Bireyci, bireyi anlatan sanatçı değildir: bireyi, her şeyin başı sayan, her şeyi bireye göre değerlendirip anlatan sanatçıdır. Arada fark çok! Çünkü toplumcu bir sanatçı da, bireyi toplumsal/doğasal diyalektiğine göre anlatabilir. Bu ince nokta, ülkemizde bir türlü anlaşılamamış, benimsenememiştir. Bu yüzdendir ki, ham toplumcular, handiyse histerique öfkelerle, sevdalardan, cinsellikten, yalnızlıktan vb. söz eden sanatçıları, bireyci diye damgalıyor; bireycilerse, eserlerini bireye(çokluk ego'larına) dayandırdıkları halde, bu bireyi ister istemez toplumsal bir ortamda ele almış olmalarına dayanarak, en azından 'toplumsal' olduklarını söyleye biliyorlar.
İkisi de yanlış! Birinci kafa, toplumculuk adına, bireyi insan eden doğasal özelliklerini yadsıyor. İkinci kafa, bireyin duygusal göstergelerindeki titreyişlerinin 'toplumsal' diye alınmasını istiyor. İkisi de olmaz!
Soruna toplumculuk açısından yanaşalım mı?
Diyalektik estetik, diyalektik bir dünya görüşünün sanata uygulanmış biçimidir. Bütüncül bir görüştür bu, insanı, toplum/doğa/evren'le diyalektik ilişkileri içinde kavrar. Diyalektiğin temel yasalarını bilirsiniz: Her şey değişir, her şey karşıtını içerir, her şey karşıtına dönüşür; tezler antitezleri,' bunların çatışması sentezleri doğurur, bu sentezler ki, başka antitezlerin tezleridir, yeni çatışmalarla yeni sentezlere gideceklerdir vb. Bu yasalar evren, doğa ve toplum katında geçerli olduğu kadar, birey katında da geçerli. Başka deyişle, birey toplumsal, birey ve toplum doğasal birer birim olduğundan, gerek birey/toplum çelişkileri, gerekse bireyin doğasal karşıtları, aslında doğasal diyalektik sürecinin kapsamı içindedir. Ondan ayrılamaz. Onun dışında ele alınamaz. Bireyi toplumdan, toplumu doğadan soyamazsın, nasıl ki doğayı evrenden soyutlaman olası değildir.
O zaman ne oluyor? Sanatçı bireyi anlatmaya heveslendi mi bir kere onu toplumsal anlamda diyalektik yerine- koyacak(yaygın deyimle 'sınıfsal'. tanımını yapacak), ondan sonra bireysel diyalektik 'Çatışmalarını ele alacak. Sadece ilkini yapar, ikincisi atlarsa, doğasal diyalektiğin gelişmesini, bütünlüğü içinde anlatmış olmaz, bireyi insanlığından(doğasal diyalektiğlnden) soymuş, şemalaştırmış, siyasal bir satrançtaki piyon yerine koyarak, anlatmış olur. Bu diyalektik estetiğin Jdanov'cu yorumudur ki, buna ben 50 yıllarında 'inek toplumculuğu' demiştim. Bu tür toplumcular, bireyin sınıfsal/toplumsal tanımını yapıp, onu insan yapan doğasal diyalektik niteliklerine geçeceklerine, bu nitelikleri yok sayıp 'parti sanatının' ellerine verdikleri siyasal şema ve sloganları tekrarlamayı yeğlerler. Uzun süredir, yaptıklarının toplumculuk bile sayılamayacağı, yazılıp söylenmektedir. Böyleleri daha çok, azgelişmiş ülkelerde çıkıyor.
Asıl toplumsal gerçekçi tutum.başkadır. Bireyi mi anlatıyorum onun evren/doğa/toplum çerçevesi içinde, her üçüyle diyalektik ilişkiler içinde olduğunu hiç unutmam, şu halde. önce bu açıdan yerini belirlerim. Bununla yetinmem ama, bireyi insan yapan özgül/specifique nitelikleri vardır ki bunlar, biyolojik olarak doğasal yapısından (yaşama içgüdüsü, üreme içgüdüsü vs) aynı zamanda toplumsal/sınıfsal çatışma sürecinin kişiliğine yansımasından gelir, onları da vermeliyim ki anlattığım birey bir piyon olarak kalmasın, bir insan olarak canlansın. Dikkat isterim, burada sanatçı bireyi ön plana almıyor, onu her şeyin başı saymıyor, her şeyi onun davranışlarıyla açıklamaya kalkışmıyor: hayır, genel çatışma sürecinde, onun aynı zamanda bir doğasal karşıtlıklar süreci içerdiğini vurguluyor, bu karşıtlıkların onun toplumsal yaşantısındaki etkilerini araştırıyor.
O halde, diyalektik estetik bakımından bireysellik, toplumsal topoğrafyadaki yeri belirlenmiş bireyin doğasal çelişikliklerini yansıtmaktır. Üstelik bu çelişiklikler sürecindeki toplumsal etkileri kulak arkasına atmadan. Toplumcu geçinen-biri, böyle bir sanat uygulaması yapan sanatçıyı bireyci saymaya kalkışırsa, iki şeyi kanıtlamış olur. toplumculuğu da bilmediğini, bireyciliği de bilmediğini!
Diyalektik estetiğinin Jdanov'cu yorumu (sosyalist gerçekçilik deyimi oradan geliyor), aslında demek ki yanlış ve eksik bir tutum, çünkü bireyin doğasal iç çelişmelerini ihmal ediyor, onu kuklalaştırıyor. Bunun gibi, bireyi, toplumsal ve doğasal çelişkilerinden soyutlayarak, hep aynı ve değişmez bir varlık olarak alıp, onu her şeyin başı ve açıklaması sanmak da yanlış ve eksik bir tutum, çünkü bir kere dünyayı diyalektik değil statik olarak algılıyor, sonra da insanı'toplumsallığından soyduğu, toplumsal ortamı eserinde sadece olayın geçtiği bir çerçeve olarak (bir otel, bir kasaba, bir genelev, bir fabrika olabilir bu) aldığı halde, yine de kendini 'toplumsal' sanabiliyor. Hiç değilse, böyle bir iddiada bulunabiliyor. Nasıl birinciler eserlerinde toplumsal dinamiği gelişmenin tek temeli diye alıp bireyi hiç mesabesine indirgerse; ikinciler de öyle, toplumsallığı bireyin içinde varolduğu ortamı 'tasvir etmek' sanır, her şeyi bireyin tepkileriyle açıklamaya soyunurlar. Bunların eserlerinde hiçbir şey diyalektik açıklamalarıyla görünmez! Ne toplumsal ilişkiler, ne bireysel ilişkiler! Görünen yalnızca bireydir, her şeyin ortasındadır. Her şey ona göre değer kazanır. Bazı bireyci yazarlarda ağırlık bu bireyin cinselliğinde, bazılarında duygusallığında, bazılarında inceliğin.de oluyor. Sonuç değişmez, açıklayıcı öğe, bu bireysel öğedir: diyalektik olarak tanımı verilmemiş, genel çelişmeler sürecindeki yerine konmamıştır. Şiir, roman ya da resim olsun, böyle bir sanat eserinde, başka insanlar, onların bazı sorunları(gariptir onlar da bireyci düzeyde alınır) genel olarak konunun oturtulduğu bir 'toplumsal' çerçeve var diye, bu sanat tutumuna toplumsallık yakıştırmak, önemli bir yanlıştır.
Bu yanlışa sık sık düşülüyor. Slogan ve köy gerçekçiliğinin tekdüze yavanlığından bunaldığından mıdır nedir, çıkış yolu arayanların bir kısmı, bu tür bir bireyciliğin (daha ötede bir biçimciliğin) ardına düşmüşlerdir. Değişik bir hava solunduğu için mi, doğasal eyilimlerine uygun düştüğü için mi bilemem, ama i'lerin noktalarını yerine koymak doğru olacaktır. Sanat adına, slogan ve köy gerçekciliğine(çünkü slogan gerçekçiliği toplumcu sanatın çocuk hastalığıdır', köy gerçekçiliği ise populisme'dir, yani narodniklik) elbette karşı çıkılacaktır; elbette Türk toplumcu sanatının diyalektik yöntemle geliştirilmiş ulusal bir bileşim olmasına çaba harcanacaktır, ama bu iş başka, bireyin cinsel/duygusal karmaşasını biçimsel inceliklerle yoğurup yansıtmak, yansıtmanın da ötesinde, estetik bileşimin temeli saymak, böylelikle bir 'kaçış yolu' hazırlamak, başka! Bu anlamda ve düzeyde, tutumlarını 'toplumsal' sanan 'kaçamak bireyciler', başka bir anlam ve düzeyde, kendilerini 'toplumsal' sanan toplumcuların yanlışı içindedirler. Her iki tarafın da yanılgısı, toplumsal/bireysel çelişkiler süreci olan kişiliği (insanı), öteki yarısından soyutlamaya kalkışmak, ya toplum adına bireysel, ya birey adına toplumsal diyalektiği atlamaktır.
Bilmem derdimi yeterince anlatabildim mi? 'İnek toplumculuğundan' kurtulmaya çalışırken, 'kaçamak bireyciliğe' düşmenin alemi yok. Sorunu tartışmanın zamanıdır, zira içinde bulunduğumuz koşullar, bu tür kaçamaklara en elverişli koşullardır. Sözü bağlarken şunu da belirteyim ki, bireyci ve biçimci bir sanat olmaz, ya da yapılamaz demediğim gibi, bu tutumlarla başarılı sanat eserleri verilemez de demedim. Bir yöntem uygulamasını tartışıyorum. Yoksa zevkle okuduğum bireyci sanatçılar da vardır, biçimci sanatçılar da! Benim istediğim, ak koyunla kara koyunun seçilmesi, o kadar. Ülkemizde oldum olası, karıştırılmıştır da!
* Bu yazı 30 yıl önce yayınlanan Yazko Edebiyat Dergisinin ilk sayısından alındı.
1 Temmuz 2010 Perşembe
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder