Ben, çok mütecessis
bir çocuktum, her şeyin içini kurcalamayı severdim. Bana hiçbir oyuncak
dayanmazdı.
İkinci
gün, içinde ne var diye merak eder, bozardım. O merak, beni her şeyi öğrenmeye sevkeden bir meraktır. Bir işe girdim mi, onun mutlaka, en ince
noktalarına
kadar her şeyini
bilmek isterim. Çünkü eğer bilmezseniz, doğru yapamaz, yazamazsınız.
Açık verirsiniz. Açık vermeyi sevmem ben. Ben çok polemikçi bir yazarım. Bir fikir ortaya atarım, birisi bana karşı çıktığı zaman, onu bir dahaki cevabımda yerle bir etmeliyim. Bunu yapabilmem için de bilmem lazım. Bilmeden de konuşmam zaten. Şimdi tabii çok komik şeyler oluyor.
Nasıl?
Geçtiğimiz günlerde Aktüel'den bir
arkadaş geldi
ve bana eşcinsellik
üzerine bir şeyler sordu. Ben de bildiklerimi söyledim.
"Attila İlhan, Türkiye'nin beşte biri eşcinseldir dedi" diye haberler
yapıldı. Türkler'in alayı
eşcinsel mi gibi tacizler falan
."Hangi Seks" isimli kitabımın bir yerinde yirmi beş
sene evvel Dr.
Kinsey'in raporundan bazı bilgiler vermiştim. Benim Aktüel'e söylediğim yirmi beş
sene önce kitabımda yazdığım olay. Bunu ben de söylememişim, Dr. Kinsey söylemiş. Şimdi bunu alıp gazetemdeki köşemde yazarsam, öğretmen yazar olur muyum olmaz mıyım?
İlle de okura bir şeyler öğretmek, onu bilinçlendirmek, hatta
memleket sorunlarına çözüm getirmek gibi bir yaklaşımınız var o zaman ...
Tabii. Bu toplumcu
olmakla ilgili bir şey. Ben kendimi hep görevli hissediyorum. Benim bir
görevim var o da insanların önünü aydınlatmak. Biz özellikle ışığı
yakmadan gidiyoruz.
Bir de aydınlarımızın uzun farları
yanmıyor, yakın farlarıyla çalışıyorlar.
Ne demek bu?
Bunun bir örneğini geçenlerde yaşadık: Türkiye laiktir. Doğru. Laik bir ülkede devlet
insanların
dini inancına
karışmaz.
Bu da doğru.
Şu
halde bir Türk vatandaşı isterse Hıristiyan olabilir. Bütün bunlar
düz mantıkla
doğrudur.
Ama diyalektik mantıkla baktığın zaman sonuç hemen değişir. Çünkü diyalektik mantıkla bakmak demek o işe tarihi, toplumsal yerden bakmak
demektir. Oradan baktığın zaman da Osmanlıdan beri Türkiye'deki bütün misyon
teşkilatlarının emperyalizme çalıştığı görülmüştür. Hıristiyan yaptığı
adamı sonradan ajan
diye kullanır.
Şimdi
bu durumda Türk vatandaşının Hıristiyan olması
doğru mudur, değil midir? Bunu yazıp dalga geçtim. Türkiye'de
laiklikle Fransa' da laiklik aynı şey değil. Fransa'da isteyen Müslüman
olur, hiçbir şey de bozulmaz. Çünkü hiçbir Müslüman derneği Fransa'yı
sömürge yapmaya kalkışmamıştır. Bunları
bulup çıkartır, birbiriyle irtibatlarını kurarsan istesen de istemesen de öğretmenliğe benzer bir şey yapmış
oluyorsun.
Toplumsal düşüncelerinizi öğretmen yazar olarak anlatmanız eleştirildi aslında.
Bir insanı
anlatmak istiyorsan,
o insanın
tayin edici vasıfları neler, onlara bakacaksın. Birtakım adamlar vardır ki, onlar fikirleriyle yaşar. Onlarla oturduğunuz andan itibaren size, bugün
havanın
nasıl
olduğundan
ya
da cumhurbaşkanlığı seçimlerinden söz etmez. Şimdi benim elimde Mustafa Suphi'yle ilgili bir kitap var. Ben bu kitapta yeni bir çok şey görüyorum. Bu durumda söze "Yahu biliyor musun, meğerse Mustafa Suphi ... " diye başlarım. E, ben şimdi romancıysam, bir de entelektüel tipi anlatıyorsam, onların konuşmalarını dışarıda mı tutmam gerekir?
da cumhurbaşkanlığı seçimlerinden söz etmez. Şimdi benim elimde Mustafa Suphi'yle ilgili bir kitap var. Ben bu kitapta yeni bir çok şey görüyorum. Bu durumda söze "Yahu biliyor musun, meğerse Mustafa Suphi ... " diye başlarım. E, ben şimdi romancıysam, bir de entelektüel tipi anlatıyorsam, onların konuşmalarını dışarıda mı tutmam gerekir?
Peki fikirleri iletmek ve roman
yazmak... Araç ve amaç olma gibi bir ayrım var mı aralarında, yoksa iç içeler mi?
İç içe. 19. asır mantığı
diye bir mantık vardır. Mesela bizde romancılar aslında 19. asır romanlarını yazarlar, yeniler hariç. Halbuki
20. asrın
başından
itibaren şöyle
bir mantık
gelişti:
Bir sanatçı,
romancı,
şair,
hikaye yazarı, senarist diye ayrılmaz. Sanatçı
bir bütündür. Sanatçı
önce bir dünya görüşü edinir, bu bir metod edinmesi
demektir. Bu metodu edindikten sonra, o metodla çeşitli konular üzerinde estetik
sentezler yapar. Bu sentezleri yaparken, sırasına göre fikrini, en güzel hangi
biçimde anlatabilecekse onunla ifade eder.
Siz inceleme kitaplarının yanı
sıra romanı
da tercih ettiniz ...
Bazı
şeyler romanla anlatılır, bazı
şeyler de fikir
kitaplarıyla.
Peki niye eleştiriyorlar sizi, roman yazmakla?
Çok basit. Benim bir
sürü şiir
kitabım
var. Benim şiir
kitaplarımla
ilgili olarak gidip edebiyat çevreleriyle konuşursan, hepsi aleyhte laflar söyler
ama aleyhte buldukları şeylerin hepsi birbirinden farklıdır. Kimisine göre benim şiirler romantiktir, kimisine göre
çok fena komünisttir, kimisine göre pornodur, kimisine göre de aslında hiçbir işe yaramazlar. Ama halk beni kabul
etmiştir,
zaten onları deli
eden de bu. Üstelik on bir romana karşılık yirmiye yakın fikir kitabım var. Romanlarımda 1800'lerin
sonlarından
itibaren Türk toplumunun gelişmesi ve Osmanlının batışını anlatmaya çalıştım. Şimdi sen bunları
anlatmaya çalışacaksın, kahramanlarının içinde Evren Paşa olacak ve fikir lafı
etmeyeceksin ...
Böyle şey
olur mu?
Peki kitaplarınızda düşüncelerin yoğunluğu nedeniyle konunun romanlaşmakta zorlandığına katılıyor musunuz?
Bunu kesinlikle kabul etmiyorum.
Çok iyi
romanlaşabildiklerinin
en iyi kanıtı
"Kurtlar Sofrası"nın dizi, "Sokaktaki Adam"ın film olmaları. Eğer roman olmasa dizi de olamazlardı, film de. Ayrıca satılmazlar, okunmazlar ve yeni baskıları da yapılmazdı. Üstelik eski ölçülerle
bir ev fiyatına satılıyorlar. Bence zorla kusur arıyorlar. Buradaki sorun roman
sorunu değil,
Attila İlhan
sorunudur. Attila İlhan diye bir herif var, çıkmış, Türkiye'de yazılabilecek her alanda yazıyor, her alanda da halk onu
izliyor. Öbürlerini izlemiyor. Sorun budur.
Araç ve amaç sözkonusu olmadığına
göre meşruluk da yok.
Hayır hayır. Ben "Üçüncü Şahsın Şiiri"ni bir dizi yapamazdım. Roman yapsam yavan olurdu. Ama
onu bir şiir
olarak yazarsam insanların çok hassas bir noktalarına dokunup, herkesi o şiirle mutlu edebilirdim, ettim de.
Ve ne oldu, Türkiye'de "Üçüncü Şahsın Şiiri"ni bilmeyen yoktur.
Niye? Çünkü onların hassas noktalarına oradan dokunuyorsun.
"Kurtlar Sofrası"nı ilk yayımladığım zaman, onu görmek, okumak
istemiyorlardı. Yirmi sene sonra oraya geldiler. "Vay anasını bu adam onu ta o zaman görmüş
"dediler. Aynı
şey şiirde de geçerli. Onların hepsi köy romanları, şiirleri yazarken, ben şehir romanları, şehir şiirleri yazıyordum. Bir sürü köy romanı
çıkıyor ve çok satılıyordu. Benimkiler onlarınkine tamamen aykırı, şehiri anlatan şiirler ve romanlardı.
Niye böyle yapıyordum, çünkü bir ülkenin gelişmesi, şehirleşmesi demektir. Türkiye gelişiyordu, şehirleşecekti. Şehirleşince de gelecekte, o köy romanları
tamamen ikinci plana
düşecek
ve şehir
şiirleriyle
romanları ön
plana çıkacaktı
Ben bunu 1950'lerden
itibaren uygulamaya başladım. Onların hepsi beni romantik,
maceraperest, şair olarak görüyorlardı. Sonra Türkiye bir şehirleşti, şimdi nüfusu bir milyonun üzerinde
yirmi tane şehrimiz
var, hepsinde üniversite kampüsü var ve o çocukların hepsi benim şiirlerimde şehir romantizmini ve şehir dramını buluyorlar. Ve okuyorlar. Ben bunu
zamanında
gördüysem kabahat mi ettim?
Şimdi artık köy romanı
yazılmaz diye bir durum sözkonusı mu?
Hayır. Eğer köy romanını bugünkü şartların içinde yazmayı
başarırsanız okunur. Ama enstitü mantığıyla yazarsanız okunmaz.
Fakir Baykurt tarzı?
O okunur. Çünkü onda
beşeri
şeyler
vardır.
Ama Fakir'in taklitleri okunmaz.
Sonuç olarak öğretmen yazar sıfatından gocunmuyorsunuz,
Her
toplumcu yazarda biraz öğretmenlik vardır. Beni bu konuda eleştiren Fethi Naci'de bile.
Peki burada didaktik olma tehlikesi yok mu?
Didaktiklikle
öğretmenliği birbirine karıştırmamak gerekir. Didaktik öğretmene ukala derler. Didaktiklik
meselesinde bir hassasiyet vardır. TRT' deki programım sekiz yıldır sürüyor. Neden? Çünkü ben orada
öğretmen
gibi konuşmuyorum
ama birçok şey
öğretiyorum.
Sorun burada. Nutuk çekmiyorum, terminoloji kullanmıyorum. Aslında zaten gerçek öğretmenlik bu: Bilgileri karşındakine neredeyse osmoz tarikiyle
geçirmek.
İnsanlara anlatmaya çalıştığınız birçok şey gerçekleşti. Sovyetler Birliği'nin dağılması, Rusya'dakinin komünizm olmaması gibi... Bunlar yazar öngörüsü
müydü bir anlamda?
Hayır ben öyle sezgiselliğe falan inanmam. Ben bilimsel düşünen bir adamım. Marksizmi ve Rusya'da
komünizmin oluştuğu şartları
öğrenirsen, Rusların ne yapmaya çalıştığını da görürsen orada komünizmin
olamayacağını
anlarsın. Meseleyi bilmek yani, yazar
öngörüsü değil
bu.
Sizin gördüklerinizi insanlar neden zamanında göremiyor?
Çünkü
bizimkiler meseleyi öğrenmiyor. Diyalektiği bilmiyorlar. Diyalektiği bilmediklerini de bilmiyorlar.
Metodu bilmek ve uygulayabilmek sözkonusu: Türkiye'nin şartları
nelerdir, bu şartlar içinde neyi yaparsan,
toplumsal akışa etkili olabilirsin ya da olmayabilirsin.
Siz çok eğleniyor olmalısınız.
İnsanların abarttığı
şeyler son derece basit yani ...
Evet.
Ben niye hiç kızmıyorum.
Benim
aleyhimde ne söylerlerse söylesinler güler geçerim. Çünkü bilirim ki iki sene
sonra "Vay eşşekoğlueşşek gene doğru söylemiş" diyecekler.
Beş
yıl önce edebiyatın son durumu için yürekler acısı diyordunuz, bugün?
Şöyle bir fark doğdu o zamana nazaran: O dönemde
eskiler eski kalmakta devam ediyorlardı, yeni diye ortaya çıkanlar çıtırbomdular. Postmodernizm saçmalığının burdaki taklitlerini yapıyorlardı. Şimdi değişti durum. Bütün yayınevleri gözdelerle ve çevirilerle
yayıncılık olamayacağını, genç Türk yazarlarını bulup çıkarmak gerektiğini anladılar. O yüzden son zamanlarda üst
üste yeni romancılar, şairler, öykücüler ortaya çıktı. İçlerinde iyileri var.
Edebiyatın gidişatını
yayınevleri mi belirliyor?
Şimdi öyle,
Eskiden?
Eskiden
yayınevleri
tam belirleyemezdi. Çünkü her yayınevi kendine göre bir okur alanı
taşıyordu. Solcu yayınevinin okurlarıyla sağcı yayınevinin okurları
farklıydı. Artık öyle değil. Yayın birdenbire holdinglerin eline
geçti.
Bu arada yazar olmak kolaylaştı
mı biraz?
Şimdi Türkiye'de çok ünlü bir yazar olmak istersen
-iyi bir yazar demiyorum - biraz eli ayağı düzgün bir hanım olman, geçmişte başından biraz macera geçmiş
olması
ve senin bunları
yazıp kitap olarak götürmen
yetebiliyor.
Erkekler?
Teşhirci bir eşcinselsen çok kısa sürede ünlü bir yazar
olabilirsin.
Haksızlık yapmıyor musunuz?
Hayır ... Böyle. Çok kolay, hiçbir
zorluğu
yok. Belirli çevrelerle belirli ilişkiler içinde olmak yetiyor.
Onların dışındakilerin şansı
yok yani ...
Peki
siz bana ünlü ve iyi toplumcu yeni bir yazar söyleyin.
Orhan Pamuk için ne diyeceksiniz?
Orhan
Pamuk, pamuk! Onun okunduğunu sanmıyorum. Zaten o ihraç fazlasını Türkiye'ye satıyor. Öyle birkaç tane yazarımız var, amaçları
uluslararası
pazara eser vermek.
Onlardan bir şey olmaz.
Bizde yayınevlerinin edebiyatı
belirlediğini söylediniz. Kurumsallaşma sorununa rağmen nasıl oluyor bu?
O bir
dram. Bir yayınevi var kırk senelik, bir yayınevi var doksan senelik. Bu yayınevleri birtakım genç yazarları
kolay kolay
basamazlar. Çünkü değer ölçüleri biraz eskide kalmıştır. Bunlara akıl verenlerden eğer uyanıklar varsa önerirler. Şimdi pazar kapitalist pazara dönüştüğü için ve pazarlamacılık kapitalist düzende yapıldığından, onların eski lonca düzeniyle gerçekleştirecekleri bir tanıtım yetmez. Yetmiyor. Bir çocuğun kitabını basıyorlar. Alıp bakıyorsun, çocukta iş
var. Belli ki ilerde
de güzel şeyler
yazacak. Ama bunun duyurulması lazım. Halbuki duyurulanlar ünlüler.
Ünlüler de bunu yapmıyorlar. Bu, Birleşik Amerika yayın sisteminin ruhu: İyi yi tanıtmamak, gargaraya getirmek,
süslüyü ortaya çıkarmak. Sistem bu ve Türkiye bu sistemin içine
girdi. Büyük sermayenin yayıncılığa girmesiyle ötekilerinin beş
yılda yayımlayabileceğini diğeri bir yılda yayımlıyor. Reklamını da iyi yapıyor. Bir grup okur DU kitaplara gidiyor. Öbür tarafta doğru dürüst kitap yazmış
çocuğu duyuramıyorsun.
Bu şekilde nasıl gelişecek edebiyat?
Gelişir, çünkü iyi edebiyatçılar hep zor şartlardan çıkar. İyi şartlardan çıkanlar palavra edebiyatçılardır, bir zaman parlar ve sönerler.
Yayınevleri yeni yazarlara ağırlık vermek zorunda yani ...
Evet.
Dahası sermaye
yayınevleri
ve onların
yayımladıkları dergiler bunlarla ilgilenmek
zorunda. Geçenlerde çocuğun birisi beş tane şiir göndermiş, şiirleri okudum, bana göre çocuk şimdiden iyi bir şair, daha da çok genç. Ama bu
çocuk bu şiirleri
yayımlatamaz.
Neden?
Çünkü o
şiirleri
yayımlayacak
dergi yok ortada. Çünkü o şiirler iyi. Türk edebiyatına vasatlar hakimdir. Dün Varlık'ın yeni sayısını gördüm. Aklıma Yaşar Nabi Bey geldi. Yaşar
Bey sağ
olsaydı
bu dergi yi görünce
delirirdi. Onun hayatı boyunca yapmayacağı çok entel, çok derin, eline aldığında ben bunu kesinlikle okumam
diye düşüneceğin bir dergi çıkarıyorlar. Ve bunu edebiyat
zannediyorlar. Sözünü ettiğim çocuk bu dergilere ters gelir.
Peki nasıl tanınacak onlar?
Onlar acı
çekecekler.
Direnenler kazanacak.
Genç yazar ve şairleri kendilerini anlattıkları
için eleştiriyorsunuz.
Ben ilk
romanımı
1941-42'de yazdım. Sonra on tane daha yazdım. İlk yayımlanan romanım on birincisidir. Yani on tane
yazdım
ve yayımlamadım. Çünkü onların içinde hep kendimi buluyordum. Şikayetlerimi, öfkelerimi falan
yazmışım. İnsanların kendilerini yazmasında bir garabet yok. Bu çok beşeri bir duygu. Elinde kalem var
kendini ifade edebiliyorsun. Ama bu roman olmaz. Kötü olur.
Yazılanın yaşanmış
olması
kitabı
sahici yapmaz mı?
Onu şöyle kabul ediyorum. Bazı
insanlar kendilerini
yazarlar. Fakat bu yazışta o kadar büyük bir farklılık ve renklilik vardır ki o, durumu mazur gösterir.
Henry Miller mesela. Halikarnas Balıkçısı, Sait Faik, genellikle birçok
yerde kendilerini anlatırlar. Onlar o kadar enteresan tiplerdir ki bir şey diyemezsin. Ama miskinin teki,
hiçbir şey
yapamıyor,
aşağılık kompleksi var, herkese düşman olmuş, oturuyor, birtakım lafları
arka arkaya sıralayarak şiir yazdığını zannediyor, altına imzasını atıp yayımlıyor. Kim okur ki onu?
Hiçbir şey anlatmayan şiirler yazdığım söylediğiniz şairler de var.
O
biçimcilik olayı, postmodernizm dalgası. Amerika'nın dünyaya empoze ettiği üç yenilik, küreselleşme özelleştirme ve postmodernizmdir.
Postmodernizm, küreselleşme ve özelleştirmenin estetik desteği. Aydınlar saçma sapan şeylerle uğraşacaklar ki, küreselleşme ve özelleştirme yutturulabilsin.
Daha önceki bir söyleşinizde, biçimciliğin getirdiği yozlaşmadan söz ederken Murathan Mungan'ın adını
veriyorsunuz.
Murathan
özgün bir sanatçı değildir. Karma bir sanatçıdır. Bir sanatçı
oluşurken, başlangıçta başka bir sanatçının etkisindedir. Belirli bir yerden
sonra kendisi olur ve başkalarını etkilemeye başlar. Bu arkadaş
başlangıçta çok belirgin bazı
sanatçıların etkisindeydi. Onlardan bir özgün
sentez yarattığını söyleyemem. Onlardan bir mozaik
yarattı.
Eserlerine baktığınız zaman kimlerin etkisinde olduğunu bulabilirsiniz.
Bana hep kendisi gibi gelmiştir...
Sen
bunu bilmekle mükellef değilsin ki, sen okursun. Göremiyorsun çünkü önünde
kriter yok.
Kriter ne?
Son
zamanlarda genellikle sanat ve pazarlama medyasının ortaya çıkardığı sanatçıların hiçbirinin toplumcu olmaması
dikkatinizi çekmiyor
mu? Neden işçi
sınıfını anlatan toplumcu bir delikanlıyı çıkarmıyorlar? Çıkanlar hep üç beş
kişiden bahseden, cinsel komplekslerini
anlatan yahut etnik durumlarından şikayetçi olan kimselerdir. Hep
onlar öne çıkarılıyor.
Diğerlerinden birinin prezantasyonunu
yapsanız...
Kime
vereceğim?
Hiçbiri basmaz ki. Biliyorlar ki ben soldan geliyorum ve benim önereceğim insan solcudur. Başlarına bela olacağından korkarlar.
Hala solcuların yazı
yazma hakkında sorunlar var .
Tabii... Hâlâ sürüyor bu.
Bu arada bizim aydınlarımız için ne düşünüyorsunuz?
Türkiye'de
aydın
kesiminin önemli bir kısmı, bankalarla özdeşleştiler. Bankalarla özdeşleşmiş olan sanatçı
ve aydınların Türkiye'ye yararlı
olabileceklerine
kesinlikle inanmıyorum. Onlar genellikle Tünel, Levent, Beşiktaş üçgeni içinde yaşıyorlar -İstanbul bile değil- bu ortamın sorunlarını Türkiye'nin sorunları
sanıyorlar.
Bankaların finanse ettiği yayınevlerinden söz ediyorsunuz...
Genel olarak
bankalarla ve holdinglerle özdeşleşmiş aydınlar diyelim. Seri halinde imalat
yapıp,
yirmi beş kitap
birden yayımlıyorlar. O yirmi beş
kitabı
da duyurduklarını zannediyorlar, kimse de duymuyor.
Asıl
yapılması
gereken Türk edebiyatının eskilerine eğilmek. Çocuğa "Sadri Ertem oku, iyi
yazardır"
diyorsun, ortada Sadri Ertem'in kitabı yok. Neyse ki yavaş
yavaş
bunu yapmaya başladılar. Yani bir taraftan geçmişle bağlantıyı muhafaza edecek, kitapları
yayımlayacaksın, öbür tarafta da modernleri
basacaksın.
Yayınevleri sonuçta ticari kurumlar.
Bu söyledikleriniz de para getirmeyen işler ...
Bu,
okurla yayınevinin
içiçe geçebilmesi durumu işte. Aynen yazarla halkın içiçe geçebilmesi gibi. Nasıl bir yazar kendisini halka
dinletebilir hale geliyorsa yayınevi de bunu yapabilir.
Son olarak yeni çalışmalar?
TRT on üç bölümlük bir
dizi ısmarlamıştı bana. Ben diziyi yazdım, tamamlandı, bütün işlemleri bitti. Çekimleri başlamak üzere. Adı: "Baykuşların Saltanatı",
Nasıl bir dizi bu?
Ben
dizilerimde Türk burjuvazisini kurcalarım. 90'lı
yıllardaki İstanbul'dan bir kesit anlatılıyor filmde. Yani, ekonominin
yolsuzluk ekonomisi haline gelmesi, mafya, mafyanın devletle ilişkileri, bu ilişkilerin yansıması ve bu arada da 80'li yıllardan kalmış
birtakım eski hesapların görülmesi... Hayli ilginç bir
dizi olacak sanıyorum. Rejisör Nilgün Sağyaşar.
Kitaplarınıza dizi teklifleri geliyor mu?
TRT
yeni bir teklif yaptı. Bu TRT açısından da büyük bir adım. "O Karanlıkta Biz"i dizi yapmak
istiyorlar ki roman, 40'lı yıllardaki Türkiye'yi ve Türkiye
komünist hareketini de anlatır. Hâlâ inanamıyorum. Aslında yeni bir dizi yapmak
istemiyorum ama bu özelliği dolayısıyla projeyi heyecan verici
buluyorum.
Roman, şiir?
Üç tane
roman var yazılmayı bekleyen. Bir de şiir kitabı. Otuz kadar şiir hazır, elli tane olduktan sonra onu da
yayımlayacağım.
Sık sık şiir yazıyor musunuz?
Ben
sahici şairim,
geldiği
zaman yazarım..
* Filiz Aygündüz tarafından yapılan bu söyleşi Milliyet Sanat Dergisinin 15 Nisan 2000 tarihli sayısından alınmıştır.