yapı Kredi
Yayınları, İstanbul, Mart 2000.

***Hikmet Birand, Anadolu Manzaraları, (s. 5) TÜBİTAK Yay.  Popüler
Bilim Kitapları, 112, 3. Baskı, Ankara, Kasım 1999.


Hiç yorum yok: